Türkiyeli Sol ve Diyarbakır Anneleri
Onur Caymaz
Aydınlık Gazetesi
Victor Hugo, vicdan bizde doğuştan bulunan bilgi miktarıdır der. Yirmili yaşlarım, Radikal gazetesi yılları, ağır abilerle solculuk öğreniyoruz; herkes vicdan diyor! Her ezilenle empati kurulmakta. Marcos’a kimliği sorulunca Avrupa’da Asyalı, İspanya’da anarşist, İsrail’de Filistinli, Almanya’da Yahudi der ya; öyle erdemli şey sol... İnsan hakkı, barış, demokrasi, özgürlük hep bu yakada. Kimse “öteki” değil. Her zalime karşı, her mazlumla yan yana!
Gün oluyor Emek Sineması yıktırılmıyor, Beyoğlu’nda yerlere iftar sofrası kurup herkes kucaklanıyor; gün oluyor ODTÜ’de kesilen ağaçlar için ortalık birbirine katılıyor (zaten ODTÜ epeydir sadece ağaçla ilgili ortalığı birbirine katmakta), bildiri suretiyle konu homofobiye bile vardırılıyor. Kaz Dağları’nda doğa katliamı olmuş, iki rap parçasıyla konu kapatılıyor. Bu kadar! Kimsenin hayatına internet dışında dokunamayan bir zümre. Ama hakkaniyetli, haysiyetli ve devrimci! Biraz Lenin, biraz Cihangir, az biraz Hardt ve Negri, tatlı olarak da eko-feminizm. Kahvemizi Guardian’da yayınlanan güzel gözlü terörist hanımla alabiliriz; aman dikkat, o militarist değil, militarist olan Mustafa Kemal’in askeri!
Sonra yol ayrımı. Mazlumla zalim yer değiştiriyor. Kızının yanında araçtan indirilip PKK tarafından kaçırılan Sedat’ın solunum hastası eşi Ünzile; 1995’te öldürülen astsubay Murat’ın eşi Yıldız; düğünden dönerken kaçırılan Vedat; depremde eşi ölünce Diyarbakır’a taşınan, oğlunun peşindeki Meryem; inşaat işçisi Celil; on aydır evladını arayan kanser hastası Ayşegül bu kez “öteki” olamıyor. Konu P K K olunca Bursa’da havlucu Recep’e, Karabük’te tesviyeci Hasan’a ve ezcümle hepimize düşman bir zalimlik...
Ağaç konusunda uzman bu zalimlik. En son İzmir’de PKK’lı bir grup orman yaktı. Grup, biz yaktık dedi; bizimkiler buna bile inanmadı. Kibarca dudak büzdüler. Sustular çünkü oraları PKK yakıyor diyerek başkaları otel dikiyordu; hem neredeydi PKK’nın oteli! Aslında bu işleri hep devlet yapıyordu. Zaten onlarla olmayan herkes devletçi, hep AKP’li, bir onlar AKP’sizdi. Susuyorlardı çünkü susunca bir yanlış diğer yanlışı örterdi. Susuyorlardı, taraf olmak zordu. Susuyorlardı çünkü yıllarca ekmeğini yeseler de halen hakikatten alacaklı çıkmayı umuyorlardı. Oysa insan hakikate sadece borçlu olurdu. Kendisi gibi düşünmeyen elli kişiye bile dokunamamış riyakârlık, susuyordu. Çünkü üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı derdi Wittgenstein. Ağaç, çiçek, kadın, yaşlı ancak onların tarafındaysa vardı. Ellerindeki mor bayrağın sınırı, Beyoğlu Küçükparmakkapı’ya kadardı! Diyarbakır’da bir siyasi partinin önünde bekleşen insancıklar... Ah dur, İnsancıklar mı dedin, Dosto’nun başarısız bir romanıydı!
İşlerine gelmeyen her şey provokasyondu. Her şeyi onlar biliyordu. Elli yıldır hikmetinden sual olunmayan bu zalimlik, her yere yetişirken Diyarbakır’daki yoksul kadınların sesi niye duyulmuyordu. Sakine Cansızlara selam gönderip İstanbul’u yeniden fetheden devrimci kadınlar, bu kadınları kadın yerine mi koymuyordu? Devrimcilik, insan edinmek değilse neydi? Diyelim kadınlar umudu kesti devletten, çocuklarını HDP’den soruyor, neden bu partinin kadın kolları, madem öyle gelin şu çocukları birlikte arayalım demiyordu?
Türkiyeli solun boka saplandığı bu yerde yoksullar bile geçersizdi. Ah tabii, kaybolan çocuklar da özgür iradelerini kullanacak yaştaydı değil mi, kaybolmasalardı. Diyarbakır’daki eylem pratiğine karanlık eller uzanmıştı onlara göre; Yüksel Caddesi miydi orası! Acısı yüzünden okunan, bir anne bile olsa rol yapıyordu. Evlat acısı en iyi, Kadıköy’de biraz içtikten sonra anlaşılırdı. Daha saçlarını kızıla boyattıktan sonra AB fonlarıyla burs alıp Alman gazetelerine memleket kötüleyecek yaştaki gencecik kadınların, kaybolacak yaşta yetişkin çocukları vardı... Fakat adam sen de! Eylem sırasında kamera kapandıktan sonra bu mağdurlar gülüyordu. Açlık grevi yapanlara geceleri yemek yiyorlar diyen umarsızlıktı artık Türkiyeli sol. Artık bizi felaket bile birleştiremiyordu.
Daima amasız sev diyenler, bu kadınlarda şaibe arıyordu. Doksanlarda, Türk askeri doğuda orman yakıyor demek kolaydı; şimdi, zamanında vekil kaçırmış P K K ’ya adam kaçırmış demek zordu! Hem bu kadınlar nasıl öyle aniden ortaya çıkmıştı. Gerçi aynı isyan 2014’te de tekrarlanmıştı ama ne olacak, ormanda düşüp kimsenin görmediği ağaç, düşmemiş sayılırdı. Niye bu kadınların haberlerini AA veriyordu mesela? Böyle salvolarla geçiştirmek mümkündü! Demek söz değil, önemli olan sözün söylendiği yerdi. Biz de yıllarca bu bayalığın içinde hakikat aradık öyle mi!
Hem niye anaları sadece AKP yanlısı ünlüler sahipleniyordu (sen sahiplenmediğin için olmasın). Polis dayağı yemeyeceğini bilerek eyleme gitmek kolay, herkes o yüzden oraya gidiyor diyen küçük Che’ler bile türedi. Hem o kadınların yemeğini bile polis getiriyordu; öyle değil ama diyelim öyle: Acının niteliği değişiyor muydu? Büyü de baban sana idamlar alacak diye acılandığımız çocukları, P K K öldürünce mi dert edilmiyordu?
Mazluma dini milleti sorulmazdı ama mazlumla zalim yer değiştiriyordu. Her türlü hayvan, çiçek, böcek için imzacı olanlar; ellerindeki pankartlarla asla yalnız yürümeyenler yoktu bu kez ortada. Aklına estikçe Cezayir Salonu’nda açıklama yapan aydın ve yazarlar suspustu. Fakat bu kez ağırdı sınav. Ötekini seçerken kendine evrensel değer değil, daima siyaset biçimini referans alan bayağılık, bu kez insanlıktan sınıfta kalıyordu. Latinler şöyle der: “İnsanlar, inanmak istedikleri şeylere inanıyordu.”
Alıntı/Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/turkiyeli-sol-ve-diyarbakir-anneleri-onur-caymaz-kose-yazilari-eylul-2019