Pages /KAYNAKLAR

20171010

Türk Ulusçuluğu ve Altı Ok / Dr. Necip Hablemitoğlu



TÜRK ULUSÇULUĞU VE ALTI OK
- Dr. Necip Hablemitoğlu
1999, Yeni Hayat, 5 (58): 11-16
"
Türkiye'deki sağ kesim, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700.
Yıldönümünü, Cumhuriyete alternatif bir model içeriği içinde kutlamakla, Türklük
bilincinden ne ölçüde yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlı
Devleti, 622 yıllık bir geçmişiyle, olumlu ve olumsuz yönleriyle elbette ki biz
Türklerin devletidir. Ancak nasıl bir Türk sağıdır ki, Türk ulusçuluğu yerine
"Osmanlı ulusçuluğunu", Türk dili yerine "Osmanlıcayı", "Türk Edebiyatı" yerine
"Divan Edebiyatını", Türk Kültürü yerine "Osmanlı Kültürünü" alternatif olarak
ortaya çıkaran ve geliştiren; yönetici sınıfının yetiştirildiği "Enderun"a Türkleri
kabul etmeyen; "etrak-ı biidrak" (algılamasız Türkler) biçimindeki hakaretamiz
söylemlere tepki göstermeyen; bir başka ifadeyle, üst kültür kimliği olarak
Türklüğü reddeden bir imparatorluğu model olarak, hem de 21. Yüzyıla girmekte
olduğumuz şu sıralarda -gıpta ve özlemle- önerebilirler? Kaldı ki, geriye dönüşün
asla mümkün olmadığı, değişimin kendisinden gayri herşeyin değiştiği bir
dönemde, bu kesimin, muhafazakârlığın yanısıra Türk ulusçuluğuna sahip
çıkmaları ise apayrı bir çelişkidir.
"
Tarihe damgasını vurmuş olan İngiltere Fransa, Rusya gibi devletlere
bakıldığında, "ulus-devlet" yapılanmasının tüm karakteristikleri görülür. Örneğin,
İngiltere için, yalnızca "İngiliz dili, İngiliz edebiyatı, İngiliz kültürü, üzerinde güneş
batmayan İngiliz devleti ideali" esas kabul edilirken; İngiliz ulusçuluğunun
temelleri de işte bu esaslara dayanmıştır. Türk ulusçuluğunun -toplumsal,
kültürel ve siyasal alanlarrda- ortaya çıkışının sözkonusu devletlere oranla çok
geç tarihlere rastlaması, Osmanlı Devleti'nin üst kültür kimliği olarak "Türklük"
yerine yapay bir kavram olan "Osmanlılık"ı kabul etmesi yüzündendir.
Avrupa'daki imparatorlukların yanısıra, 1789 Fransız İhtilâlinden hemen sonra
tüm Avrupa'yı ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkları içine alan ulusçuluk
hareketinden Türklerin de etkilenmesi, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren
sözkonusu olmuştur. Harbiye kökenli Süleyman Paşa (Şıpka Kahramanı) ve
Bursalı Tahir Beyin yanısıra, tarih ve edebiyat alanında Türklük bilincini işleyen
eserler veren aydınlarımız arasında Veled Çelebi, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa,
Mustafa Celâleddin Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Suavi, Şemsettin Sami, Ahmet
Mithat Efendi, Necip Asım, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Necip Türkçü,
Fuad Köse Raif, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Mehmet Emin Yurdakul vd. yer
almıştır. Batıdaki ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkların aşırı
milliyetçiliklerine tepki olsa gerek, yukarıda adları yazılı aydınlarımızın bazıları
Arnavut, Polonyalı, Kürt, Çerkez kökenli olsalar bile, olması gereken siyasal
bilinçle alt kültür kimlikleri yerine üst kültür kimliği olan Türklüğün gelişimi için
tüm mesailerini sarfetmişlerdir. Ayrıca, başta Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere,
Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi gibi Rusya
kökenli Türkçüler de Türklük bilincinin verilmesinde önemli rol oynamışlardır.
"
Türk ulusçuluğunun siyasal bir hareket olarak ortaya çıkması, İttihat ve Terakki
döneminde sözkonusu olmuştur. Türk toplumunun ümmet aşamasından ulus
aşamasına geçiş sürecini hızlandırmak için özel yasalar çıkaran ve peşpeşe
çağdaş nitelikte bazı devrimler (kadınlara eğitim ve çalışma hakkı, takvim, ölçü
vb. alanlarda batı standartlarını esas alma, alfabeyi basitleştirme gibi)
gerçekleştiren İttihatçılar, nerede durmaları gerektiğini kestiremediklerinden,
turancılık gibi sonu belirsiz bir ham hayalin peşinden koşma konumuna
gelmişlerdir. Türk toplumu, o dönemin mazur görülebilecek koşullarında bile
ulusçuluğun siyasallaştırılmasının tehlikesi ile ilk defa İttihat ve Terakki
döneminde tanışmıştır. Mondros Mütarekesi'nden sonra "Misak-ı Milli" ile
ifadesini bulan ve matematiksel gerçekçiliği ön plana çıkaran Türk
ulusçuluğunun Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki yansımaları, "kuvayı milliye"
hareketi ile eyleme dönüşüp, "tam bağımsızlık", "ulusal egemenlik" gibi amaçlara
yönelik olarak gelişmiştir. Mudanya Mütarekesi'nden sonra başlayan ilk siyasal
devrimler sonucunda saltanat, hilâfet gibi Türk Toplumunun sırtındaki safraların
atılması; Cumhuriyetin ilânı; laik hukuk sisteminin en önemli adımı olarak
Tevhid-i Tedrisat yasasının kabulü ile eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve
arkasından gelen diğer devrimler, Türk ulusculuğunun genel çerçevesini
belirlemiştir. Böylece, Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, o dönemde tüm Avrupa'da
varlığını hissettiren saldırgan (irredantist) ve şoven tipi ulusçuluk anlayışlarının
tamamiyle dışında evrensel-hümanist boyutları yakalayan, Türkiye ve dünya
gerçeklerine uygun bir ilkeye dönüşmüştür.

ATATÜRK'E GÖRE TÜRK ULUSÇULUĞU
"
Atatürkçülüğün altı ilkesinden, bir başka ifadeyle Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet
Halk Partisi'nin Programını oluşturan Altı Ok'tan biri olan ulusçuluk: Türkiye
sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını TÜRK ULUSU olarak kabul eder. Ulus-
Devlet yapılanması içinde "Türkiye Halkları" kavramına asla yer vermez. Devletin
resmi dili Türkçedir, dini yoktur, bir tek Başkent vardır, Cumhuriyetle yönetilir.
Anayasada ifadesini bulmuş bu temel yapının değiştirilmesi bile önerilemez.
Laik hukuk sistemi içinde dini, mezhebi, inancı, etnik kökeni ne olursa olsun,
ülkede yaşayan herkes Türktür. Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı içinde ifade edilen
"Ne mutlu Türküm diyene!" sloganı, ulusu oluşturan bireylerin ille Türk soyu ve
kökeninden gelmesi gerektiğini değil, genellikle Türk soyu ve kökeninden
geldiklerine işaret eder. Devletin, eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde ülkede
yaşayan tüm vatandaşları Türklük üst kültür kimliği içinde bütünleştirmesi,
Atatürk'ün ulusçuluk anlayışının özünü oluşturur. Devletin bu bütüncül
yaklaşımına rağmen, alt kültür ulusçuluğu güderek kendisini Türk kabul
etmeyenlerin sorunu ise kendilerini ve bir de yasaları ilgilendirir. Türkiye'nin
"yumuşak karın" bölgesi olarak nitelendirilen etnik ve mezhepsel farklılıklar,
yaklaşık 200 yıldır "Şark Meselesi" adı altında Batılı emperyalist devletler ve
Rusya tarafından sürekli gündemde tutulduğu ve sık sık kaşındığı için, Atatürk,
Lozan Barış Antlaşması'nda kabul ettirdiği hükümlerle bu konuda duyarlılığını
gösterir ve asla ödün vermez. Türk Devleti, Türklük bilincini esas alır; etnik ve
dinsel ayrımcılığa dayalı çifte standartlı politikaları reddeder. Faşizm ya da
ırkçılık boyutunda ulusçuluğu reddederken de, kendini Türk kabul etmeyenlerin;
Türkçe dışında başka resmi dil kabul ettirmeye çalışanların; ülke toprakları
içinde başka bir devlet tesis ederek başka başkent yaratmaya çalışanların; tüm
bu ayrılıkçı-bölücü amaçlar doğrultusunda kamu düzenine karşı ayaklananların
kısaca PKK örneğinde görüldüğü gibi Kürt faşizmini ve şovenizmini
savunanların, Türk Devleti'ni parçalamada, Anayasal düzenini ortadan
kaldırmada asla haklı ve özgür olamayacaklarını hukuk kuralları içinde öngörür.
"
Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, LAİKLİK, CUMHURİYETÇİLİK, DEVLETÇİLİK,
DEVRİMCİLİK ve HALKÇILIK ilkeleri ile özdeştir, bir bütündür. Bu ilkelerin biri ya
da birkaçı yok sayılarak Atatürk ulusçuluğu tanımlanamaz, savunulamaz.
Örneğin, laiklik ilkesinin geçerli olmadığı bir düzende ulusçuluk kesinlikle
olanaksızdır. Türk Toplumu için siyasal islâmcılığa hayat hakkı veren bir
anlayışla ulusçuluk anlayışının birlikte telâffuzu düşünülemezken, "milliyetçimuhafazakârlık"
gibi ucube bir terminolojinin siyasal hayatımızda ve hem de en
yaygın bir biçimde kullanılması garip bir çelişkidir. Ümmetten ulus aşamasına
geçiş, sadece siyasal değil sosyolojik bir gereklilik ve gerçekliktir. Yeniden
ümmet aşamasına dönmeyi istemek; siyasal otorite önünde birey olmaktan
vazgeçerek kulluğu kabullenmek irticaın, gericiliğin ta kendisidir.. Dinin toplum
için gerekliliği ayrı bir olgu ve tartışma konusudur. Ulusal birliğin, ulus-devlet
olmanın en önemli koşullarından biri, hukukta birliğin sağlanmasıdır. Azınlıklara
ilişkin hukukun yanısıra her mezhep için ayrı hukuk uygulamanın faturasını Türk
Toplumu Osmanlı döneminde en ağır biçimde ödemiştir. Bu açıdan Atatürk,
sadece sosyolojik gerekçeyle değil, hukuksal ve siyasal gerekçelerle de Türk
ulusçuluğunu ön plana çıkarmıştır. Bunu yaparken de, Araplar arasında ortaya
çıkmış ancak günümüzde anlam ve önemini yitirmiş ihtilâflara dayalı mezhep
ayrılıklarını hiç ama hiç dikkate almamıştır. Kur'an-ı Kerim'i geri plana atarak
İslamiyeti sahtekâr muhadislerin kaleme aldıkları sahte hadislere, Ortaçağın
Arap gelenek ve göreneklerine, birtakım cahil ve yetersiz ilâhiyatçıların -belki o
dönemin koşullarında değerlendirilebilecek- fetvalarına, içtihatlarına dayandıran;
dini ekonomik ya da siyasal kendi çıkarlarına hizmet için kullanan din
tüccarlarına kesinlikle ödün vermemiştir. Bir yandan sünni şeriatçılığın devlet
mekanizmasından bütünüyle sökülüp atılması için devrimler gerçekleştiren
Atatürk, diğer yandan bin küsur yıl önce bazı Arapların yine bazı Arapları vahşice
öldürmesinin kinini ve hatta kan davasını sürdürmesinin Türklere düşmediğinin
bilinci içinde aleviliğe yaklaşmıştır. Mezhepsel farklılıkların siyasallaştırılmasının
Türk ulusculuğu önünde en önemli engellerden biri olarak kabul eden Atatürk,
tıpkı etnik farklılıklar gibi mezhepsel farklılıkları da, üst kültür kimliği olan
Türklük bilinci içinde kaynaştırmayı hedeflemiştir.
"
Aynı şekilde, DEVLETÇİLİK ilkesinin dikkate alınmadığı bir Türk ulusçuluğundan
söz etmek, emperyalizme teslim olmakla, tam bağımsızlıktan vazgeçmekle
eşanlamlıdır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan katılımcı demokrasiyi,
hakça bölüşümü, nimet ve fırsat eşitliğini öngören, sınıf kavgasını reddeden
HALKÇILIK ilkesini içermeyen bir ulusçuluğu düşünülemez. Bir yandan
ulusçuluğa karşı bir proleterya diktatörlüğünü savunup diğer yandan Atatürk
ulusçuluğunu savunur görünmek nasıl bir ideolojik çelişki ya da popüler deyimle
"takiyye" ise, CUMHURİYETİ savunur görünüp bir İslâm Cumhuriyeti önermek de
bir başka çelişkidir. En yüzeysel tanımıyla Türk ulusçuluğu, "Türk ulusunu daha
ileriye götürmekse", bu ancak DEVRİMCİ olmakla olanaklıdır. Her şeyin değişim
halinde olduğunu kabullenmemek, bu değişime ayak uyduramamak,
emperyalizme yem olmakla, bağımsızlıktan vazgeçmekle eşanlamlıdır.
Statükoculuğu, hatta daha da gerideki değerlerin günümüzde de aynen
yaşatılmasını öngören muhafazakârlığın Türk ulusçuluğu ile birlikte anılması
eşyanın tabiatına aykırıdır. Devrimci olmayan bir ulusçuluğun Türk Toplumunu
ileriye götürmeyeceği açık bir gerçektir.
"
Atatürk'e göre Türk ulusçuluğu, etnik kökene ya da dinsel inançlara
dayandırılamaz. Bu açıdan O, Gobineau, Hitler ve Mussolini'nin ulusçuluk
anlayışlarını kökten reddetmiştir. Üstün ırk teorisine bir paçavra kadar bile değer
vermemiştir. Ancak, Türk ırkçılığını reddederken de, Türk üst kimliğini reddederek
ülke topraklarının bir bölümü üzerinde ayrı bir devlet kurma girişiminde bulunan
ayrılıkçı ırkçılara da hoşgörü göstermemiştir. Milli Mücadele döneminde ve
sonrasında çıkan bölücü ayaklanmalara karşı izlediği politika, O'nun bu alandaki
kararlılığının ölçütüdür. Ulusçuluğun siyasallaştırılmasının en az dinin
siyasallaştırılması kadar tehlikeli olacağını bildiği içindir ki, bir örnek oluşturmak
üzere 1931 yılında Türk Ocakları'nı kapatmıştır. Ulusçuluk üzerine politika yapan,
ekonomik ya da siyasal rant elde eden; turancılık söylemleriyle, bir başka
ifadeyle boşboğazlık yaparak Türkiye'nin dışpolitikasını zora sokan bu kuruluş
yerine, halk eğitimini tüm boyutları ile üstlenen; okuma-yazma ve beceri kursları
açan; tarama dergilerine malzeme toplayan; etnografik anlamda çalışmalar
yapan; halk müziği derleme çalışmalarını teşvik eden Halkevleri'ni kurdurmuştur.
Türk ulusçuluğunun doğuş ve gelişimi aşamasında çok önemli tarihsel işlevi
olan Türk Ocakları'nın bugün fethullahçıların güdümünde bulunması, Atatürk'ün
ilerigörüşlülüğünün önemli bir tezahürü olsa gerekir.
"
ATATÜRK VE YAPAY ULUSÇULUK

"
Atatürk, ulusçuluk ilkesinin tanımını ve çerçevesini net bir biçimde ve defalarca,
hem de yoruma meydan bırakmayacak ölçüde ortaya koymuştur. Ancak, etnik,
dinsel ya da ideolojik sorunları olan kimi aydınlar, işlerine geldiğince adeta
cımbızla seçtikleri bir ya da iki cümle ile Atatürkçülüğü saptırma gayretlerini
bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Örneğin, Atatürk'e izafe edilen "Türk Milleti daha
fazla dindar olmaya mecburdur" cümlesi, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı olan
şeriatçı çevrelerin en çok kullandıkları "takiyye" cümlesi olarak seçilmiştir.
Türkiye'deki başta ayrılıkçı Kürt hareketi olmak üzere, her türlü terörist örgüt
eylemine, etnik-sosyalist faşizme karşı net bir tepki ortaya koymayan,
kınayamayan bazı aydınlarımız da, Atatürk ulusçuluğunun "TÜRK" olan adını yok
saymakta, Türkiye'yi etnik bir mozaike benzeterek yapay bir alternatif "Türkiye
ulusçuluğu", yapay bir alternatif "Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene" sloganı
oluşturma çabalarını kesintisiz devam ettirmişlerdir. Bir başka ifadeyle,
Osmanlı'nın etnik kimlik konusundaki yanlışlarını -sırf kendi etnik, dinselmezhepsel
ve ideolojik sorunları nedeniyle- sürdürmeye çalışan bu aydınlar,
şeriatçı, marksist ve bölücü yelpazede kendilerine yer bulmuşlardır. Yedi ayrı
etnik grubun yaşadığı Fransa'da, üç ayrı etnik grubun yaşadığı İngiltere'de, yüzün
üzerinde etnik grubun yaşadığı Rusya'da, hem de yüzyıllardan bugüne Fransız,
İngiliz, Rus ulusçuluğu yaşatılırken; bin yılı aşkın bir süredir, çeşitli kavimlerin
geçiş yolu olmuş ama sonuçta bin yılı aşkın süredir Türklere vatan olan, Türk
devletlerine sahne olan Türkiye topraklarında hem de çoğunluk halinde yaşayan
Türklere ulusçuluk yapma hakkını, ulus adını kullanma hakkını çok görmek ne
ölçüde tarihsel gerçeklerle bağdaşır ki?!. İşte bu çelişkiye daha 1920'lerde dikkat
çekmeye başlayan Atatürk, dünya tarihinde hiçbir devlet kurucusunun
yapmadığı ölçüde, kurduğu devletin sahiplerinin adını, dolayısıyla ulusun adını -
hem de olağanüstü tanımlarla- ortaya koymuştur. İşte, bilinen bu tanımlara
ayrıca açıklık getiren bazı sözleri:
"-
Bu memleket tarihte Türk'tü, bugün Türk'tür ve sonsuza kadar Türk olarak
yaşayacaktır.
"-
Benim hayatta yegâne onur kaynağım, servetim, Türklük'ten başka bir şey
değildir.
"-
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin
dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu
olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.
"-
Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve
ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle
beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlıbaşına bağımsız kimliğini
korumaktır.
"-
Türklük esastır. Bu varlığı, tarih içinde araştırmak, birbirine bağlı bir tarih içinde
tespit edilecek Türk medeniyeti ile öğünmek, yerinde olur. Fakat, bu öğünmeye
lâyık olmak için, bugün çalışmak lâzımdır. Her alanda, özellikle medeniyet
dünyasına eser vermek için çalışkan olmayı hedef tutmak lâzımdır.
"-
Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir eşsiz varlığın
yüksek görüntüsüne, yüksek sahne oldu. Bu sahne en aşağı 7000 senelik bir
Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk
tabiatın yağmurları ile yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından,
kasırgalarından önce korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası
tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım,
güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan
güneştir.
"-
Anasının ve babasının asilliği ile iftihar eden Teodoz, İtalya yarımadasına inmek
isteyen Türk Atilla'ya barış müzakeresinden önce sormuş: "Siz hangi asil
ailedensiniz?" Atilla da ona cevap vermiş: "Ben asil bir milletin evlâdıyım". İşte
benim cevabım da size budur.
"-
Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına, kendinden
sonra yaşayacaklara, son sözü şu olmalıdır: "Benim Türk milletine, Türk
Cumhuriyetine, Türklüğün geleceğine ait görevlerim bitmemiştir, siz onları
tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz". Bu
sözler, bir kişinin değil, Türk ulusunun duygusunun ifadesidir. Bunu her Türk bir
parola gibi kendinden sonrakilere devamlı tekrar etmekle son nefesini verecektir.
Her Türk ferdinin son nefesi, Türk ulusunun nefesinin sönmeyeceğini, onun
sonsuz olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk, senin için yüksekliğin sınırı yoktur.
İşte parola budur.
"-
Biz milliyet fikirlerini uygulamada çok gecikmiş ve çok ihmal etmiş bir milletiz.
Bunun zararlarını daha fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet
teorisinin, milliyet idealinin yok olmasına çalışan teorinin dünya üzerinde
uygulanma imkânı bulunamamıştır. Çünkü, tarih, olaylar ve gözlemler, insanlar
ve milletler arasında, hep milliyetin egemen olduğunu göstermiştir. Ve milliyet
prensibi, aleyhindeki büyük çapta gerçek tecrübelere rağmen yine milliyet
hissinin öldürülemediği, kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
"-
Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve
milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle
gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır.
"-
Bugünkü Türk milleti siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine kürtlük fikri,
çerkezlik fikri ve hatta lazlık fikri veya boşnaklık fikri propaganda edilmek
istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin bu keyfi idare
devirlerinin sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç
gerici, beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir
etki meydana getirmemiştir.. Çünkü bu milletin fertleri de, genel Türk toplumu
gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar... Bugün
içimizde bulunan hristiyan, musevi vatandaşlar, kader ve talihlerini Türk milletine
vicdani arzularıyla bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözü ile
bakmak; medeni Türk Milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi? Diyarbakırlı,
Van'lı, Erzurum'lu, Trabzon'lu, İstanbul'lu, Trakya'lı ve Makedonya'lı, hep bir ırkın
evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.
"-
Siyasi varlığımızın dışında, başka ülkelerde, başka siyasi gruplarla isteyerek
veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, kök birliğine sahip ve hatta
yakın, uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk toplulukları vardır. Tarihin bin bir
olayının sonucu olan bu durum, Türk milletinin tarihen ve ilmen oluşmasındaki
asaleti, dayanışmayı asla bozamaz.
"-
Türk milleti Kurtuluş Savaşından beri, hattâ bu savaşa atılırken bile, mahkûm
milletlerin hürriyet ve bağımsızlık dâvalariyle ilgilenmeyi, o davalara yardım
etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve
bağımsızlıklarına ilgisiz davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet
dâvası şuursuz ve ölçüsüz bir dâva şeklinde düşünülmemeli ve
savunulmamalıdır. Milliyet dâvası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce
şuurlu bir ideal meselesidir. Şuurlu ideal demek pozitif bilimlere, bilimsel
yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde, propagandalarda
denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve
öncelikleri mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce
kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük dâvasını böyle bir uygun
ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına,
zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut
Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.
"-
Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü,
temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir....
Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti
zekidir. Çünkü Türk milleti, milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri
yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve
medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müsbet ilimdir....
"-
Büyük Türk milleti, onbeş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde başarı vadeden çok
sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin, hiçbirinde milletimin, hakkımdaki
güvenini sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı inanç ve kesinlikle
söylüyorum ki, milli ideale tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin
büyük millet olduğunu bütün medeni dünya, az zamanda, bir kere daha
tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni niteliği
ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek
medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk milleti, sonsuza akıp
giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle,
saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. NE MUTLU
TÜRKÜM DİYENE!..
"
ATATÜRK SONRASI "ALTI OK" VE ULUSÇULUK
Atatürk'ten sonra, O'nun Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkeleri olarak miras
bıraktığı "Altı Ok"tan önce ulusçuluğun kırıldığını görüyoruz. A.B.D.'li strateji
uzmanlarınca, 1946'da Sovyetler Birliği'nin sıcak denizlere inmesini önlemek için
ortaya atılan "yeşil kuşak" teorisinin bir sonucu olarak, ılımlı islâmcılık ve de
ulusçuluk, Demokrat Parti ve daha sonra gelen sağ partilerce benimsenmiştir.
Laikliğin önemli ölçüde tahrip edildiği Demokrat Parti dönemi, ekonomik açıdan
getirileri tartışılmakla beraber, laikliği öngören devrim yasalarının çiğnendiği,
şeriatın hortlatıldığı kara bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır. Ümmetçilikle
ulusçuluğun birbirini net bir biçimde yadsıyan kavramlar olmasına rağmen,
özellikle nurcular, popülist ve ikiyüzlü bir yaklaşımla ulusçuluğa da sahip
çıkmışlardır. Bu dönemle birlikte, "müslümanlık", "ulusçuluk" ve "antikomünistlik"
kavramları, politik bir çıkar-sömürü söylemleri olarak sağ kesimin tekelinde
kalmıştır.
"
Atatürk'ün mirası olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı oku, A.B.D. destekli sağ
partilere tepki bağlamında oluşturulan -tutarsız ve dayanaksız- alternatif günlük
politikalar nedeniyle giderek aşınmaya başlamıştır. Sonuçta, son genel
seçimlerde T.B.M.M. dışında kalan C.H.P.'nin, neden bu hale düşüldüğü,
Atatürk'ün bu saygın mirasının nasıl harcandığı konusunda bir özeleştiriye bile
gitmediği görülmüştür. Kendi içinde, özellikle Genel Kurulları'nda, hezimetin
nedenleri ve sonuçları üzerinde demokratik tartışma zemini oluşturulacağı
yerde, kamuoyuna anlamsız hizip kavgalarının yaşandığı, sandalyelerin havada
uçuştuğu bir görüntü verilmiştir. İşte resmen ifade edilmese de özde yaşanan
sıkıntılar:
"
C.H.P., bırakın Türk halkının, Türk solunun bile partisi olmaktan çıkmıştır. Bu
partide etkili bir politika yapabilmeniz için ağırlıklı olarak ya "Kürt" ya "Alevi" ya
da "Karadenizli" gruplardan birine dahil olmanız gerekmektedir. Sünni kesim
içindeki şeriatçılardan nefret eden, Türklük bilincine sahip, alt kültür kimliğini
faşist çerçevede savunmayan, bölgecilik gibi ilkellikleri reddeden C.H.P.'lilerin
fazla bir şansı yoktur. II. Cumhuriyetçilerle, C.H.P. yöneticilerinin Türklük bilincine
yaklaşımları arasında hiçbir fark kalmamıştır. Kürtçü bölücülüğe tepki
göstermeyen, hatta Türkiye'deki "halkların" kendi dillerinde eğitim hakkını
savunarak Atatürk'ün kurduğu ulus-devletin temeline dinamit koyan bu partinin
kimi yöneticilerine göre, Türk ulusçuluğu, kabul edilemez bir faşistliktir. Bunun
için "Türk" adının yeralmadığı yapay bir ulusçuluğu savunur görünmeyi
yeğlemektedirler.
"
Atatürk'ün sınırlarını çizdiği, akıla, mantığa, Türkiye'nin gerçeklerine uygun;
evrensel değerleri içeren Türk ulusçuluğunu reddederek altı okun birini kıran
C.H.P., aynı zamanda devlete sahiplenme olgu ve zorunluluğunu da
redddetmiştir. Siyasal iktidar ve devlete karşı ebedi muhalefet görüntüsünü ve
fonksiyonunu kabul etmiş görünen C.H.P., kabul edilmesi olanaksız bir aşağılık
kompleksi ile, tıpkı Türk ulusçuluğunu ümmetçi sağa kaptırdığı gibi, devlet
yerine, devlete karşı olan unsurlara sahip çıkmayı yeğlemiştir. Tipik bir örnek
olarak, "insan hakları", "işkenceye karşı çıkmak" gibi evrensel değerlere sahip
çıkılırken çifte standart izlenmiştir. Örneğin, Türkiye'de bunca yıldır süren terörün
kurbanı olan sade vatandaşlarımıza, güvenlik kuvvetlerimize ve ailelerine en
küçük ilgi esirgenirken, TİKKO, DHKP-C ve benzeri örgütlerin militanlarına "insan
hakları", "işkence" vb. gerekçesiyle sahip çıkılmıştır. Yapılanlar hiç şüphesiz
yanlış olmamakla birlikte eksiktir. C.H.P. Türk halkını, Türk Devletini
kucaklamakta, bütünleşmekte ciddi uyum sıkıntısı içindedir. Bu "kafa"nın
değişmesi, ulusal içerikli yeni politikaların üretilmesi, yeni yaklaşımların
belirlenmesi gereklidir...
"
C.H.P.'nin kırılan altı okundan bir diğeri, laikliktir. C.H.P., şeriatçı yapılanmalara
karşı gerekli mücadeleyi lâyıkınca yapamamıştır. Özellikle fethullahçı
kadrolaşmaya karşı, söylemlerin ötesinde hiçbir önlem alamayan C.H.P.'nin kimi
yöneticileri, bu yapılanmanın şeyhi ile görüşme yapacak ölçüde gaflet
sergilemiştir. Son kaset olayından sonra tüm sağ partilerin ve de D.S.P.'nin
fethullahçılara destek vermesine karşılık, T.B.M.M. dışında da olsa C.H.P.
yönetiminin resmi bir protestosu sözkonusu olmamıştır. Yakın geçmişe
bakıldığında, Y.Ö.K., İçişleri Bakanlığı, M.E.B. ve benzeri kurum ve kuruluşlardaki
şeriatçı kadrolaşmaya karşı koalisyon dönemlerinde bile ciddi bir önlem ve tavır
alınamamıştır. Kıyımlara sadece seyirci kalınmıştır. Bu yetersizlik, oy deposu
olarak görülen alevi vatandaşlarımıza karşı da sözkonusu olmuştur.
Araplaşmamış bir inanç yapısı içinde, binlerce yıllık Türk-Türkmen kültür
öğelerini saklayıp günümüze kadar getirebilmiş bir kesimin mensuplarına da hak
ettikleri değer ve önem verilmemiştir. Gerek, T.B.M.M. çatısı altından yapılan
hakaretlere, gerek Sivas'daki dindışı, insanlıkdışı vahşete ve gerekse Diyanet
İşleri Başkanlığı'nda yapılması gerekli eşitlik ve adalete yönelik düzenlemelere
yeterli tepki ve ilgi göstermeyen bir C.H.P., bu kesimdeki Türkleri maalesef
sömürmeye devam etmektedir. Aynı sömürü, Atatürk'ün kurduğu devlete ve
Cumhuriyet rejimine düşman aşırı sol nitelikli bazı terör örgütlerince de
yapılmaktadır. Güvenlik kuvvetleri ile çarpışırken ölen militanların -Türk Bayrağı
değil- örgüt flamaları ile Cemevleri'nden kaldırılması, sömürünün bir başka
boyutudur. Laikliğin güvencesi olan Alevi Türkleri, bu sömürüden, en az camileri
kullanan şeriatçılardan rahatsız olan Sünni Türkleri kadar rahatsız olsa gerekir.
Görüldüğü gibi, Türk sözcüğünün başına Alevi-Sünni gibi eklerin getirilmesi
yakışmamaktadır, sakil durmaktadır, rahatsız etmektedir. Türklerin kendilerini
tanımlamaları için bu tür ayırıcı-bölücü sıfatlara gereksinimi olmadığı apaçık bir
gerçektir, gerekliliktir.
"
C.H.P., "Uluslararası Tahkim", "A.T.", "özelleştirme" gibi konularda, altı okun biri
olan "devletçiliğe" ve devletçiliğin olmazsa olmaz türünden "tam bağımsızlık"
prensibine gereğince önem vermemiştir, vermemektedir. Başta Prof.Dr. Yakup
Kepenek, Prof.Dr. Korkut Boratav gibi çok sayıda değerli ekonomisti içinde
barındıran C.H.P.'nin, ekonomik sorunlara ve emperyalizme karşı duyarsızlığını
anlamak kesinlikle olanaksızdır. Altı okun bir diğeri olan "devrimcilik", Türk
toplumunu daima daha ileriye götürecek politikaların üretilmesini
öngörmektedir; yoksa, adı devrimci olan ama gerçekte bir yüzyıl öncesinin
dogmalarını savunan illegal örgütleri değil. C.H..P.'nin mutlaka bu oku da
onarması gerekmektedir. Aynı şekilde, siyasal katılımdaki eşitliği, tam
demokrasiyi, sınıf çatışmasını değil toplumsal uzlaşmayı, ulusal gelirin hakça
paylaşımını, güçsüz kesimlerin korunmasını öngören "halkçılık" oku da
hatırlanmalı ve bu ilkenin yeniden yaşama geçirilmesini sağlayacak politikaların
üretilmesi sağlanmalıdır.
""

SONUÇ:
"
Görüldüğü gibi, C.H.P.'nin dayandığı "Altı Ok"un altısı da kırıktır. C.H..P., Atatürk'ün
kurduğu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ve en köklü partisi olma vasfından
uzaklaşmıştır. C.H.P., içinde bulunduğu ideolojik kimlik bunalımından çıkmak
zorundadır. "Altı Ok"un hepsi de evrensel anlamda ve boyutlarda değerini
korumaktadır, koruyacaktır da. Bunlardan birini ya da birkaçını yok saymak
olanaksızdır. Atatürk'ün altı ilkesi, birbirini tamamlamaktadır, asla ayrı
düşünmek, ele almak sözkonusu değildir. Hiçbir hizbin, bu ilkeleri kendi
kafalarına göre, kendi ideolojilerinin perspektifinden değiştirme, yorumlama
hakkı da bulunmamaktadır. C.H.P.'yi var eden "Altı Ok"u beğenmeyenlerin, geri
bulanların gidebilecekleri daha radikal siyasal partiler mevcuttur. Aynı şekilde,
Türkiye'de ulus-devlet gerçeğini yadsıyarak bölücülük yapanların da gideceği bir
siyasal parti hâlâ vardır. Türk ulusu, tarihi boyunca din ve mezhep kavgalarından
çok sıkıntılar çekmiştir. Yeni bir yüzyıla girerken, C.H.P. ve Türkiye, mezhepçilik,
bölgecilik gibi ilkel, dışarıdan kullanılmaya ve sömürüye açık hizipçiliği
reddetmek, bünyesinden söküp atmak zorundadır. Kavga, lider adaylarının
kavgası değildir. Çağdaş, ileri ve aydınlık bir Türkiye'nin yarınlarının kavgasıdır.
"
Şimdi, yıpranmamış yeni bir liderin yönetimindeki C.H.P., ya aslına dönerek "Altı
Ok"u yeniden benimseyecek ya da altı ayda bir yapılan olağanüstü genel
kurullarla kendi içindeki koltuk kavgalarını sürdürecektir. Bu seçim, sadece
partinin değil, Türkiye'nin de geleceğini belirleyecektir. Son Fethullah Gülen
olayında da görülmüştür ki, Türk siyasal hayatında C.H.P.'siz olmamaktadır...
"
Dr. Necip Hablemitoğlu
1999, Yeni Hayat, 5 (58): 11-16