Pages /KAYNAKLAR

20171108

Arkeoloji: Anadolu'da Yeni Keşifler



ANADOLU´DA YENİ KEŞİFLER


  • Anadolu´da gün be gün yapılan arkeolojik çalışmaların uygarlık tarihine nasıl önemli katkılar yaptığını göstermekte. Birçok arkeolojik keşif, uygarlık tarihinin hem anlaşılmasını hem de yeniden yazılmasını sağlayacak önemli veriler ...
  • Beşiktaş, Soğmatar, Aşıklı Höyük ve Anadolu´nun dört bir yanında, daha birçok kazıda yapılan yeni araştırmalar ve keşifler...
  • Arkeolojiyi bir araç olarak kullanıp, geçmişi bugünün önüne sunmak...

Alıntı Kaynak: http://www.aktuelarkeoloji.com.tr/60-sayi---anadoluda-yeni-kesifler



 

 ALGAİ: YUNT DAĞI'NIN GÜZELİ

Aigai, alışılmış Hellen yerleşimlerinden farklı olarak, Ege Denizi’ne nispeten uzak, dağlık bir coğrafyada, antik ismi Aspordenos olan Yuntdağı’nda kuruludur.

Kuzeyindeki Bakırçay (antik Kaikos) tarafından sulanan Pergamon ve güneyindeki Gediz (antik Hermos) tarafından sulanan Sardeis ve Spil Magnesia’sının ovalık, verimli topraklarının aksine, Aigai’nin dağlık arazisi tarıma pek elverişli değildir. Gene de Aigaililer kıyıya uzak, verimsiz, dağlık bu coğrafyada görkemli bir Hellen kenti kurmuş ve arkeolojik çalışmaların bize gösterdiği üzere bu kenti 1000 yıl boyunca ayakta tutmuşlardır.

Aigai’nin kurucuları, antik yazarların aktardığına göre MÖ 2. binyıl sonlarında Kıta Yunanistan’dan Lesbos ve Anadolu’ya göçmüş olan Aiollerdir. Bu halkın Anadolu’da yerleştiği bölge, Antik Çağ’da Aiolis olarak adlandırılmaktadır. Aiolis’in kuzey sınırı Edremit Körfezi, güney sınırı ise İzmir Körfezi’dir. Aiollerin ilk yerleşimlerini kıyıda kurdukları, Aigai’nin bulunduğu iç bölgeye ise daha sonra yayıldıkları söylenebilir. Kentte yürütülen arkeolojik çalışmalar şimdilik, Aigai’nin kuruluşunun MÖ 8. yüzyıl sonlarında olduğunu göstermektedir. Aigai’nin Hellenistik ve Roma yapıları, kentin erken tabakalarını neredeyse tamamen tahrip etmiştir. Gene de anakaya çukurlarında ele geçirilebilen Geç Geometrik ve Orientalizan buluntular, MÖ 8. yüzyıl sonlarına aittir. Aigai Nekropolisi’nde tespit edilmiş en erken mezarlar da aynı döneme tarihlenmektedir. Aigai adının etimolojik olarak keçi ile olan bağı, kent sikkelerinde sıklıkla kullanılan keçi sembolü, epigrafik kanıtlar ve günümüzde hala temel üretim faaliyeti hayvancılık olan köyler barındıran Yunt Dağı’nın coğrafi yapısı; Aigai’nin ekonomisinin MÖ 8. yüzyıldan itibaren hayvancılığa dayandığını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.

Yazı: Yusuf SEZGİN





 AŞIKLI HÖYÜK


Günümüzde hızlı ve etkin bir değişim süreci yaşamakta olan insanlık, farklı ritimlerle ve farklı nedenlerle de olsa benzer değişim süreçlerini geçmişte de yaşamıştır.

Toplulukların bilinçli seçimleri, fiziki çevre koşullarına verdikleri yanıtlar, kültürel etkileşimler ve daha pek çok nedenin anlaşılması, geçirdikleri değişimlerin izini sürmekle mümkündür. Geçmiş ile gelecek arasındaki eşikte duran geçiş toplumlarını çözümlemek, olguların öncesi ve sonrasını derinlemesine anlayabilmek adına önemlidir. Orta Anadolu Bölgesi’nin Kapadokya kesiminde yaşamış olan Aşıklı insanları benzeri bir eşikte duran, sadece yaşadıkları zamanı değil, öncesi ve sonrasına ilişkin de pek çok şeyi bizlere fısıldayan bir topluluktur. Aşıklı insanları eski bir yaşam biçimini terk etmeye başlayarak yeni, daha önce deneyimlemedikleri bir yaşam biçimini oluşturmaya başlamış ve 1000 yıla yakın bu yeni yaşamı yavaş ve kararlı biçimde sürdürmeyi başarmıştır.

Sosyal, ekonomik, teknolojik, davranışsal, bilişsel açıdan ele alınan bu süreçte yaşanan ağır ritimli ve aşamalı değişimler mimaride, yerleşme dokusunda, alet yapım teknolojisinde (obsidyen ve kemik alet işçiliği), bitki ve hayvan (koyun/keçi) evcilleştirmede, nüfus ve toplumsal yapıda izlenebilmektedir. Tüm süreçte belirleyici ve özgün olan, topluluğun gözlem ve deneyimlerini kuşaktan kuşağa aktarımı, paylaşımı ve kolektif yaşam anlayışıdır. Devamlılık ve aktarım olgusu, Aşıklı topluluğunun en eski evresi ile başlar, tüm yerleşme süresince devam eder ve yerleşik ve üretime yönelik yeni yaşam biçiminin kurulmasının temel ilkesini oluşturur.

Ağaç ve saz kullanarak inşa edilmiş geçici kulübe tarzı yapılar, duvarları, güneşte kurutulmuş kerpiç bloklarla örülü, yuvarlak planlı çukur barınaklardan, dörtgen planlı toprak zemin üzerine yapılan kerpiç yapılara, tek odalı, iki odalı, girişleri çatıdan konut işlevli yapılardan kireç tabanlı, duvar ve taban sıvaları boyalı özel amaçlı yapılara kadar plan, yapım ve kullanım açısından çeşitlilik gösteren mimari bulgular, topluluğun bin yıllık iskan tarihinde mimarlık tarihi açısından gelişimini gösteren bulgulardır.

Yazı: Mihriban ÖZBAŞARAN - Güneş DURU


 DOMUZTEPE

Domuztepe, Kahramanmaraş ili, Pazarcık ve Türkoğlu ilçelerinin sınırları içinde yer almaktadır.

Yerleşim, Kahramanmaraş kent merkezinin yaklaşık 30 kilometre güneyinde, Gaziantep kent merkezinin ise yaklaşık 40 kilometre kuzeybatısında bulunmakta olup, her iki kent merkezine asfalt karayolu ile çok rahat ulaşılmaktadır. Öte yandan, doğuda, yaklaşık 30 kilometre uzaklıktaki Pazarcık ilçe merkezi üzerinden 180 kilometre sonra Malatya ve Fırat Havzası’na ulaşmak mümkündür. Aynı şekilde, Amanos üzerindeki Belen Geçidi’ni aşarak Hatay ve Suriye düzlüğüne kolaylıkla erişilebilmektedir.

Üzerindeki yaban domuzu yuvalarından dolayı yerel halk tarafından Domuztepe olarak adlandırılan yerleşim, 1993 yazında Kahramanmaraş ili sınırları içinde gerçekleştirilen bir yüzey araştırması esnasında keşfedilmiştir. University of California, Los Angeles (UCLA) adına Prof. Elizabeth Carter başkanlığında, Amerikan-İngiliz ortak projesi olarak yürütülen yüzey araştırmasında ziyaret edilen yerleşimin boyutları ve yüzeyinden toplanılan malzeme ilk araştırma sezonunda heyetin dikkatini çekmiştir.

Yazı: Halil TEKİN



BEŞİKTAŞ METRO KAZILARI


İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Sayın Zeynep Kızıltan ile Beşiktaş Metro Kazıları ve İstanbul Kent Arkeolojisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

İstanbul’da hızlı kentleşme ile birlikte kentin ve kentlinin ihtiyaçları da giderek artıyor. Bu ihtiyaçların en önemlilerinden biri de ulaşım. Son 10 yıl içinde kentin ulaşım sorununu çözmek amacıyla başlatılan, kimisi tamamlanan kimisi devam eden birçok büyük proje nedeniyle artan kurtarma kazıları, kent arkeolojisine önemli katkılar sağladı. Kent tarihine yeni bir boyut kazandıran bu kazılar, İstanbul’un tarih öncesi dönemlerine yeni bilgiler katmakla birlikte, tarihi yarımadadaki ilk yaşam izlerinin açığa çıkmasına da neden oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından yürütülen Kabataş-Mecidiyeköy-Mahmutbey Metro Projesi kapsamında, ilgili Koruma Bölge Kurulu kararları, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ruhsatı ile 2016 yılı Ocak ayında başlatılan Beşiktaş Kazıları ise İstanbul’un tarihine yepyeni bilgiler sunuyor. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Sayın Zeynep Kızıltan ile hem Beşiktaş Kazılarını, hem de İstanbul Kent Arkeolojisini konuştuk.

Röportaj: Deniz GENCEOLU - Seda ÜLGER





 NICOMEDIA UYANIYOR…


Büyük bir kentte, hele ki büyük bir sanayi kentinde müzecilik yapıyorsanız, hafta sonu ısrarla çalan cep telefonunuz yeni bir arkeolojik keşfin habercisidir, bilirsiniz.

Bu durumda bir acil doktorundan daha hızlı hareket etmeniz gerekir. Aksi takdirde sonuç geri dönülemez olabilir. Güzel bir ilkbahar pazarında ailemle kahvaltı ederken yaşanan sahne tam da bu oldu. Telefondaki ses “büyük bir mezar” bulunduğunu söylüyor. Hızlıca müzedeki nöbetçi uzman arkadaşım Sanat Tarihçisi Özay’ı arayıp olay yerine geçmesini istiyorum. Ardından bir yandan hızlıca hazırlanıp, bir yandan iki küçük kızıma niçin gitmem gerektiğini anlatıyorum fakat bu güzel anları bıçakla kesiyormuş gibi bir anda kesip kenara atmamı hiçbir zaman anlamadıklarını, sebeplerimi dinlemek bile istemediklerini biliyorum. Bir baba olarak durumu izah etmek çok zor ancak bir müzeci olarak onlar ve tüm çocuklar için, onların geleceği için çabaladığımın farkındayım.

Büyük bir süratle vicdanımın sesini susturduktan sonra arabama atlıyorum ve kısa bir süre sonra olay yerindeyim. Gördüklerime inanamıyorum!

“Büyük Mezar”

Kocaeli’nin İzmit ilçesi, Serdar Mahallesi, D-100 karayolunun 20 metre güneyinde, No:59’da İSU Genel Müdürlüğü (Kocaeli Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü) bahçesindeyiz. Sosyal tesis inşaatları için açılan temel kazısında buluntulara rastlamışlar. Telefondaki sesin neden buluntuyu “büyük mezar” olarak tanımladığını görünce anlıyorum. Önümde doğu-batı doğrultusunda uzanan ve in situ oldukları anlaşılan 3 lahit uzanıyor. Biri bugüne kadar Nicomedia’da bulunan neredeyse en büyük lahit olabilir. Ve her zamanki gibi olayın mesleki heyecanını sayılı saniyelerle hissedebildikten sonra sıra “gerçeklere” geliyor; “acı gerçeklere”.

Yazı: Rıdvan GÖLCÜK





 KARKAMIŞ’IN HİTİT DÖNEMİ


Karkamış, antik çağ araştırmaları alanında, özellikle iki yönüyle bilinir. Bunlardan ilki, kentin kazılarla ortaya çıkan Geç Hitit Döneminin anıtsallığı; ikincisi ise Karkamış’tan bahseden ancak yerleşme dışında bulunan Hitit İmparatorluk Dönemine ait yazılı belgelerin çokluğudur.

Yakın zamana kadar, yerleşmede Hitit İmparatorluk Dönemine ilişkin arkeolojik bulgular son derece sınırlıydı. Bunun bir nedeni, Aşağı Saray alanındaki kült yapılarının kesintisiz kullanımı, bir diğer nedeni ise erken tarihli kalıntıların üzerindeki tabakaların anıtsallığı idi. 2011 yılından bu yana, yerleşmenin farklı alanlarında yaptığımız kazılarda Geç Tunç Çağına ilişkin bulgular elde etmeyi başardık. Bu bulgular arasında, A Doğu, D ve H alanlarında tespit edilen, MÖ 14. yüzyılın ikinci yarısında Kral I. Şuppiluliuma tarafından gerçekleştirilen yıkım tabakası (Geç Tunç I olarak adlandırdığımız buluntu topluluğunun üzerini örten tabaka), G alanında açılan derin sondajda saptanan Orta Tunç Çağından Geç Demir Çağına kadarki tüm silsile ve P Batı alanında 2016 yılında bulunan, Geç Tunç Çağı sonlarına tarihlenen kale yapısı (Woolley tarafından “Kuzeybatı Kale” olarak adlandırılır) ile üzeri figüratif bezemelerle kaplı silindir mühürlere ait kil mühür baskıları yer almaktadır. Karkamış’ın 2017 kazı sezonunda, AA olarak adlandırdığımız akropol alanındaki açmaları da nihayet açabildik. Geç Tunç II’nin başlarına yani kentin Hititler tarafından ele geçirilmesinin hemen sonrasına tarihlenen devasa bir tapınak benzeri yapının bulunduğu bu alanın tüm üst tabakaları, 1910’larda yürütülen kazılar ile akabinde, bugün alanda hala varlık gösteren askeri birliklerin varlığı nedeniyle kaybolmuştur.

Yazı: Nicolo MARCHETTI




 SOĞMATAR NEKROPOLÜ


Antik dönemde Edessa Krallığı sınırları içerisinde yer alan Soğmatar, bugünkü Şanlıurfa ilinin 60 km güneydoğusunda, Harran ilçesinin ise 40 km kuzeydoğusunda Tektek Dağları’nda önemli pınarların bulunduğu bir yerde bulunmaktadır.

Soğmatar’ın bulunduğu alan çoğunlukla alçak tepeler şeklinde kayalıklardan oluşmaktadır. Alana girişte kuzeyde yer alan alçak tepenin güney sırtlarında kaya mezarları, köyün içerisinde Kalkolitik Çağdan İslami Döneme kadar kesintisiz yerleşimin olduğu tespit edilen bir höyük, höyüğün kuzey ve güney yönündeki tepe sırtlarında ve de batıda yer alan tepelerin üzerinde kaya mezarları bulunmaktadır. Soğmatar özellikle MS 1. ve 2. yüzyıllarda Ay Tanrısı Sin tapınımı ile ön plana çıkmıştır. Bunu ana kayaya yapılmış rölyef ve yazıtlardan anlayabilmekteyiz.

Soğmatar’da şu ana kadar 54 kaya mezarın kazısı tamamlanmıştır ve Erken Tunç Çağında kullanım gördüğü anlaşılan 40’ı aşan kaya oyuğu mezarın tespitiyle, bölgede daha önce hiç bu kadar çok sayıda dönemi veren bu tipte mezarın bir arada ortaya çıkarılmamış olduğu göz önüne alındığında Soğmatar’ın önemi daha iyi anlaşılacaktır. Mezarların içinden ele geçen önemli buluntular arasında bölgenin Erken Tunç Çağının ETÇ I-II evresi az olmakla birlikte çoğunlukla ETÇ III ve IV evresini veren tüm kaplar ve çanak çömlekler, benzeri Lidar Höyük’te ve genellikle satın alma yoluyla Gaziantep, Diyarbakır ve Şanlıurfa müzelerine gelen ve Sumer Uygarlığı'nın savaş arabası modelini veren pişmiş topraktan yapılmış oyuncak araba, yine benzeri Gre Virike Kazısında MÖ 3. binyıl başına tarihlendirilen çocukların oynadığı oyuncak olarak bilinen pişmiş topraktan kuş betimli çıngırak, ayrıca çocuk oyuncaklarından biri olarak arabayı çeken pişmiş toprak at figürini tekerlekleri ile birlikte ele geçmiştir.

Yazı: Yusuf ALBAYRAK – S. İrem MUTLU – Semih MUTLU





 YENİKAPI 12: BİR ORTA ÇAĞ TEKNESİ


Yenikapı 12, Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in deniz ticaretinin yoğun yaşandığı Theodosius Limanı’nda, 9. yüzyılda batmış olan küçük bir ticaret teknesidir.

Batışından yaklaşık on iki yüzyıl sonra, İstanbul Arkeoloji Müzeleri tarafından gerçekleştirilen Yenikapı kazıları sırasında 2007 yılında keşfedilmiştir. Ortaya çıkarılışından itibaren gövde ahşapları üzerinde aralıksız sürdürülen inceleme ve araştırmalar, batığın rekonstrüksiyonun tamamlanmasıyla birlikte görünür bir sonuca ulaşmıştır.

Yenikapı 12’nin rekonstrüksiyonu, Yenikapı gemileri arasında, doktora düzeyinde araştırması tamamlanarak inşa edilen ilk örnektir. Uygulamalarda, arkeolojik kalıntının detaylı çalışılması ve yorumlanması sonucu belirlenen teknenin gerçek biçimi, boyutları, ahşap türleri, ahşap elemanların birleşme şekilleri ve yerleri gibi karakteristik özelliklerine bağlı kalınmıştır. Bu nedenle, Yenikapı12’nin rekonstrüksiyonu, Erken Orta Çağda denizlerde seyir eden küçük bir ticaret teknesinin doğruya en yakın örneğini bize sunmaktadır.
Yazı: Işıl ÖZSAİT KOCABAŞ




 BABİL’İN ASMA BAHÇELERİ


MÖ 6. yüzyılda Babil, antik dünyanın en büyük ve en görkemli kentsel merkeziydi.

İlk olarak MÖ 3. Binyıl başlarında iskân gören kent, MÖ yaklaşık 1750’lerde, Hammurabi’nin hükümdarlık dönemi sırasında imparatorluk başkenti ilan edilerek, Güney Mezopotamya’nın yeni gelişmekte olan kültürel ve dini merkezi haline gelinceye kadar önemsiz bir yerleşmeydi. Babil’deki ilk büyük felaket MÖ 1595 yılında meydana geldi. Anadolu’dan gelerek kenti yağmalayan Hititler, geldikleri gibi her şeyi hızlıca ele geçirdiler. Babil, bu büyük felaketin ardından MÖ1400’lerde yeniden yükselişe geçti.

MÖ 1353-1335 yılları arasında hüküm süren Mısır firavunu Akhenaten’e ait Amarna Sarayı’nda keşfedilen düzinelerce çivi yazılı tablet arasında, dönemin büyük güçleri arasındaki kraliyet yazışmaları da yer almaktadır. Bunlar arasında Babil’den gönderilmiş birçok mektup bulunur.

Babil’deki ikinci büyük felaket MÖ 1159 yılında meydana gelir. Yıkım bu kez Güneybatı İran’ın Elam halkının ellerinden gelir. Bu tarihten yaklaşık bir jenerasyon sonra, I. Nabukadnezar döneminde kentin şansı yeniden yaver gider. Yaz ortasının alev gibi sıcağında Elam’ı işgal eden I. Nabukadnezar, Elamlılar tarafından ele geçirilmiş kutsal Marduk heykeli ile çok sayıda diğer Mezopotamya ganimetini geri alır. Arasında Naram-Sin’in Zafer Steli ve Hammurabi Kanunları’nın yazılı olduğu stel de bulunan bu sanat koleksiyonu, yaklaşık bir yüzyıl önce Elam başkenti Susa’da Fransız arkeologlar tarafından keşfedilmiştir.

MÖ 1. binyılda kuzeyde egemenlik kuran Asurlar için Babil yalnızca inatçı bir dikendi. Assur kralı Sanherib, kendisinden sonra Babil’e hükmedecek olan oğlunun kaçırılması üzerine Babil’e tüm gücüyle saldırır. Genç adam bir darbe girişimi sırasında esir alınmış ve esaret altında ölmüştür. İntikam almak isteyen Asurlar MÖ 689’da kenti yakıp yıkar.

Antik kaynaklarda, Fırat’a akan yıkıntı ve enkazlar nedeniyle Körfez’in kahverengiye döndüğü yazmaktadır. Yeniden inşa edilip, daha sonra bir kez daha Asurlar tarafından yıkılan Babil, Medler ile ittifak kurarak MÖ 612’de Asurların kesin olarak sonunu getiren Nabopolassar döneminde nihayet yeniden küllerinden doğar.

Yazı:  Karen POLINGER FOSTER

ALINTI KAYNAK: https://aktuelarkeoloji.com.tr/anadoluda-yeni-kesifler