Yazılı tarihi itibarıyla 2500 yıl öncesine kadar giden felsefe tarihi, dar anlamda felsefenin ve filozofların tarihi gibi görünse de esasında bütün bilimlerin, bilim insanlarının tarihini ifade eder. İnsanlığın hakikati her alanda arayışı, her alandaki bilginin aranması anlamına gelir. Felsefe, bilgi ve hakikat sevgisinin ifadesi olarak, insanlığın bilgiyi aramasının yöntemli disiplinidir. 19. yüzyıla kadar bütün bilimler felsefenin çatısı altında bulunuyordu ve bu ayrılık yaklaşık yüzyıl sürdü. Bu arada her bilim kendi yöntem ve kavramlarını oluşturdular. Her biri, bilgiyi ve hakikati, oluşturdukları bu yöntem ve kavramlar örgüsü düzleminde araştırmaya ve belirlemeye başladı. Daha çok bilginin teknolojiye uygulanmasını önceleyen bu bilim alanları, olgucu-deneyci bir bilimsel yöntemi benimseyip insan bilimleri alanlarını felsefeye bıraktılar. Felsefe bu süreçte salt edebi, sanatsal ve duygusal bir insani alanın içine sıkıştı. Felsefeden ayrılan bilimler genellikle deneysel bir yöntem izledikleri için, psikoloji, sosyoloji, psikiyatri, siyaset, ekonomi, hukuk, ahlak gibi temelde insan bilimlerini ilgilendiren konularda da bilgi ve gerçeklik arayışını felsefeyi dışlayarak kendine has “bilimsel” yöntemin sınırları içine aldı. Bu durum çağımızda deneysel-olgucu bilimsel yöntemin, insanbilimsel alanları da içine alacak şekilde genelleştirilmesi sonucunu doğurdu. Bilgi ve gerçeklik, artık salt bilimci, deneyci, olgucu metotla aranabilirdi. Bir şey ya bu anlamda “bilimsel” ya da boş bir uğraş alanına dönüşebiliyordu.
Zaten bilimsel tavrın felsefe alanını sürekli kuşatıp daraltmış olması, özellikle ülkemizde farklı görüşlerden bile olsa, araştırmacıları ve bilim insanlarını, felsefeye karşı mesafeli tutum sergilemeye itti. Bu mesafe, halk nezdinde felsefeye karşı bir soğumanın gerekçelerini oluşturdu. Oysa Avrupa, bilimler lehine felsefeden uzaklaşmış olmanın bu yüzyıllık acı sonuçlarını bizzat tecrübe etti. Özellikle son yüz yıldır Avrupa, ayrılan bilimleri yeniden felsefeyle bütünleştirmenin yollarını aramakla meşgul olmaktadır. Dinden fiziğe, arkeolojiden ekonomiye, hukuktan siyasete, sanattan ahlaka ve bilumum bütün bilme ve hakikat arayışına konu olan alanlarda, felsefenin yeniden –tabir yerindeyse-imdada çağrılmış; Gadamer, Karl Jaspers, Lacan, Deleuze, Horkheimer, Kierkegaard, Noam Chomsky, Terry Eagelton, Adorno ve benzeri pek çok çağdaş Avrupa filozofu, felsefe olmaksızın bilimlerin insana ve onun hakikat arayışına ancak “incelenen nesne” düzeyinde katkısı olabileceği gerçeğini tartışmaya değer bulmaya başlamıştır. Bilgi ve hakikat, salt bilim ya da bilimlerin benimsediği tek yönlü bir değer ya da veri değildi. Bütün bilimler nihai noktada insan için ve insandan dolayı ortaya konulmuştu. Yöntemleri elbette doğruydu ancak bu yöntemin tüm insanlık alanına uygulanması içinden çıkılmaz varoluşsal, kültürel ve tarihsel sorunlara yol açıyordu. Oysa felsefeyi dışlamak, tamamen insanı ve ona dair her şeyi dışlamak anlamına geliyordu. İşte son yüzyıldır Avrupa’da özellikle Almanya’da insanbilimleri, felsefe ile bilimlerin buluşmaya zorunlu olduğu kavşak noktası haline geldi. İnsan-sız bir bilim, bilim-siz bir felsefe olamayacağına göre, bilimler yeniden felsefe ile bir araya gelmek zorundaydı. İşte çağımız bu yeniden buluşmanın hem sancılarına hem de zorunluluklarına tanık olmaktadır.
FELSEFE VE ÜLKEMİZ
Günümüzde felsefe yöntembilim olarak tüm bilimlere yol göstermektedir. Kavram analizi olarak bilimsel metinleri okumaktan insana dair olan her şeyi temelinden, bütün sebep-sonuç zinciriyle anlamak ve nihayet insan hayatını anlamdırmaya kadar, insanın bilgi ve hakikat arayışının aşamalarını teşkil etmenin zorunlu bir bilimi, bir disiplini olarak görülmektedir.
İlkçağ Felsefesi, Helenistik-Roma felsefesi, İslam felsefesi ve medeniyeti, Avrupa felsefesi ve medeniyeti hep felsefe yoluyla gün ışığına çıkabilmiştir. Yöntem ve kavram bilgisi olmadan hiçbir bilimsel araştırma ve medeniyet kurma mümkün olmadığına göre, herhangi bir alanda bilgi ve hakikat arayışı da sonuçsuz kalacaktır.
Ülkemizde bilimler ile felsefe arasındaki ayrım halen sürmektedir. Felsefe olmadan bilim, bilim olmadan felsefe düşünülemeyeceğine göre, her ikisi de ülkemizde Avrupa’daki bilim-felsefe ayrımlaşmasının yarattığı eğitsel, kültürel, siyasal ve ekonomik sorunlar daha ciddi boyutlarda yaşanmaktadır. Bu ayrımlaşma, başta milli kültürümüze, geleneklerimize ve medeniyet yaratma yeteneğimize zarar verdiği gibi, toplumsal kırılganlıklara da yol açmaktadır. Örneğin, bilim-felsefe ayrışması, ülkemizde felsefenin olduğundan farklı algılanmasına yol açmakta; her bir algı öbürüne karşı cephe alabilmektedir. Felsefenin din karşıtlığı olduğunu sananlar ile felsefenin akıl ve bilim dışında her şeyi boş inanç olarak gördüğünü ileri sürenler, felsefe hakkında olumsuz düşüncelerin yaygınlaşmasına neden olan iki farklı bakış açısını temsil etmektedirler. Ülkemizde filozof yetişmemesi, dolayısıyla felsefenin hak ettiği ilgiye mazhar olamamasının temel nedenleri arasında işte söz konusu ayrımın bu düşünsel parçalanmışlığı bulunmaktadır. Eksik, yanlış ve hatta kasıtlı felsefe karşıtlığı, Antikçağ Yunan felsefesi üzerinde odaklanıyor görünse de, felsefe tarihinde gelmiş geçmiş bütün felsefe ve bilim ekollerini hedef alabilmektedir.
İNSAN VAR OLDUKÇA FELSEFE YOK SAYILAMAZ
Felsefe, şemsiye bir disiplin ve kavrayıcı bir yöntemdir. Felsefenin hak ettiği yerde olmaması, bütün bilimlerin de hak ettiği yere sahip olmasını zorlaştırmaktadır. Felsefeyi dışlayan bir bilimsellikten, bilimi dışlayan bir felsefi söylemden söz edilemez. Felsefe ve bilim doğrudan doğruya birbirine bağlıdır. Bilim tarihsel gelişim sürecinde ancak felsefenin sorgulayıcı, analitik ve eleştirel yöntemiyle izlenebilir. Felsefesiz bilim olamayacağına göre, felsefesiz bir bilim insanı ve felsefesiz bir eğitim-öğretim de olamaz. Felsefe Tarihi aynı zamanda bilimin gelişim sürecinin anlatımıdır. Felsefe hem bu sürecin izlenmesini hem de bilimlere yöntem ve her birine özgü kavramlar örgüsü kazandırmak bakımından kaçınılmaz bir yöntem bilimdir. Eskilerin ifadesiyle, “usül bilmeden vüsule erilmez” özdeyişi, felsefe bilmeden bilimden söz edilemez, anlamındadır. Günümüzde Avrupa ve ABD bu gerçeğin farkında olduğu için hiçbir bilim dalını felsefesiz oluşturmamakta; her alanda felsefeye yer vermektedir.
BİLMEK, HERKESİN HAKKI
Bilmek, yalnız insana özgü bir merakın ifadesidir. Bilme ve öğrenme güdüsünü ancak felsefe tetikleyebilir. Türk eğitim-öğretim sisteminde en çok muzdarip olduğumuz sorunlardan biri, hemen her kademede öğrencilerin bilmeye ve öğrenmeye yeterince istekli ve azimli olmayışlarıdır. Bilgi sevgisi demek olan felsefe, öncelikle neyi, niçin öğrenmek ve bilmek gerektiğine ikna etmek sanatıdır. En zorunlu ve en hayati bilimler bile olsa, bu sevgi ve meraktan yoksunsa, yüzeysel bir bilgi, ezbere dayalı bir enformasyondan ibaret kalacaktır. Bilmek için, bilgiyi sevmek, bilginin ve gerçeğin peşinden koşmak azmi ve isteği gerekir. Bu azim ve isteği, öğrencide yaratacak olan da felsefedir. Felsefe, yalnız felsefe bölümleriyle sınırlandırılmış bazılarına özel bir bilgi alanı değildir. Ya da felsefe, toplumda bir kısım insanın fantastik hayal ve duygu dünyasına tercüman olacak denli nev’i şahsına münhasır özel bir uğraş alanı da değildir. Felsefenin, din ve topluma yabancı, bulunduğu toplumun dini inançları, gelenekleri, kültürü ve yerleşik ahlaki değerleriyle kıyasıya savaşan bir umacı olmadığını görme şansı, sadece felsefe bölümlerinde okuyan öğrencilere özgü kalmamalı; eğitim-öğretimin bütün aşamalarında Türk halkına bu şans, hatta hak tanınmalıdır.
Reklamdan sonra devam ediyor
İNSAN, TEK BİR BİLİMİN ÇÖZEBİLECEĞİ BİR VARLIK DEĞİL
Aristoteles insan etkinliğini üç kısma ayırmıştır: İlki, zorunlu bilgi alanı olan bilimsel bilgiyi elde etme, ikincisi insana özgü yaratıcılık olan sanat alanı ve üçüncüsü de eyleme dönük olan etik alan. Felsefe bu üç alan üzerinde odaklanır. Kavramsal ve yöntemli düşünme, araştırma ve eleştirme demek olan felsefe olmadan insan ne bilim üretebilir, ne sanat eserleri ortaya koyabilir ve ne de eyleyeceği etik ilkeleri bilebilir. Aristoteles’e gelinceye kadar, insanı ve onun varlık yapısını ele alan pek çok filozof olmuştur. İnsan felsefesi Aristoteles’ten sonra da sürmüş, günümüzde de temel sorun olarak tartışılmaktadır. Çünkü insan önce kendini bilmeye zorunludur. Karmaşık bir varlık yapısına sahip olduğu için diğer varlıklardan farklıdır. Bilmek ve yaşamak, yalnız insana özgü bir sorunlar alanıdır. Bilmek ve yaşamak sorundur çünkü hiçbir varlık insan gibi böyle bir zorunlulukla karşılaşmaz. İnsan dışında her canlı, tek katmanlı bir varlıktır. Biyolojik süreçlerle içgüdü-organ-doğal yaşama programına göre belirlenmiş hayvanlar, bilim, sanat ve etik üretmez. Bunlara ihtiyacı da yoktur. Bunlar olmadan her canlı yaşamını sürdürebilir. Ancak insan bu alanlarda etkin olmak ve üretmek zorundadır. Bu üretim, akıl ve bilgiyle mümkün olabilir. Aklın yöntemli kullanılması ve sistemli bilgi elde etmesi için felsefe kaçınılmazdır. Mantık ilkeleri, anlama, bilme, yaratma ve eyleme hep felsefenin yol göstericiliğinde gerçekleşir.
KARMAŞIK BİR VARLIK, KARMAŞIK YÖNTEMLER İSTER
İnsan ile iki yaşama ortamı ortaya çıkar: Varlığının doğaya dayalı ve bağımlı mekanik yanı ve varlık yapısının gereği olarak özgür yaşama doğası. Bu ikisi birbirine bağlıdır ve ayrılmaz. İlki zorunlu olan doğal varlık yapısıdır. İkincisi tamamen bireye özgüdür. İkincisinde “ben” olma, benlik, kişilik ve bunlar bağlamında gelişen değişik yaşama tarzları söz konusudur. Bireylik ve özgürlük, insan olma ve insanlaşma süreciyle doğrudan ilintilidir. Öteki canlılara göre insan hem doğaya hem de kendisine karşı uyumsuz bir varlıktır. Aslında uyumsuzluğu, paradoksal olarak insan olmasının zorunlu koşuludur. Diğer canlılarda organ-içgüdü bağlamı ne kadar geliştiyse, canlı o kadar yaşama gücü taşır ve onunla o kadar etkin olur. İnsanda içgüdü organ bütünlüğü yoktur. O yalnızca ne kadar bilebilirse ve bilgisini yaşamaya geçirebilirse o kadar etkin olacak ve o kadar yaşama gücüne sahip olacaktır. Başka bir deyişle, diğer canlılar hazır olarak yaşamaya geliyorlar; yani doğal olarak; insan ise yalnızca kendisini yaşamaya hazırlayacağı imkânlarla dünyaya geliyor. Canlılar, yaşama alanına doğarken, insan yapayalnız ve donanımsız olarak dünyaya geliyor. Hayvan içgüdü-organ-yaşama çizgisi belirlenmiş bir varlık iken, insan için yalnızca insan-kültür-yaşamadan söz edilebilir. İnsanın varlık yapısı, yaşamada kendisini aşmak üzere somutlaşmıştır. Bu bakımdan insan, geldiği dünyada yaşayabilmek için kültür üretme ve aydınlanmaya mahkumdur. Bu mahkumiyetini, felsefe sayesinde bilim, sanat ve ahlak alanlarındaki akılsal-yöntemsel devinimi ve etkinliği ile aşarak özgürleşir. Canlı gibi yaşayan insandan kültür ve medeniyetler kuran insana doğru evrimle, insanlığın felsefe yoluyla ortaya koyduğu kültür-yaşam bütünlüğünü sağlaması mümkün olabilmiştir. İnsan yeryüzünde var olduğu müddetçe herhangi bir canlı gibi değil, insan gibi bilip davranabilmek için felsefeye koşuldur ve düşünmeye yazgılıdır. Kutsal kitaplarda da “hiç düşünmez misiniz?” uyarısı bunun en veciz biçimde ifadesidir.
FELSEFE GÜNÜMÜZDE NE İŞ GÖRÜR?
Türk ve İslam kültür ve medeniyetini tanımak yetmez. Anlamak, anlatabilmek ve dünya medeniyetleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamak ancak felsefi bir yol ve yöntemle olabilir. Ayrıca Anadolu’muzun Batı kesimi, felsefenin ilk ortaya çıktığı ve Atina başta olmak üzere bütün insanlığa yayıldığı çok önemli bir coğrafyadır. Felsefenin beşiği olan topraklarımızda bu hak edilmiş tarihsel unvanı korumak, geliştirmek ve çağdaş medeniyetlere doğru yol almak, geçmişte olduğu gibi gelecekte de yine felsefe sayesinde mümkün olabilecektir. Bu bilimsel ve tarihsel gerçekliği teslim etmek, bizi Türk milleti olarak felsefenin aydınlatıcı, eğitici, öğretici ve medeniyet yaratıcı yüzü ile karşı karşıya getirecektir.
Diğer yandan felsefe günümüzde ruhsal ve zihinsel olarak bir terapi, danışmanlık ya da sağaltım yöntemi olarak kullanılmaktadır. 1986 ‘da Almanya’da ve 1996’da ABD’de felsefe klinikleri açılmış; felsefe insan varoluşunun doğduğu dünyada karşılaştığı doğum, ölüm ve bu ikisi arasındaki travmatik hayal kırıklıklarını tıbbi tedavi öncesi sağaltmaya tabi tutmaya başlamışlardır. Felsefe bir bilgi yığını ya da fantastik duygulardan öte, artık dünyada insanlığın modern zamanlarda karşılaştığı varoluşsal sorunların sağaltıcı yöntemi olarak kabul edilmektedir. Kaldı ki felsefi sağaltım Antikçağ’dan beri yürürlüktedir. Başka bir deyişle felsefe, eğitim-öğretim, bilim, sanat, ahlak alanlarından da öte, bir tedavi yöntemidir.
Zaten bilimsel tavrın felsefe alanını sürekli kuşatıp daraltmış olması, özellikle ülkemizde farklı görüşlerden bile olsa, araştırmacıları ve bilim insanlarını, felsefeye karşı mesafeli tutum sergilemeye itti. Bu mesafe, halk nezdinde felsefeye karşı bir soğumanın gerekçelerini oluşturdu. Oysa Avrupa, bilimler lehine felsefeden uzaklaşmış olmanın bu yüzyıllık acı sonuçlarını bizzat tecrübe etti. Özellikle son yüz yıldır Avrupa, ayrılan bilimleri yeniden felsefeyle bütünleştirmenin yollarını aramakla meşgul olmaktadır. Dinden fiziğe, arkeolojiden ekonomiye, hukuktan siyasete, sanattan ahlaka ve bilumum bütün bilme ve hakikat arayışına konu olan alanlarda, felsefenin yeniden –tabir yerindeyse-imdada çağrılmış; Gadamer, Karl Jaspers, Lacan, Deleuze, Horkheimer, Kierkegaard, Noam Chomsky, Terry Eagelton, Adorno ve benzeri pek çok çağdaş Avrupa filozofu, felsefe olmaksızın bilimlerin insana ve onun hakikat arayışına ancak “incelenen nesne” düzeyinde katkısı olabileceği gerçeğini tartışmaya değer bulmaya başlamıştır. Bilgi ve hakikat, salt bilim ya da bilimlerin benimsediği tek yönlü bir değer ya da veri değildi. Bütün bilimler nihai noktada insan için ve insandan dolayı ortaya konulmuştu. Yöntemleri elbette doğruydu ancak bu yöntemin tüm insanlık alanına uygulanması içinden çıkılmaz varoluşsal, kültürel ve tarihsel sorunlara yol açıyordu. Oysa felsefeyi dışlamak, tamamen insanı ve ona dair her şeyi dışlamak anlamına geliyordu. İşte son yüzyıldır Avrupa’da özellikle Almanya’da insanbilimleri, felsefe ile bilimlerin buluşmaya zorunlu olduğu kavşak noktası haline geldi. İnsan-sız bir bilim, bilim-siz bir felsefe olamayacağına göre, bilimler yeniden felsefe ile bir araya gelmek zorundaydı. İşte çağımız bu yeniden buluşmanın hem sancılarına hem de zorunluluklarına tanık olmaktadır.
FELSEFE VE ÜLKEMİZ
Günümüzde felsefe yöntembilim olarak tüm bilimlere yol göstermektedir. Kavram analizi olarak bilimsel metinleri okumaktan insana dair olan her şeyi temelinden, bütün sebep-sonuç zinciriyle anlamak ve nihayet insan hayatını anlamdırmaya kadar, insanın bilgi ve hakikat arayışının aşamalarını teşkil etmenin zorunlu bir bilimi, bir disiplini olarak görülmektedir.
İlkçağ Felsefesi, Helenistik-Roma felsefesi, İslam felsefesi ve medeniyeti, Avrupa felsefesi ve medeniyeti hep felsefe yoluyla gün ışığına çıkabilmiştir. Yöntem ve kavram bilgisi olmadan hiçbir bilimsel araştırma ve medeniyet kurma mümkün olmadığına göre, herhangi bir alanda bilgi ve hakikat arayışı da sonuçsuz kalacaktır.
Ülkemizde bilimler ile felsefe arasındaki ayrım halen sürmektedir. Felsefe olmadan bilim, bilim olmadan felsefe düşünülemeyeceğine göre, her ikisi de ülkemizde Avrupa’daki bilim-felsefe ayrımlaşmasının yarattığı eğitsel, kültürel, siyasal ve ekonomik sorunlar daha ciddi boyutlarda yaşanmaktadır. Bu ayrımlaşma, başta milli kültürümüze, geleneklerimize ve medeniyet yaratma yeteneğimize zarar verdiği gibi, toplumsal kırılganlıklara da yol açmaktadır. Örneğin, bilim-felsefe ayrışması, ülkemizde felsefenin olduğundan farklı algılanmasına yol açmakta; her bir algı öbürüne karşı cephe alabilmektedir. Felsefenin din karşıtlığı olduğunu sananlar ile felsefenin akıl ve bilim dışında her şeyi boş inanç olarak gördüğünü ileri sürenler, felsefe hakkında olumsuz düşüncelerin yaygınlaşmasına neden olan iki farklı bakış açısını temsil etmektedirler. Ülkemizde filozof yetişmemesi, dolayısıyla felsefenin hak ettiği ilgiye mazhar olamamasının temel nedenleri arasında işte söz konusu ayrımın bu düşünsel parçalanmışlığı bulunmaktadır. Eksik, yanlış ve hatta kasıtlı felsefe karşıtlığı, Antikçağ Yunan felsefesi üzerinde odaklanıyor görünse de, felsefe tarihinde gelmiş geçmiş bütün felsefe ve bilim ekollerini hedef alabilmektedir.
İNSAN VAR OLDUKÇA FELSEFE YOK SAYILAMAZ
Felsefe, şemsiye bir disiplin ve kavrayıcı bir yöntemdir. Felsefenin hak ettiği yerde olmaması, bütün bilimlerin de hak ettiği yere sahip olmasını zorlaştırmaktadır. Felsefeyi dışlayan bir bilimsellikten, bilimi dışlayan bir felsefi söylemden söz edilemez. Felsefe ve bilim doğrudan doğruya birbirine bağlıdır. Bilim tarihsel gelişim sürecinde ancak felsefenin sorgulayıcı, analitik ve eleştirel yöntemiyle izlenebilir. Felsefesiz bilim olamayacağına göre, felsefesiz bir bilim insanı ve felsefesiz bir eğitim-öğretim de olamaz. Felsefe Tarihi aynı zamanda bilimin gelişim sürecinin anlatımıdır. Felsefe hem bu sürecin izlenmesini hem de bilimlere yöntem ve her birine özgü kavramlar örgüsü kazandırmak bakımından kaçınılmaz bir yöntem bilimdir. Eskilerin ifadesiyle, “usül bilmeden vüsule erilmez” özdeyişi, felsefe bilmeden bilimden söz edilemez, anlamındadır. Günümüzde Avrupa ve ABD bu gerçeğin farkında olduğu için hiçbir bilim dalını felsefesiz oluşturmamakta; her alanda felsefeye yer vermektedir.
BİLMEK, HERKESİN HAKKI
Bilmek, yalnız insana özgü bir merakın ifadesidir. Bilme ve öğrenme güdüsünü ancak felsefe tetikleyebilir. Türk eğitim-öğretim sisteminde en çok muzdarip olduğumuz sorunlardan biri, hemen her kademede öğrencilerin bilmeye ve öğrenmeye yeterince istekli ve azimli olmayışlarıdır. Bilgi sevgisi demek olan felsefe, öncelikle neyi, niçin öğrenmek ve bilmek gerektiğine ikna etmek sanatıdır. En zorunlu ve en hayati bilimler bile olsa, bu sevgi ve meraktan yoksunsa, yüzeysel bir bilgi, ezbere dayalı bir enformasyondan ibaret kalacaktır. Bilmek için, bilgiyi sevmek, bilginin ve gerçeğin peşinden koşmak azmi ve isteği gerekir. Bu azim ve isteği, öğrencide yaratacak olan da felsefedir. Felsefe, yalnız felsefe bölümleriyle sınırlandırılmış bazılarına özel bir bilgi alanı değildir. Ya da felsefe, toplumda bir kısım insanın fantastik hayal ve duygu dünyasına tercüman olacak denli nev’i şahsına münhasır özel bir uğraş alanı da değildir. Felsefenin, din ve topluma yabancı, bulunduğu toplumun dini inançları, gelenekleri, kültürü ve yerleşik ahlaki değerleriyle kıyasıya savaşan bir umacı olmadığını görme şansı, sadece felsefe bölümlerinde okuyan öğrencilere özgü kalmamalı; eğitim-öğretimin bütün aşamalarında Türk halkına bu şans, hatta hak tanınmalıdır.
Reklamdan sonra devam ediyor
İNSAN, TEK BİR BİLİMİN ÇÖZEBİLECEĞİ BİR VARLIK DEĞİL
Aristoteles insan etkinliğini üç kısma ayırmıştır: İlki, zorunlu bilgi alanı olan bilimsel bilgiyi elde etme, ikincisi insana özgü yaratıcılık olan sanat alanı ve üçüncüsü de eyleme dönük olan etik alan. Felsefe bu üç alan üzerinde odaklanır. Kavramsal ve yöntemli düşünme, araştırma ve eleştirme demek olan felsefe olmadan insan ne bilim üretebilir, ne sanat eserleri ortaya koyabilir ve ne de eyleyeceği etik ilkeleri bilebilir. Aristoteles’e gelinceye kadar, insanı ve onun varlık yapısını ele alan pek çok filozof olmuştur. İnsan felsefesi Aristoteles’ten sonra da sürmüş, günümüzde de temel sorun olarak tartışılmaktadır. Çünkü insan önce kendini bilmeye zorunludur. Karmaşık bir varlık yapısına sahip olduğu için diğer varlıklardan farklıdır. Bilmek ve yaşamak, yalnız insana özgü bir sorunlar alanıdır. Bilmek ve yaşamak sorundur çünkü hiçbir varlık insan gibi böyle bir zorunlulukla karşılaşmaz. İnsan dışında her canlı, tek katmanlı bir varlıktır. Biyolojik süreçlerle içgüdü-organ-doğal yaşama programına göre belirlenmiş hayvanlar, bilim, sanat ve etik üretmez. Bunlara ihtiyacı da yoktur. Bunlar olmadan her canlı yaşamını sürdürebilir. Ancak insan bu alanlarda etkin olmak ve üretmek zorundadır. Bu üretim, akıl ve bilgiyle mümkün olabilir. Aklın yöntemli kullanılması ve sistemli bilgi elde etmesi için felsefe kaçınılmazdır. Mantık ilkeleri, anlama, bilme, yaratma ve eyleme hep felsefenin yol göstericiliğinde gerçekleşir.
KARMAŞIK BİR VARLIK, KARMAŞIK YÖNTEMLER İSTER
İnsan ile iki yaşama ortamı ortaya çıkar: Varlığının doğaya dayalı ve bağımlı mekanik yanı ve varlık yapısının gereği olarak özgür yaşama doğası. Bu ikisi birbirine bağlıdır ve ayrılmaz. İlki zorunlu olan doğal varlık yapısıdır. İkincisi tamamen bireye özgüdür. İkincisinde “ben” olma, benlik, kişilik ve bunlar bağlamında gelişen değişik yaşama tarzları söz konusudur. Bireylik ve özgürlük, insan olma ve insanlaşma süreciyle doğrudan ilintilidir. Öteki canlılara göre insan hem doğaya hem de kendisine karşı uyumsuz bir varlıktır. Aslında uyumsuzluğu, paradoksal olarak insan olmasının zorunlu koşuludur. Diğer canlılarda organ-içgüdü bağlamı ne kadar geliştiyse, canlı o kadar yaşama gücü taşır ve onunla o kadar etkin olur. İnsanda içgüdü organ bütünlüğü yoktur. O yalnızca ne kadar bilebilirse ve bilgisini yaşamaya geçirebilirse o kadar etkin olacak ve o kadar yaşama gücüne sahip olacaktır. Başka bir deyişle, diğer canlılar hazır olarak yaşamaya geliyorlar; yani doğal olarak; insan ise yalnızca kendisini yaşamaya hazırlayacağı imkânlarla dünyaya geliyor. Canlılar, yaşama alanına doğarken, insan yapayalnız ve donanımsız olarak dünyaya geliyor. Hayvan içgüdü-organ-yaşama çizgisi belirlenmiş bir varlık iken, insan için yalnızca insan-kültür-yaşamadan söz edilebilir. İnsanın varlık yapısı, yaşamada kendisini aşmak üzere somutlaşmıştır. Bu bakımdan insan, geldiği dünyada yaşayabilmek için kültür üretme ve aydınlanmaya mahkumdur. Bu mahkumiyetini, felsefe sayesinde bilim, sanat ve ahlak alanlarındaki akılsal-yöntemsel devinimi ve etkinliği ile aşarak özgürleşir. Canlı gibi yaşayan insandan kültür ve medeniyetler kuran insana doğru evrimle, insanlığın felsefe yoluyla ortaya koyduğu kültür-yaşam bütünlüğünü sağlaması mümkün olabilmiştir. İnsan yeryüzünde var olduğu müddetçe herhangi bir canlı gibi değil, insan gibi bilip davranabilmek için felsefeye koşuldur ve düşünmeye yazgılıdır. Kutsal kitaplarda da “hiç düşünmez misiniz?” uyarısı bunun en veciz biçimde ifadesidir.
FELSEFE GÜNÜMÜZDE NE İŞ GÖRÜR?
Türk ve İslam kültür ve medeniyetini tanımak yetmez. Anlamak, anlatabilmek ve dünya medeniyetleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamak ancak felsefi bir yol ve yöntemle olabilir. Ayrıca Anadolu’muzun Batı kesimi, felsefenin ilk ortaya çıktığı ve Atina başta olmak üzere bütün insanlığa yayıldığı çok önemli bir coğrafyadır. Felsefenin beşiği olan topraklarımızda bu hak edilmiş tarihsel unvanı korumak, geliştirmek ve çağdaş medeniyetlere doğru yol almak, geçmişte olduğu gibi gelecekte de yine felsefe sayesinde mümkün olabilecektir. Bu bilimsel ve tarihsel gerçekliği teslim etmek, bizi Türk milleti olarak felsefenin aydınlatıcı, eğitici, öğretici ve medeniyet yaratıcı yüzü ile karşı karşıya getirecektir.
Diğer yandan felsefe günümüzde ruhsal ve zihinsel olarak bir terapi, danışmanlık ya da sağaltım yöntemi olarak kullanılmaktadır. 1986 ‘da Almanya’da ve 1996’da ABD’de felsefe klinikleri açılmış; felsefe insan varoluşunun doğduğu dünyada karşılaştığı doğum, ölüm ve bu ikisi arasındaki travmatik hayal kırıklıklarını tıbbi tedavi öncesi sağaltmaya tabi tutmaya başlamışlardır. Felsefe bir bilgi yığını ya da fantastik duygulardan öte, artık dünyada insanlığın modern zamanlarda karşılaştığı varoluşsal sorunların sağaltıcı yöntemi olarak kabul edilmektedir. Kaldı ki felsefi sağaltım Antikçağ’dan beri yürürlüktedir. Başka bir deyişle felsefe, eğitim-öğretim, bilim, sanat, ahlak alanlarından da öte, bir tedavi yöntemidir.