Pages /KAYNAKLAR

20180308

✍️ 📰 🇹🇷Sarayın Değil Meclisin Eseri / Sinan Meydan

Sarayın Değil Meclisin Eseri 
/Sinan MEYDAN

“Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir” (Atatürk, 1922)


Hangi akıl ve vicdan sahibi gerçek yurtsever, Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Gazi Meclis'in etkisizleştirilmesine “Evet” diyebilir? Hangi yurtsever, Türkiye Cumhuriyeti'nin kaderini Meclis'in; ortak aklın elinden alıp bir adamın aklına, insafına vicdanına teslim edebilir?

I. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'yi işgal eden emperyalist devletler, öncelikle Meclis'i etkisizleştirip bir adamı; padişahı/halifeyi kontrol etmek istediler. Çünkü Meclis'in, ne o kanlı işgalleri ne de o idam fermanı Sevr Antlaşması'nı kabul etmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Planları şuydu: Önce Meclis'ten, milli iradeden, ortak akıldan kurtulacaklar, sonra da kontrol ettikleri bir adamı; padişahı/halifeyi kullanıp bir milleti esir etmeye çalışacaklardı. Nitekim padişaha baskı yaptılar, Meclis'i kapattırdılar.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı.

Emperyalizmin bu tek adam planını Atatürk yine Meclis'le bozdu.

MİLLETİN MECLİSİ VE HALKIN DEVLETİ

23 Nisan, güneşli bir cuma günüydü.

Ankara'da mahşeri bir kalabalık vardı.

Hacı Bayram Camii'nde kılınan cuma namazından sonra dışarıda bir alay düzenlendi.

Ulema, şeyhler, sarıklı, kalpaklı, fesli milletvekilleri, ileri gelen yöneticilerle yüksek rütbeli askerler, büyük bir kalabalık eşliğinde Hacı Bayram Camii'nden Millet Meclisi'nin açılacağı binaya doğru yürüyordu. Meclis'in önünde dualar okunup tekbirler getirilip kurbanlar kesildikten sonra Atatürk, Meclis binasının iki üç basamaklı merdivenlerine çıktı. Kırmızı-beyaz kurdeleler bağlanmış olan kapıya yaklaştı. Bir makasla kurdeleleri kesti. Dualarla Meclis'e girildi.

İşte o an Ankara'da yeni bir devlet kuruldu. Bu yeni Türk devleti, sarayın değil halkın devletiydi. Şevket Süreyya Aydemir'in ifadesiyle “Halk hareketi bir halk devleti şeklini aldı.”

Meclis salonunda tahta okul sıraları vardı. Karşıda bir kürsü ve konuşma yeri yapılmıştı. Bir kahveden getirilen iki asma lamba tavandan sarkıtılmıştı.

Hacı Bayram Camii'nden getirilen sancak kürsünün arkasına; Kuran'ı Kerim'le Sakalı Şerif de kürsünün üstüne konulmuştu.

ÇEŞİTLİLİK VE KUTSAL BİRLEŞME

Meclis'te toplam 414 milletvekili olacaktı, ancak birçok ilin milletvekilleri henüz Ankara'ya gelememişti. Bu nedenle Meclis 115 milletvekilinin katılımıyla açıldı. Daha sonra gelebilenlerle bu sayı 380'e kadar çıkacaktı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C 2, 26. Bas., İstanbul, 2009, s. 321)

■ 115 memur-emekli
■ 61 sarıklı hoca
■ 51 kumandan-subay
■ 46 çiftçi
■ 37 tüccar
■ 29 avukat
■ 15 doktor
■ 10 aşiret reisi, ağa
■ 8 tarikat şeyhi
■ 6 gazeteci
■ 2 mühendis

İlk Meclis'teki bu yoğun çeşitlilik şaşırtıcı biçimde kutsal bir amaçta birleşecekti.

İlk Meclis'teki bu çeşitliliği ve birleşmeyi o Meclis'te genç bir memur olarak çalışan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu şöyle gözlemlemişti:

“1920'de Meclis'e memur olarak girdiğimde hemen dikkatimi çeken durum milletvekillerinin kılık, kıyafet, yaş, kafa yapısı ve görgülerinin başka başka ve çok değişik oluşuydu. (…) Bilgileri ve yetişme ortamları çok değişik olan bu insanlar bir tek amaç doğrultusunda birleşmişlerdi: Vatanı kurtarmak. Bu birleşmeyi sağlayan kişi de Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa idi.” (Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis, Nisan 1999, s. 80-81)

İlk Meclis, o günlerde Türkiye'de yaşayan halkın tamamını en iyi şekilde temsil ediyordu. Samet Ağaoğlu'nun ifadesiyle, “Birinci Büyük Millet Meclisi Türk Milleti'nin ta kendisiydi.” (Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, 4. Bas., İstanbul, 1973 s. 57)

İlk Meclis'in zenginliği ve gücü aslında bu çeşitliliğinden geliyordu. Farklı etnik kökenden, mezhepten, siyasi görüşten, meslekten gelen milletvekilleri arasında doğal olarak birçok konuda fikir ayrılığı vardı.

Bu fikir ayrılıkları çok sert tartışmalara neden oluyordu. Hükümet Meclis'e karşı sorumluydu. Meclis, hükümeti çok sıkı kontrol ediyordu. Örneğin birçok konuda gensoru verilmişti. Bütçe görüşmelerinde birkaç kuruşun bile hesabı sorulmuştu. Her konu en ince ayrıntısına kadar tartışılıyordu. Meclis'in bilgisi dışında bir karar alıp uygulamanın imkânı yoktu. Kurtuluş Savaşı boyunca tüm kararlar, tartışma ve görüşmeyle, oy birliğiyle Meclis'te alındı.

Türk tarihinde ilk kez millet kendi kaderini kayıtsız koşulsuz bizzat kendi eline aldı. Artık egemenlik kayıtsız şartsız milletindi. Millet artık tek adamların; sultanların/padişahların ağzına bakmayacak, kendi kararını kendisi verecek, kendi geleceğini kendisi yazacaktı.

TÜRKİYE'NİN KALBİ

Türkiye'nin kalbi artık Anadolu'nun orta yerinde, Ankara'daki küçük bir binada atıyordu. İlk Meclis binası, İttihat ve Terakki Kulübü olarak yapılmış, ancak bazı bölümleri henüz tamamlanmamıştı. I. Dünya Savaşı sonrası Ankara'ya gelen Fransız subay ve erler tarafından kullanılmıştı. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun deyişiyle:

“Bugün müze olan ilk Meclis binası Milli Mücadele'nin sanki soluk alıp verdiği ‘göğüs kafesi' idi. Bu mücadelenin yüreği onun içinde çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına her gün inanç, yüreklilik ve savaş azmi, umut ışığı oradan dağılıyordu. Duraksamaları, inançsızlıkları, ihanet ve başkaldırmaları yok eden bütün atılımlar Mustafa Kemal'in başkanlığındaki TBMM'nin çalıştığı bu binadan yapılıyordu. Milli Mücadele ve Kuvayı Milliye ruhu Türkiye'nin her yanına oradan yayılıyordu…” (Velidedeoğlu, age, s. 66.)

YOKSUL AMA ONURLU MİLLETVEKİLLERİ

Milletvekilleri genelde çok yoksuldu. Giyim kuşamları çok kötüydü. Ceplerinde paraları yoktu. Pek çok milletvekili Ankara'da başını sokacak bir ev bile bulamamıştı. Çoğu milletvekili öğretmen okulunda yatıyordu. Karyolalar yetmeyince yer yatakları serilmişti. Orada yer bulamayanlar ise istasyon yolundaki çayırlıkta, açıkta yatmış ve çoğu sıtmaya yakalanmıştı.

Yemek bulmak da sorundu. Bazı milletvekilleri bir süre yanlarında getirdikleri bulgur, fasulye, pirinç ve kutular içindeki yağla karınlarını doyurmuştu. Yunus Nadi Bey anılarında, 48 ile 55 kuruş toplayıp tabldot sistemi kurarak yemek sorununu çözdüklerini anlatır. Mehmetçiğin cephede toprak siperlerde uyuduğunu bilen milletvekilleri tahta sıralarda uyumayı bile lüks bulmuştu.

Dahası Mehmetçik cephede tütünü daha iyi kâğıtlara sararak içsin diye Meclis tutanakları dilekçe kâğıtlarına, mektup kâğıtlarına, hatta kese kâğıtlarına basılmıştı. Yokluk ve yoksulluk içinde azı çok edip vatan kurtarmanın hesaplarını yapan fedakâr milletvekilleri önce maaşlarının yüzde 20 kadarını, sonra da yol paralarının bir miktarını Hazine'ye bağışlamışlardı.

Çok sayıda milletvekili cepheye koşmuştu. Düşmanla savaşıyordu. Şehit ve gazi olan vekiller vardı. Atatürk,1 Mart 1922'deki Meclis açış konuşmasında şu bilgiyi vermişti: “Sayın arkadaşlarımızdan bir kısmı halen orduların ve birliklerin başında ve düşman karşısında savaşma görevini yürütmektedirler. Bugün Meclis'te bulunan bazı arkadaşlar bile bu yıl içinde yapılan savaşlara fiilen katılmışlardır.”

  
  
  

SARAYIN DEĞİL MECLİS'İN ESERİ

Atatürk, sarayların/sultanların, tek adamların batırdığı ülkeyi, işte bu Millet Meclisi'yle kurtardı.

Ankara'da TBMM'nin açıldığı 1920 yılı itibariyle Osmanlı Devleti, tüm fetih topraklarını kaybetmişti: Avrupa, Balkanlar, Trakya, Afrika, Ortadoğu, Ege Adaları ve Anadolu'nun büyük bir bölümü işgal edilmişti. Osmanlı Devleti'nin üç başkenti; Bursa, Edirne ve İstanbul bile kaybedilmişti. Osmanlı, 600 yıl önceye, kuruluş devrine, o küçük beylik dönemine geri dönmüş gibiydi. Osmanlı'nın 5.5 milyon kilometrekare toprağından geriye, 1920 itibariyle, 500 bin kilometrekare toprak bile kalmamıştı. 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması'yla bize kalan toprak miktarı 480 bin kilometrekareydi. Kurtuluş Savaşı sayesinde Lozan'da buna 256 bin kilometrekare toprak eklenerek 736 bin kilometrekareye ulaştırıldı. 1939'da Hatay'ın anavatana katılmasıyla 47 bin kilometrekare daha toprak kazanıldı. Böylece Türkiye'nin yüzölçümü 783 bin kilometrekare oldu.

Bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklar saraydan/sultandan miras kalmadı, bu toprakları Meclis, millet kanıyla, canıyla yeniden vatan yaptı.

Zafer, sarayın/sultanın değil, tamamen milletin eseriydi. Millet artık tek adamlara; sultanlara/padişahlara güvenemezdi.

Atatürk açıkça uyarıyordu:

“Millet yalnız kendi kolları ve kendi kanı ile kazandığı egemenliğini ve bağımsızlığını son felakete kadar büyük bir saflık ve tedbirsizlikle kendisine önder tanıdığı ve derin bir bağlılıkla hayatının koruyucusu saydığı kişilere ve yönetimlerine artık güvenemez. Millet bundan sonra hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına bizzat kendisi koruyucu olacak ve bütün vatanda yine yalnız kendisi ve kendi yönetimi hüküm sürecektir.”


Atatürk, tek adamlara değil, kendimize güvenmeyi öğretti.

ZAFERİN SIRRI: ORTAK AKIL

Zaferin sırrı en ufak bir karar alırken bile danışmaktı. Zaferin sırrı tartışmaktı, sormaktı, sorgulamaktı, denetlemekti; gerektiğinde yetkilendirmek gerektiğinde frenlemekti, gerektiğinde hesap sormaktı… Zaferin sırrı ortak akıldı. Zaferin sırrı milli egemenlikti. Zaferin sırrı bir ölüm kalım savaşında tüm yetkiyi ve sorumluluğu BİR ADAMA değil BİR MECLİS'E vermekti.

Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkının”, yani Türk Milleti'nin, tüm farklılıklarıyla Meclis çatısı altında bir araya gelerek, omuz omuza vererek bir ölüm kalım savaşını kazanabileceğini kanıtladı.

Durum bu kadar açıkken, hangi akıl ve vicdan sahibi gerçek yurtsever, Meclis'le, ortak akılla, milli iradenin gücüyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin kaderini BİR ADAMIN aklına, insafına, vicdanına teslim edebilir? Milletin canı pahasına kurduğu bu ülkeye ve bu ülkenin Gazi Meclisi'ne bundan büyük saygısızlık olur mu?

ÖZGÜRLÜĞÜNDEN VAZGEÇME

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil mi? Ben istersem egemenliğimi BİR ADAMA devrederim, istersem ÖZGÜRLÜĞÜMDEN de vazgeçerim!” diye düşünenler olabilir. Ancak bu düşüncenin sonu gönüllü köleliktir.

İlginçtir!

Bu düşünceye sahip olanları Atatürk,1 Mart 1923 tarihli Meclis açış konuşmasında şöyle uyarmış:

“Bir insan belki kendi isteği ile kişisel özgürlüğünü bir yana bırakabilir. Fakat bu girişim koca bir ulusun hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, büyük ve onurlu bir milli yaşam bu yüzden sönecekse, o milletin evlatları ve torunları bu yüzden yok olacaklarsa bu girişim hiçbir zaman meşru ve kabul edilebilir bir konu olamaz. Ve hele böyle bir girişim hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile düşünülemez.”



Kendini değil, çocuklarını düşün.

Egemenliğini asla bir adama devretme ve hiçbir zaman özgürlüğünden vazgeçme…

Alıntı Kaynak: SÖZCÜ Gazetesi