şair-yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şair-yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20190226

🗣🎙 Atilla İlhan: ''Gazi ölene kadar yüzünü Doğu'ya döndü''



Atilla İlhan: ''Gazi ölene kadar yüzünü Doğu'ya döndü''

Atilla İlhan: ''Gazi ölene kadar yüzünü Doğu'ya döndü''


- Atatürk’ün politikasında Batılılaşma olmadığını söylüyorsunuz. Batılılaşma ne zaman başladı?

Gazi’nin ölümünden itibaren Kemalizm bitmiştir. Bunun ispatı çok basittir. Mustafa Kemal Paşa ölünceye kadar Batı’daki hiçbir ülkeyle hiçbir anlaşma yapmadı. İngiliz kralı ayağına geldi, anlaşmadı. Gazi’nin ölümünden 144 gün sonra, İngilizlerle anlaşma imzalandı. Gazi, Batı’yı düşman bilir. Haklıydı da...
Neden?

İstiklal Savaşı’ndan sonra, Lozan kararları, Lozan’dan sonra kapitülasyonlar 1928’e kadar devam etmiştir.

Attilâ İlhan, Bilgi Yayınevi adına hazırladığı, ‘Bir Millet Uyanıyor’ dizisinin ilkinde, 17 aydının kaleminden Cumhuriyet’e yönelik tehlikeleri, çözüm önerilerini derledi. Kitapta, birbirinden çok farklı siyasi görüşlere sahip Cüneyt Akalın, Sina Akşin, Necla Arat, Ataol Behramoğlu, Arslan Bulut, Tevfik Çavdar, Barış Doster, Alpaslan Işıklı, Halit Kakınç, Yıldırım Koç, Erol Manisalı, Mehmet Bora Perinçek, Vural Savaş, Necdet Sevinç, Sadi Somuncuoğlu ve A. Altay Ünaltay’ın yazıları yer alıyor. ‘Bir Millet Uyanıyor’ dizisinin bugünlerde dördüncü kitabı basıldı. “Dönem Sevr dönemi. Bize düşen Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığını yapıp, her türlü dünya görüşüne sahip insanı vatan için bir araya getirmektir” diyen Attilâ İlhan’ın dizisinin arka kapaklarında ise “Parola Vatan, İşaret Namus” ibareleri yer alıyor.

Son dönemde, Cumhuriyet’teki köşe yazılarında da Kurtuluş Savaşı tarihinin aslında bildiğimiz gibi olmadığını anlatan ve Mustafa Kemal ile Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir İlyiç Lenin arasındaki ilişkileri yazan Attilâ İlhan’la hem Mustafa Kemal’in iç ve dış politikasını konuştuk hem de Avrupa Birliği, Kürt meselesi gibi güncel konuların tarihteki izlerini sürdük. “Bugün Mustafa Kemal Paşa’yı iki lafa indirdiler: Yurtta sulh, cihanda sulh. Ben sporcunun zeki çevik ve ahlaklısını severim” diyen Attilâ İlhan, büyük kırılmanın İnönü ile yaşandığını anlatıyor.

Atatürk’ün politikasında Batılılaşma olmadığını söylüyorsunuz. Batılılaşma ne zaman başladı?

Gazi’nin ölümünden itibaren Kemalizm bitmiştir. Bunun ispatı çok basittir. Mustafa Kemal Paşa ölünceye kadar Batı’daki hiçbir ülkeyle hiçbir anlaşma yapmadı. İngiliz kralı ayağına geldi, anlaşmadı. Gazi’nin ölümünden 144 gün sonra, İngilizlerle anlaşma imzalandı. Gazi, Batı’yı düşman bilir. Haklıydı da...

Neden?

İstiklal Savaşı’ndan sonra, Lozan kararları, Lozan’dan sonra kapitülasyonlar 1928’e kadar devam etmiştir. Mustafa Kemal Paşa Sovyetlerle, Karadeniz’in sahildar ülkelere ait olacağına dair bir anlaşma yapmıştır. Bu, Boğazların Türk Boğazları olmasını sağlıyordu. Bunun için üç maddelik bir karar alınmıştır:

1- Karadeniz bütün kıyıdar ülkelere aittir; 2-Türkiye Cumhuriyeti, Boğazları tahkim edebilir; 3- Barışta ve savaşta yolcu gemileri Boğazlardan geçebilir ama askeri gemilerin geçişi Türkiye Cumhuriyeti kararına bağlıdır. İsmet Paşa gitti İngilizlerle başka bir anlaşma imzaladı ve bu anlaşma çöpe gitti. Bunları söylemiyorlar. Saklananlardan biri daha Kerkük meselesidir. Mustafa Kemal başından itibaren Süleymaniye, Kerkük, Musul için ısrar etti. “Misak-ı milli sınırları içindedir” diye ısrar etti. Lozan’da bunun savaşı verildi. Bir yıl sonra İstanbul’da Haliç Konferansı oldu. Bu konferansta petrol ve su meselesini halletmek için İngiltere ile Türkiye masaya oturdular. Burada oyuna geldik. İngiltere’nin teklifi şu: Milletler cemiyetine götürelim, onlar ne kadar verirse, o karara uyalım. Milletler Cemiyeti aleyhimize karar verdi. İngilizler de çok rahat oraya el koyacağını zannetti. Bunun üzerine Türkiye başvurdu ve dedi ki, “Orası benimdir”. İngiltere çok şaşırdı ve ültimatom verdiler. “Vermezseniz savaş çıkar” dediler. Gazi ne dedi? “Çıksın.” İngiltere savaşa cesaret edemedi. Ondan sonrası ise, Şeyh Sait İsyanı, Nasturi İsyanı, Dersim olayları...

Şeyh Sait isyan mıydı?

Şeyh Sait tamamen bir İngiliz oyunudur. Esas mesele hiçbir şekilde Kürtçülük değildir. Şeyh Sait isyanı şeriat içindir. İngilizler diyor ki: “Halifeyi yeniden getirirsem bütün İslam'ı yeniden toparlarım.” Nasturi İsyanı ise bir Hıristiyan isyanıdır.

Bunları gören Mustafa Kemal Paşa da, Sovyetler Birliği ile yakınlaşmayı tercih etti...

Mustafa Kemal Paşa şu gerçeği gördü: Batı bir buçuk asırdan beri Türklerle Rusları birbirleriyle savaştırdı. Bunun çok basit ve çok anlaşılabilir bir sebebi var: Batı, bu iki büyük devletten korkuyor. “Bunlar Avrupa’nın içlerine gelirlerse ne yaparım” diyor. Ruslara demişler ki: “Sen in sıcak denizlere.” Bu tarafa diyorlar ki: “Onlar sizin denizlere saldıracaklar.” Mustafa Kemal Paşa bir anlaşma yapıyor: Ben buna, Kemalist-Komünist anlaşması diyorum. Bu anlaşma yapıldığı andan itibaren, Doğu Akdeniz de bir demir perde oluyor. Demir perdenin bu tarafı Batı’nın müstemlekeleri… Bu yolu kesiyorlar. İki ülke bir araya geldi mi, Kıbrıs ve Süveyş tehlikeye giriyor. İngilizlerin telaşı bu. Bunun için zaten Sevr’i bir kenara atıp Anadolu hareketini destekler gibi görünmüşlerdir. O set kurulmuştur ve gazi ölene kadar devam etmiştir.

Lenin’in daha sonra, emperyalizmle mücadelede Asya ülkelerini sattığını düşünüyor musunuz?

Hayır. Mustafa Kemal Paşa’nın söylev ve demeçlerinde Amerikalı General McArthur’un Türkiye ziyaretinde, Gazi’yle konuştuğu ve Gazi’nin şöyle söylediği anlatılır: “Ruslar tüm dünyaya hâkim olmak istiyorlar. Bunlar bizim düşmanlarımızdır.” Ama bu doğru değil. General 1930’da geliyor. 1933’te Türkiye’nin onuncu yılı kutlanıyor. O kutlamaları bir araştırın bakalım. Batı’dan bir tek kişi yok. Sadece Sovyetler Birliği var. O zamanki musiki muallim mektebi öğrencileri Rus temsilcilerin önünden enternasyonali söyleyerek geçiyorlar. Durum bu. 1933’te bu tavrı olan bir adamın, 1930’da böyle bir şey söylemesi mümkün değil. Bu kanıtlandı. Yıllar sonra Mustafa Kemal Paşa’nın bütün söylev ve demeçleri tam olarak yayımlanıyor. Önce yayımlananlar hep hilelidir. Türk Tarih Kurumu’nun söylev ve demeçleri 3 cilttir. Kaynak Yayınları’nın yayımladığı Söylev ve demeçler 17. ciltte ve daha 1922’de. General McArthur meselesine gelmiş takılmışlar. Onlar da aynı mantıkla. Dışişleri Bakanlığı’na soruyorlar; cevap, böyle bir evrak yok. Amerikan Büyükelçiliği’ne soruyorlar, öyle bir buluşma var ama ayaküstü geçmiş. ABD Dışişleri Bakanlığı’na soruyorlar, yok. O zaman dikkati şu çekiyor: Bu haber nerede çıkmış? Bu haber, Soğuk Savaş’ın en belalı zamanında CIA’in Azerbaycan’da ve Kafkaslarda kargaşa çıkarmak için Almanya’da yayınladığı bir dergi var, orada çıkmış. Ölünceye kadar Mustafa Kemal’in Batı’ya en küçük bir sempatisi yok.

Mustafa Kemal nasıl bir dış politika izledi?

Mustafa Kemal Paşa, kuzeyini Sovyet dostluğuyla, gerisini İran dostluğuyla garantiye almış. Güney için iki tehlike vardı: Fransa ve İngiltere. Çünkü onlar eski Osmanlı topraklarını müstemleke yapmışlardı. Bunları önlemek için Türkiye, Irak, İran, Afganistan’la Sadabat Paktı’nı imzaladı. O sırada Batı’da Hitler tehlikesi beliriyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Balkan Antantı’nı yaptı. Balkan Antantı ile Sadabat Paktı’ndaki devletlere bak, eski Osmanlı topraklarıdır. Batı’yla hiçbir şey yapmamıştır, çünkü tehlikenin Batı’dan geleceğini biliyordu. Çünkü Gazi’nin sağlığı süresince onunla Batı arasında çıkan itilaf en az dört. Batı Türkiye’de en az üç isyan çıkarmıştır. Hatta komik bir de fıkra vardır. Diyarbakır’ı Şeyh Said’in alacağından o kadar eminler ki, Kürdistan Dışişleri Bakanlığı diye oraya evrak göndermişler. Gazi’nin konuşmalarına bakın. Gazi hiçbir yerde Garp demez, muasırlaşmak der. Muasırlaşmak demek çağdaşlaşmak demek, Garplılaşmak demek Batılılaşmak demek. Gazi Batılılaşmayı düşünmüyor. Gazi çağdaş bir ülke olmayı düşünüyor. Biz çağdaş olmakla mükellef bir ülkeyiz.

Gazi’nin sağlığında herhangi bir muhalefet yaşandı mı İnönü ile?

Bunu nasıl atlıyorlar? Gazi görevden aldı İnönü’yü... Çünkü İsmet Paşa, 1930’lardan itibaren, Gazi ile itilaf halindedir. 1930’lara doğru, Mustafa Kemal Paşa her zaman yaptığı gibi İsmet Paşa’yı muhalefetsiz bırakmaz. Başlangıçta hükümeti kurduruyor İsmet Paşa’ya, ondan hemen sonra İsmet Paşa’nın başına bela olan bir kadro hareketi var. Kadro hareketini Gazi besliyor. Başında Yakup Kadri Bey var ve kadrocular kendilerini birinci sınıf Atatürkçü sayıyorlar ve onların savunduğu Atatürkçülük, Gazi’nin savunduğu Atatürkçülüğe daha yakın. İsmet Paşa başından itibaren buna kıl oluyor ve sonunda kıyameti koparıp Kadro dergisini kapatıyorlar ve Kadrocuları dağıtıyorlar. Yakup Kadri Bey bundan sonra ‘Zoraki Diplomat’ diye bir kitap yazmıştır. Yakup Kadri Bey’i bu işi bıraksın diye Kabil Büyükelçiliği’ne gönderiyorlar. Bu bittikten sonra, Gazi bakıyor ki İsmet Paşa tek başına diktatörlüğe doğru gidiyor, Serbest Fırka’yı kuruyor. Birçok yakın tanıdığı Serbest Fırka’dadır. Gazi ille Türkiye’de demokrasi olsun istiyor. İsmet Paşa kıyameti koparıyor. Bir müddet sonra da Serbest Fırka’da tehlike çanları çalınca partiyi dağıtmıştır. İşte orada çok önemli bir olay oluyor. O zamana kadar Cumhuriyet Halk Partisi’nin adı sadece Halk Fırkası yani Halk Partisi’dir. Cumhuriyet Halk Fırkası olunca “Yeni bir nizamname çıkaralım” diyorlar. Bunun üzerine İsmet Paşa, genel sekreterini Avrupa’ya gönderiyor; “Oradaki partileri incele, modern diyebileceğimiz bir partinin tüzüğünü hazırlayalım” diyor. Hazırlıyorlar. İsmet Paşa imzalıyor, ondan sonra Çankaya’da Hasan Rıza Bey’e veriyorlar. Hasan Rıza Bey de bunu Paşa’ya veriyor. Paşa çok kızıyor, çünkü İsmet Paşa sekreterini iki ülkeye göndermiş. Biri İtalya, diğeri Almanya. Sekreter, Nasyonal Sosyalist Parti ile Mussolini’nin partisini incelemiş gelmiş. Araları nasıldı demek bile yanlış. Yoktu. Türk halkını uyuttular kızım onun için bunun başına bir millet uyanıyor diyorum.

Enver Paşa kartı

Bolşeviklerle ilişkiler İttihat Terakki döneminde başlıyor değil mi?

Bizde İttihatçılar Alman ajanıydı. Bunu Gazi açıkça söylüyor: “Almanlar, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişti” diyor. Çok da güzel bir yalan bulmuşlar, “Türkiye’nin parçalanmasına karşıyız” diyorlar, çünkü hepsini birden yutmak istiyorlar. Harp kararı bakanlar kurulu kararı olmadan çok önce alınıyor. Lenin’in Sovyetler Birliği’ne gidişiyle Enver Paşa’nın Sovyetler Birliği’ne gidişiyle paraleldir. Alman istihbaratı savaşın kaybedileceğini anlayınca Rusları devreden çıkarmaya uğraşıyor. Bunun için de orada bir ihtilal çıkması gerekiyor. Rusya’daki önce ihtilal değildir, herkes ihtilal sanıyor. Bu doğrudan doğruya halk isyanıdır. İsyan eden halk, Saint Petersburg’da kralın kışlık sarayını işgal ediyorlar. Bunlar arasında Bolşevikler çoğunlukta. Fakat ortada ne Kızılordu, ne doğru dürüst bir parti, ne de lider var. Bunun üzerine Lehistan üzerinden oraya gönderiyor. Bunu yapan da Almanlar. Enver Paşa kaçtıktan bir süre sonra Cihan İslam İhtilali diye yeni bir örgütün başına geçti. Osmanlı tarihinin son dönemlerinde Pavlus Efendi vardı. Pavlus Efendi Osmanlı iktisadı üzerine fikirler beyan eden, aslında Alman. Savaş bitip biz yenilince Almanya’ya gitmiş ve Enver Paşa’yı bulmuş. Enver Paşa’ya demiş ki, “İnsanlar ayağa kalkarsa imparatorluk kurtulur. Sen halifenin damadısın.” Bunun üzerine Enver Paşa Rusya’ya gitmiş. Ruslar önce Enver kartını oynuyorlar.

Mustafa Kemal’le ilk kez nerede görüşüyorlar?

Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçip, Havza’da bir buluşma ayarlıyor. Bu, kilit bir olay. Bunu Saadettin Bey’in hatıralarında buldum. Saadettin Bey diyor ki, “Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a geldikten bir müddet sonra Havza’ya gitti.” Halbuki bizim tarihler bunu söylemiyor. Dibini kurcalarken, bir telgraf geçti elime. Gazi’nin Saray’a gönderdiği telgraf: “Samsun’da lüzumundan fazla İngiliz askeri var. Havza’ya geçmeyi daha emniyetli buluyorum.” Saadettin Bey’in verdiği bilgiye göre, burada bir Sovyet heyetiyle temas ediyor. İki soru: Biri hakikaten Ruslar orada mıydı ve konuştular mı?

Mustafa Suphi’nin Yeni Dünya gazetesinde yazdığı baş yazıları buldum. Onları okurken tek cümle çok şeyi aydınlattı: 1920 tarihli bir yazı: “Geçen sene Mustafa Kemal Paşa ile mutabık kalındığı üzere...” Bu, çok önemli. Nerede mutabık? Bir yıl öncesi 1919. Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın görevden alındığına şahit oluyoruz. Muhtemelen İngiliz istihbarat servisleri haber almıştır. Ama göreve devam eder. Böylece Rusların elinde iki kart olur. Enver Paşa ve Mustafa Kemal. Sakarya Savaşı’na kadar durum askıdadır. Her iki tarafı da kolluyorlar.

Mustafa Kemal Paşa 1920’nin 23 Nisanı’nda Meclis’i açıyor. Bir-iki gün sonra gizli toplantı yapılıyor. O toplantıda izahat veriyor o zamana kadar yapılan faaliyetler hakkında. Bu toplantıda Kafkasya’daki İngiliz setlerini yıkmak lazım geldiğini söylüyor. İngiliz setleri Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan. Önce Gürcistan ve Ermenistan geçiyor.

O toplantıların akabinde, Mustafa Kemal Paşa’nın Vladimir İlyiç Lenin’e çektiği bir telgraf var. Açık seçik diyor ki: “Sizinle aramızda bir dava ortaklığı var. Siz de anti emperyalistsiniz, biz de anti emperyalistiz. Şu şartlar altında özgürlük için savaşacağız ama mühimmatımız ve silahımız yok. Şu kadar silah, şu kadar top, para istiyoruz.” Eğer Havza’da bir görüşme olmasaydı, bunu yapamazdı. Muhtemelen orada karşılıklı yardım mevzuunda bir anlaşma oldu. Yalnız mutlak zaferi bekliyorlar. Mutlak zafer Sakarya savaşıdır.

En başa dönersek, bugünkü Sevr koşulları neler?

Soğukkanlı ve mantıklı bakan herhangi bir tarihçi ve tarih meraklısı Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Batı’nın tavırlarını gözden geçirirse, bir devlet değişikliğiyle olayın aynı olduğunu görür: İngiltere yerine Amerika geçmiştir. Nerede güçlü ve başına bela olacak ülke varsa, kontrolü ele geçirmeye çalışır. 1960’larda Fransa’daydım. 1968 hareketi bir Amerikan hareketidir. Fransız Komünist Partisi çok güçlü bir hareketti. Komünistleri bölmek gerekiyordu. Bir Maoculuk icat ettiler ki, bundan Mao Tze Tung’un haberi olduğundan bile emin değilim. İkincisi cinsel devrim ortaya çıktı. Üçüncüsü de çevreciliktir. Çevrecilik sayesinde Batı’da kaç komünist ve sosyalist parti bölünmüştür.

----------------
Attila İlhan, Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderme talimatının İngilizlerden geldiğini söylüyor

''Vahdettin hain kere haindir''

Mustafa Kemal’e Saray’ın gizli destek vermesi diye bir şey yok. Sadece Sovyet desteği var. Onlar da vaat ettiklerini göndermiyorlar. Daha çok vaat ediyorlar ama onların da gücü var. Vahdettin’in tutulur tarafı yok. Hain demek az, hain karesidir, çünkü Anadolu hareketini örgütleme işi ona verilmiştir. Arkadaşlar orada yanılıyorlar. Mustafa Kemal Paşa’yı üçüncü ordu müfettişliğine tayin ediyor; ama talimatı veren İngilizler. İngilizler talimatı veriyorlar ki, gitsin, Sevr Anlaşması’ndan vazgeçilsin, yekpare Anadolu çıksın. Çünkü Bolşevikler vaziyete hâkim oldular, biz de önüne set çekebilelim. Mustafa Kemal Paşa bundan yararlanarak oraya gidiyor ve sonra onlara da karşı çıkıyor. Olay bu. Tek yardım, Mustafa Kemal Paşa’ya verilen maaş. Yalnız heyeti askeriyedeki çeşitli kumandanlar Gazi’nin yapmak istediği şeyi hissediyor


Alıntı/ Kaynak: https://www.forumalevim.com/mustafa-kemal-ataturk/128718-atilla-ilhan-gazi-olene-kadar-yuzunu-dogu-ya-dondu.html

20171224

Mehmet Emin Yurdakul (13 Mayıs 1869 - 14 Ocak 1944)



MEHMET EMİN YURDAKUL
(13 Mayıs 1869 – 14 Ocak 1944)
13 Mayıs 1869’da İstanbul’da doğdu. 14 Ocak 1944’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Milli Edebiyat ve Türkçülük akımının önde gelen temsilcisi. Mektebi Mülkiye’nin idadi bölümünden ayrıldı. Devlet memuru oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. Şiirleriyle İstanbul hükümetini eleştirince 1907’de Erzurum rüsumat nazırlığına atanarak İstanbul’dan uzaklaştırıldı. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra aynı görevle bu kez Trabzon’a gönderildi.
31 Mart Olayı’nın ardından 13 Nisan 1909′da İstanbul’a çağrıldı. Bahriye Nezareti Müsteşarlığı’na atandı. Hicaz ve Sivas’ta valilik yaptı. 1910′da İstanbul’a döndü. Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı. Türk Yurdu dergisinin yayın sorumluluğunu üstlendi. İttihat ve Terakki ile anlaşmazlığa düşünce 1912′de Erzurum Valiliği’nden emekliye ayrıldı.
1914′te Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Musul milletvekili oldu. Aralık 1919′da Türk Fırkası’nı kurdu. İstanbul’un işgalinden sonra 1921′de Anadolu’ya geçti. Antalya, Adana, İzmir çevresinde çalıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Şarkikarahisar, sonra da Urfa ve İstanbul milletvekili oldu. Ölümüne kadar milletvekili olarak kaldı. Yazmaya şiirle başladı. İlk şiiri 1897’de Servet-i Fünun dergisinde yayınlandı.

  • Döneminin şiir anlayaşının dışına çıktı, hece ölçüsüne dayalı yalın bir Türkçe kullandı. 
  • Türk edebiyatına halkın sesini getiren gerçekçi bir şair olarak değerlendirildi. 
  • Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarına karşı Türkçülüğü savunan şiirler yazdı. 
  • Coşku, ulusal duygular, kahramanlık, yüreklendirme ve öğreticilik öğelerini ön plana çıkardı. Şiire biçim yenilikleri de getirdi. 
  • Dörtlük geleneğinin dışına çıkarak üçer, altışar, sekizer dizeden kurulu şiirler yazdı. 
  • Milli edebiat akımı ve Türkçülüğün önde gelen temsilcileri arasında yer aldı. 
  • “Türk Şairi”, “Milli Şair” diye bilinir.

ESERLERİ

ŞİİR
  • Türkçe Şiirler (1899-1918)
  • Türk Sazı (1914)
  • Ey Türk Uyan (1914)
  • Tan Sesleri (1915, 1956)
  • Ordunun Destanı (1915)
  • Dicle Önünde (1916)
  • Hastabakıcı Hanımlar (1917)
  • Turana Doğru (1918)
  • Zafer Yolunda (1918)
  • İsyan ve Dua (1918)
  • Aydın Kızları (1919)
  • Mustafa Kemal (1928, şiir ve düzyazı)
  • Ankara (1939)


DÜZYAZI
  • Fazilet ve Asalet (1890)
  • Türkün Hukuku (1919)
  • Kral Corc’a (1923)
  • Dante’ye (1928) 


“BEN BİR TÜRKÜM, DİNİM CİNSİM ULUDUR”
Bugün Mehmet Emin Yurdakul’un (13 Mayıs 1869-14 Ocak 1444) 67. ölüm yıldönümü… Yazımızın başlığını teşkil eden  “Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur” mısraı, şairin Selanik’te çıkan Asır gazetesinde 1897’de yayımladığı  “Anadolu’dan Bir Ses yahut Cenge Giderken”  başlıklı şiirinin ilk dizesidir. Beş dörtlükten oluşan manzumenin belki de bu ilk mısraıdır ki Mehmet Emin’in tanınmasına ve kısa zamanda adının Osmanlı coğrafyasında yankılanmasına vesile olmuştur. Gerek mânâ, gerek âhenk bakımından pek de parlak olmayan bu manzumeye niye bu kadar önem atfedildiğini anlayabilmek için 20. yüzyıla girerken Osmanlı Devleti’nin genel görünümünü kısaca hatırlamak gerekir.
Tanzimat’la birlikte, Batı’nın baskısıyla gayrimüslim tebaaya verilen birtakım haklar kötüye kullanılıyor ve malum çevreler, özgürlükleri devleti yıkma yolunda altın fırsatlar olarak görüyorlardı. Yıkıcı ve bölücü faaliyetler öyle vahim noktalara ulaşmıştı ki Sultan II. Abdülhamit,  “Ceddim Abdülmecit Han’ın izinden giderek millete hürriyet vermekle hata etmişim” deyip Meclis-i Mebûsan’ı kapatmak zorunda kalmıştı.
Devlet mekanizmasında bunlar yaşanırken Osmanlı aydınları -İsmail Habip’in ifadesiyle-:  “Renk renk câmialar içinde asıl milleti bulacaklarına, asıl milleti (Türk milleti) inkâr ederek muhtelif renkleri bir renk farz edip bu rengarenk renksizliğe Osmanlı unvanı vererek”  Ermeni’yi, Bulgar’ı, Sırp’ı, Arnavut’u, Arap’ı  “Osmanlılık”  şemsiyesi altında toplama hayali peşinde koşuyorlardı.
Sadece Hıristiyan unsurlar değil, Arnavutlar yahut Araplar gibi Müslüman tebaa tarafından da arkadan hançerlendiğini gören halkın zihnini  “Bu toprakların asıl sahibi ne zaman ortaya çıkacak?”  sorusu meşgul etmeye başlamıştı. İşte Mehmet Emin’in  “Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur” çıkışı, halkın bu beklentisine cevap niteliği taşıdığı için o basit mısralar bir anda yurt sathında yankılanmıştı.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız, 20. asra girerken Osmanlı Devleti’nin yaşadığı sıkıntılarla, 21. yüzyıl başlarında Türkiye Cumhuriyeti olarak karşı karşıya olduğumuz sorunlar arasındaki benzerlik bilmem dikkatinizi çekti mi?.. O gün aydınlarımız  “Osmanlılık” peşindeydi, bugün de  “Türkiyelilik” revaçta… O gün de azınlıklara hak vermekle meşguldük, bugün de… O gün yakıp yıkanlar bugün de yakıp yıkıyorlar… Tanzimat’la başlayan bu süreç sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünüp parçalandığını biliyoruz. Bugün aynı süreci yaşadığımıza göre biz de o tarafa doğru mu gidiyoruz acaba?.. Neyse, anlayana sivrisinek saz…
Mehmet Emin’in şu mısraları da bugün hafızalardaki tazeliğini korumaktadır:
“Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et//Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet//Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”
Bence bu dizeler günümüzde şöyle okunmalıdır:  “Bugünkü gidişat karşısında vatanseverler, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi susarlar ve doğruları haykırmazlarsa yarın şikâyet etmeye hakları kalmaz. Zira sükût ikrardan sayılır.”
Maalesef tarih hep tekerrür ediyor. Dileriz sadece tarih tekerrür etmez; Mehmet Emin, Mehmet Akif, Ömer Seyfettin, Mustafa Kemal gibi tarihî şahsiyetler de tekerrür eder. Aksi halde geleceğimiz karanlıktır.
Bu vesile ile ölümünün 67. yıl dönümünde Mehmet Emin Yurdakul’u rahmetle anıyoruz…
Ahmet Sevgi – Yeniçağ

Alıntı kaynak: http://www.altayli.net/ben-bir-turkum-dinim-cinsim-uludur.html

20171210

Türk Edebiyat Dünyasından Şairler ve Şiirler











Tekel işçisi nişanlı kızın vasiyeti - Hüseyin Haydar

Benim bu Tekelden ölüm çıkacak,
Ölüm çıkacak, kesin.
Beni almak için nişanlım,
Üç bin ceset torbası getirsin.
Benim bu Tekelde fermanım kesin,
Kararım kesin.
Benim başımı, günde üç kere kesin,
Başım herkesin.
Bafra’da başladığım yatak örtüsünü,
Bitlis’te bitirememişim,
İğneden ibrişimi geçirememişim,
Ama, geçecek, kesin.
Pembe sümbüller işliyordum uçlarına,
Al yeşil meyveler, biberiyeler,
Süt kâseleri ki herkes içsin, herkes yesin.
Önlüğümü makasla kesin,
Gelinliğimi, duvağımı fabrikaya asın,
Asla tutulmasın yasım,
Bu adamlar Anzavur’dan Anzavur,
Anzavur’un yollarını kesin.
Bu polis hangi polis,
Biber gazı sıkıyor gözlerimize.
Bu hükümet kimin hükümeti?
Satıyor mübarek memleketi.
Yıkılmak yok, düşen kalkacak,
Bu kesin, kesin!
Çeyizim satılsın, yüzüğüm satılsın,
Dantellerim, oyalarım satılsın,
Ama, Tekel vatandır, namustur,
Namusumuz satılmasın.
Sarı saçlarım kesilsin,
Nefesim, kefenim kesilsin,
Ama, umudumuz kesilmesin.
Ak göğsümden sütümü toprak emsin,
Akça sütüm herkesin.
Tütün gibi sarıp içsin beni toprak,
Ateşim Muş ovalarından tütsün,
Dumanım işbirlikçiyi yutsun.
Zafer sabahı çıkacağım topraktan,
Saçlarıma tütün Gülleri takarak,
Bu kesin, kesin!
Ey yaralı, onurlu Türkiye ruhumdasın,
El ne derse desin!


20171103

Memleket Toprağı

Memleket Toprağı

Bizim Ege’de, kasaba ve köylerinde ketler ya da keleter derler, sözlükte aradım bulamadım. Bir tür büyük sepet, şimdi değil ama eskiden, bağlara, bahçelere tek nakil aracı beygirler, eşeklerdi, bu kelterleri urganla çevirip önünden ve arkasından eşeğin semerine bağlarlar, içlerini de ne taşıyacaklarsa, un, şeker, sebze, kavun, karpuz v.b onunla doldururlardı. Bazen de bizim gibi küçük çocukları. Ninem rahmetli, şehirden,Karşıyaka’dan gelmiş torunları Attilâ ile Cengiz’i, bu kelterlerden birisine, öbür tarafa da eşyaları kor, kendisi de eşeğe biner, bağa öyle giderdik. Sonra büyüdük, kelterler ayrılmıştı, tek keltere sığmıyorduk. Bu uzun zaman böyle gitti, hep ayni ketlerde, bir başka değişle ayni kefedeydik, sadece sınıf arkadaşı değil, sıra arkadaşıydık, elbiselerimiz bile uzun zaman ayni kaldı. En son, hatırlıyorum, Ninem ile birlikte Menemen’e pazara gitmiş, akşamüzeri bağa dönüyorduk, artık büyümüştüm, bu defa eşeğin arkasında, kıçında oturuyordum. Kelterlerden birisinde Yeni Asır gazetesini gördüm, Ninem önümdeydi, istedim, uzattı, aldım, açtım, manşet halâ aklımda ; “Avrupa’da Savaş Başladı”. 1939 yılının güzel bir Eylül günüydü, Babam, şark hizmetini yapmak üzere, tayin olduğu Van’ın Muradiye ilçesine gitmişti. Biz okul sorunu nedeniyle annemle İzmir’de kalmıştık, Karşıyaka Orta Okuluna gidecektik (o tarihlerde Menemen gibi büyük bir ilçede bile orta okul yoktu) Ağabeyim Balıkesir Lisesinden naklen orta sona, ben ise yeni başlayacaktım. Kulenin önünde, (Ege’de bağ ve bahçe konutlarına o dönemlerde “kule” denirdi ) büyük dut ağacının altında Ağabeyim, bizi, daha doğrusu gazeteyi bekliyordu, koşarak geldi, gurk tavuklar kaçıştılar, Ninemin sevgili köpekleri Murgo ile Karabaş küçük havlamalarla uyarıda bulunuyorlardı.

1946 ‘da savaş bittiği zaman, biz de Liseyi bitirmiştik. Bu dönem, 939 -946 arası, ayni zamanda ülkemiz kültür ve eğitimin alanında, çoğu kez özlem duymakla birlikte hala tartışılmaktan geri kalınmayan, büyük ve ciddi değişimlerin yaşandığı, gerçekten önemli bir dönemdi. Bir taraftan savaş yıllarının yaygın söylemi hümanizm, diğer taraftan Hasan Ali Yücel ile birlikte başlayan, evrensel ilim ve kültür olduğu kadar geçmiş kültür ve edebiyatımızı da temel alan, bunu hümanist açıdan değerlendiren ciddi ve etkileyici bir lise eğitimi ve yaşamı ağabeyim gibi dikkatli öğrencilerin kendilerini yetiştirmeleri için güçlü imkanlar sunuyordu. Attilâ İlhan buna bir örnektir.

* * *

Yaşamımızda bağın önemli bir yeri olmuştur, hemen hemen her yaz gelir uzunca bir süre kalırdık. Bu gün, ne Menemen’de ne de başka yerlerde öyle bağlar, bahçeler bulmak kolay değil. Giriş iki yanı nar, ayva, mürdüm eriği ağaçlarıyla çevrili uzun ince bir araba yolundan başlardı. Kule, büyük dut ağaçlarının arasında iki katlı taştan bir yapı idi, önünden, kuleden çıkışa göre solda, patlıcan bahçesine uzanan su yolu geçerdi, daha solda toprak ekmek fırını, ninemin ünlü köpekleri vardı. Onların biraz önünde ayaklarından bağlanmış, gurk tavuklar ve civcivleri bulunurdu. Sağda ise yine büyük dut ağaçlarının koyu gölgesinde ve yüksekçe bir konumda, birisinin adı Leylâ, diğerini unuttum iki beygirin yorgun ve yavaş adımlarıyla , sabahtan akşama, durmadan dönen dolaplı kuyu, bir saat düzeni içersinde sesi ile çevreye mutluluk yayardı. İncir ağaçları, sergi yeri, su kanalları ile özel bir yaşamdı. Akşam üzerleri buruk (olmuş ve dalından koparak ağacın altına düşmüş kuru incir) toplamağa gidilirdi. Yatmadan önce, gemici feneri ile yatak altlarında kuyruklu (Ege’de halk dilinde akrebin adı kuyrukludur) aramaların heyecanını kim unutabilir. Ekmek yapımı, günbalı kaynatılması, tarhana kırması ve benzeri, ihtiyaçlarını satın almak değil de üretmek üzerine kurulu kır yaşamının bütün zorluklarıyla ve ayni zamanda içtenliği ve inceliği ile mutlu bir yaşamdı. Ağabeyimin şair tabiatının bundan etkilenmemesi düşünülemez. Savaşın ilk yıllarını Karşıyaka’da (1939 -1942 ) geçirmiştik; Almanların Girit, Rodos ve Yunanistan’ı işgal etmesi üzerine, öğretmenleri askere almışlar, okulları da 16.Nisan’da tatil etmişlerdi. Ağabeyim, bilinen olay nedeniyle zaten okula gitmiyordu, uzun, tükenmez ve sıkıntılı bir yaz yaşamış, bir dönem geçirmiştik.

Köy yaşamı yetişme çağımızda önemli bir yer tutar. Önce Ilgın (1936 – 1938), daha öncede yazmıştım; Karşıyaka’nın, o zamanlar daha çok bir İtalyan şehrine yakın ama Anadolu, hatta İstanbul yaşamına katiyen benzemeyen yaşamından, havasından sonra orta Anadolu bozkırıyla yüz yüze gelmenin hoyrat şaşkınlığı unutulur gibi değildi. Saz damlı evler, ayak bileklerine kadar çamur, toprak sokaklar, mandalar, inekler, dışkılarını toplamak için ineklerin arkasından koşan, avuçlarını açan kadınlar. Bir tarafta yüzünüze çarpan acımasız bir fakirlik öbür tarafta derinlerden gelen saygın bir kişilik, ikincisi birincisine her zaman üstün geliyor, kimse, en küçük bir şekilde durumundan şikayet etmiyordu.

Bahçe’de (1942 – 44) evimizin (şimdiki adıyla lojman) hemen arkasında kuru bir dere yatağından sonra bir büyük tepe vardı, sabahları keklik sesi ile uyanıyorduk. Toros Ekspres’nin az ilerimizden geçen rampadaki zorlamalarına karışan kurt ve çakal ulumaları ile ürkütücü de olsa, dikkatinizi ve duygularınızı diri tutan bir yaşamdı. Sonunda biz de bir gün, bu uzak ülkelerin kokusunu getiren trene binecek, 1943 yılının bir Eylül gününde akşamüzeri, lise tahsilimizi tamamlamak üzere İstanbul’a doğru yola çıkacaktık.

İlk gençliğimizin çoğu Balıkesir’de geçti. Balya ‘dan (1938 – 1939) bir süre sonra Sındırgı (1944 – 1948). Artık deneyimliydik, uzun yaz tatillerinde civarda dağ, tepe ve köyler, gezmedik, görmedik yer bırakmıyorduk. Her bakımdan,şehirli olmaktan çok, artık, bir Anadolu çocuğuyduk. Sonra da Burhaniye (1948 – 1950). Rahmetli sevgili bir arkadaşımız ile birlikte şimdiki Ören plajı olan büyük kumlukta bir kamp kurmuş, tatil yapmıştık. Tatil ünlü Paris macerası ile bitti.

* * *

Paris’e neden gittik, savaş sonrasında Avrupa’da, Paris’te yaşam çok güçtü, orada tutunmamıza, tahsilimizi sürdürmemize imkan var mıydı ? Bu konuda etkili olan Ağabeyimdi, şairlik, yazarlık misyonuna kendisine adamıştı, çocukluğundan beri okuyor, yazıyor, yaşamını buna göre yönlendiriyordu. Cebinde 100 lirayla Paris’e gitmek ve orda yaşamak. Bu bir saçmalık, en azından tehlikeli bir maceraydı. Ama önümüzde o zamanlarda çok tutulan Panait İstrati örneği vardı, onun gibi “dünyayı görmek” istiyorduk. Hemen hemen bütün kitaplarını ezbere bildiğimiz Maksim Gorki, Jak London yaşamlarını en güç koşullarda kazanarak güçlü birer romancı olmamışlar mıydı?!. Zaten aydınlarımızın çoğu Paris’te değiller miydi? Ama asıl sebep, sanırım, o günün koşullarında yaşadığımız çevreden dışlanmaydı, şu veya bu herhangi bir şekilde adınızın sola çıkması, sizin dışlanmanıza, kötü bakışlara sözlere hedef olmanıza yetiyordu. Pasaport almada, vize de büyük zorluklarla karşılaştık. Rahmetli Cahit Güçbilmez’in çok emeği geçti (o yatak yorgan,bütün eşyası ile gidiyordu), konsolostaki bir görevli vize vermemekte diretiyordu, onu ikna etmenin yolunu bile buldu. Sonunda 1949 yılının güzel bir kasım günüde Ankara vapurda yola çıkmıştık. Artık, Panait İstrati’nin sözleri ile; “Dünya’ya gidiyorduk ,deve dikenleri de peşimizdeydi.”

Ben çabuk döndüm, Ağabeyim,bir süre daha kaldı, ama döndüğü zaman batının “Hangi Batı” olduğunu anlamış, zaman kaybetmekten kurtulmuştu.

* * *

“Gitmesek de” “görmesek de ” “O köy bizim köyümüzdür” . Bu o zamanlar, halâ da öyle ya, bir kısım Cumhuriyet aydınının yurdumuza bakış açısıdır. Ülkesini İstanbul veya Ankara’da oturmak sık sık da Avrupa’ya gitmek koşulu ile oturduğu yerden, ya da “Bir vagon penceresinden” bakarak sever. Pınar başında testisine su dolduran şalvarlı köy kızları, köy meydanında halay çeken delikanlılar. Cumhuriyetin en az otuz yılı böyle geçti. Bir de Halikarnas Balıkçısı ile gelişen Bodrum Anadolucuğu vardır, yabalar, kilimler… Kimilerine göre ise geçmiş, sadece İyonya’dır, Homer’dir ve ondan ibarettir. Şimdilerde ise, Türkçe’mizi, bir kabile dili olmaktan çıkarıp, bir edebiyat dili haline getiren, dilimizi kurumlaştıran Yunus Emre’yi bir taraf itip, mevlevî ayinleri moda oldu. Bu gün için hiçbirinin bir turistik slogan olmaktan öteye anlamı yoktur.

Yazarların, şairlerin ülkelerini sevmeleri yeterli değildir, içinden gelmeleri yaşamaları gerekir; Attila İlhan’nı farklı kılan, sanırım budur; Anadolu’nun içinden gelmesi, onun bir parçası olmasıdır. Ancak böyle bir yazar, şimdilerde bazılarının yaptığı gibi, başka iklimlerde, topraklarda kendisine aidiyet aramaz, ülkesini şikayet etmez, halkını hor görmez. Evrensel kültürün bir parçası mı, yoksa uydusu mu, hangisi? Attilâ İlhan’ının cevabı birincisidir, ikincisi ise sömürge kültürüdür. Nazım Hikmetin’in ifadesiyle, kökü “memleket toprağındadır”, ve yükü “Şeyh Bedrettin gibi taşımaktadır”. İşte hepsi bu, bütün bu öyküyü bunun için anlattım.

Cengiz İLHAN
Dünya Gazetesi “Kitap” Eki. – 02.Eylül.2005

Kültür: Attila İlhan'ın sanata bakış açısı

🎞️ I am not Turkish but 🇹🇷 ( Ben Türk değilim ama..) akımından... 🇹🇷Türkçe sözlü şarkılar

“Türk değilim ama…” akımı büyük ilgi görüyor -  Son zamanlarda sosyal medyada "I am not Turkish but" yani "Türk değilim ama...