Osmanlı Askeri Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı Askeri Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20250718

📖🇹🇷Mehmetçiğin Göğüs Bayrağı

OSMANLI DÖNEMİ ÇOK NADİR GÖĞÜS BAYRAĞI

ASKERLERİMİZİN, ANNELERİ YA DA EŞLERİ TARAFINDAN DİKİLEN VE GÖĞÜSLERİNDE TAŞIDIKLARI ÇOK NADİR GÖĞÜS BAYRAĞI 



Alıntı: https://www.bayrakmuzayede.com/osmanli-donemi-cok-nadir-gogus-bayragi74675.html

20240906

🇹🇷⚓️🚢Türk denizciliğinin Akdeniz hâkimiyeti ve ABD ile anlaşma



Türklerin denizciliğini küçümseyenler, Akdeniz hakimiyeti falan abartılı diyenler, deniz gazilerimizi hor görenler bu anlaşmadan haberdar mıdır sizce? İşte bundan tam 229 sene evvel 5 Eylül 1795 tarihinde ABD'yi haraca bağladığımız anlaşmanın orjinal metni. 

Osmanlı, o dönem ABD'yi muhatabı görmediği için anlaşma, George Washington ile Cezayir Dayısı Hasan Paşa arasında imza edilmiş. 

  • Anlaşma ile Garp Ocakları, Akdeniz'e giren ABD gemilerine el koymamayı taahhüt ediyor. ABD de daha önce el konulan gemi ve esirlerine karşılık 585.000 dolar fidye vermeyi, ayrıca her sene 12.000 Cezayir altını ödemeyi kabul etmiş. 
  • Dahası Akdeniz'de yaptıkları her ticaretin yüzde 5'ini de Garp Ocakları'na ödemeye mecbur kalmışlar. 
  • Bu anlaşma, hem ABD'nin kendi tarihinde haraç vermeyi kabul ettiği hem de İngilizce dışında bir dilde imzaladığı (Arapça harflerle yazılmış Türkçe metin) tek anlaşma.

20240317

1922’de Afrika basınında ilginç bir film: Konusu 200 bin ordusuyla Viyana’yı kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa


Çanakkale hakkında Güney Afrika okuru için bir yazı hazırlıyorum.
1922’de Afrika basınında ilginç bir film çıktı karşıma.
Filmin konusu 200 bin ordusuyla Viyana’yı kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa.
Viyana’yı alamadık fakat Batı dünyası Türkü unutmadı, biz bazen unutuyoruz!

Halim Gençoğlu @halimgencoglu


20210416

Osmanlı işçi sınıfının ataları: Kapıkulları - Yıldırım Koç

Osmanlı işçi sınıfının ataları: Kapıkulları

11 Nisan 2021 15:14

Türkiye işçi sınıfı tarihini yazma çabalarında görülen genel eğilim, başlangıç noktası olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda özel kesimde veya kamu kesiminde askeriye dışında sanayi işletmesi işçisi aramaktır. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın öncesinde de, özellikle inşaat, madencilik, çiftlikler, tersaneler gibi işyerlerinde de çok sayıda işçi vardı. Türkiye işçi sınıfı tarihini yazma çabaları, günümüze doğrudan fazla bir miras bırakmış olmasa bile, bu dönemleri de kapsamalıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda işçi sınıfının doğuşu ve gelişimi incelendiğinde, tartışılması gereken bir kesim, sürekli orduyu oluşturan kapıkulu ocakları mensuplarının önemli bir bölümüdür. Kapıkulu ocakları ortaya çıkışlarından işlevlerini yitirişleri ve yok oluşlarına kadar önemli değişim yaşadılar. Bu ocakların mensupları genellikle mülksüzleşmiş özgür ücretlilerdi. Bu ücretlilerin bir bölümü aynı zamanda maddi ürün üretiminde doğrudan veya dolaylı olarak yer alıyordu. Bir bölümü ise savaşıyor veya başka hizmetleri yerine getiriyordu. Bu insanlar, feodal sömürünün ve askeri yayılma ve el koymanın birer aracı durumundaydı; ancak kendi işverenleri olan feodal devletle kapitalist topluma özgü bir ilişki içindeydi. Bu özgün durum da ayrıca incelenmeye değerdir.

KAPIKULLARININ GENEL DURUMU

Kapıkulları, Osmanlı’da merkezi feodalin düzenli ve sürekli ordusunu ve orduya destek sisteminin bir bölümünü oluşturuyordu. Kapıkulları önceleri esirlerden, daha sonra ağırlıkla devşirmelerden oluştu. Daha sonraları ise “her çeşit insan” (esnaf, mülksüzleşmiş reaya, ırgat) da kabul edildi. Eski esirler ve devşirmeler Ocağa geçince özgürleştiler. Suç işleyenlere verilen cezalardan birinin Ocak’tan çıkarılma oluşu, işgücünün özgürleşmesinin göstergelerinden biridir.

Kapıkullarının bir bölümü barut, silah, top, top arabası, gülle, bina, vb. yapımında çalışıyordu. Bir bölümü ise odun getirme, top taşıma gibi hizmetlerde istihdam ediliyordu. Çoğunluk ise savaşıyordu.

İmparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde kapıkullarının önemli bölümünün ana gelir kaynağı, devletten aldıkları ücretti. Dönemin koşullarına göre oldukça yüksek olan bu ücret, yevmiye ve çeşitli ikramiyelerle (“bahşiş”lerle) birlikte değerlendirilmelidir. Ancak, kapıkulları için en önemli hak, bir gün tımara geçip, feodal sömürü içinde ara tabaka olarak doğrudan yer almaktı. Kapıkullarının bazı kesimleri ise bir dönem ücretliliğin yanı sıra, aynı anda tımar sahibiydi veya vergi toplamada devlete aracılık ederek feodal sömürüden pay alırlardı ve hatta köle sahibiydiler. Diğer bir deyişle kapıkullarının sınıfsal konumu son derece karmaşıktı.

Bu işleyiş, imparatorluğun zayıflama döneminde bozuldu. Avrupa’da gelişen kapitalizmin güçlendirdiği düşman orduları karşısında yenilgiler yaşandı. Günün koşullarına göre kendini yenileyemeyen merkeziyetçi feodal sömürü sistemi çözülmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri yayılma ve el koyma ile merkeziyetçi feodal sömürünün ayrılmaz bütünlüğü, bu süreci hızlandırdı.

Bu koşullarda kapıkulu ocakları mensuplarının davranışlarında yeni bir aşamaya geçildi. Sınıf değiştirme olanağının ortadan kalkması ve ücretlerle birlikte itibarın da düşmesiyle, ücretlilik ağır bastı. Toplu yaşamın ve ölümle karşılaşmanın yarattığı birliktelik ruhuyla, kesimsel çıkarlar için eylemler yapıldı. Kapıkulu ocakları mensuplarının önemli bir bölümünü Türkiye işçi sınıfının öncüleri arasında saymamızı düşündüren, bu dönemdeki tavırları ve eylemleridir.

Bu dönemde kapıkulu ocaklarına çok sayıda mülksüzleşmiş reaya ve ırgatın alınması da davranış ve tepkilerde ücretliliğin ağır basmasında etkili oldu. Devlet tarafından kontrollü bir enflasyonla (akçe tağşişi) ücretlerin düşürülmesi, direnişlere neden olurken, ikramiye ve zam alabilmek amacıyla padişah değiştiren ayaklanmalara varan eylemlere yol açtı.

Son dönemin ana özelliği ise, üretim, hizmet ve askerlik alanlarında çağdaş dünyanın gerisinde kalarak işlevlerini yitiren kapıkullarının önemli bir bölümünün lümpenleşmesi, zorbalığın ve haraççılığın yaygınlaşmasıydı. Subaylar ve üst düzey bürokratlar ise hazineyi soyma çabası içindeydi. Geçmiş dönemlerde yeniçerileşen esnaf ve esnaflaşan yeniçeriler bu karmaşıklığı daha da artırdı. Dağılma ve çürüme belirleyiciydi. Fakat güçlü bir örgütlülük ve direniş geleneğine sahip olan bu kesimler ancak büyük bir katliamla yok edilebildiler.

Kapıkulu ocaklarının çoğuna insan sağlayan birim, acemi ocağıydı. Bu ocakta yetiştirilenler, gereksinime ve kişilerin özelliklerine göre Yeniçeri Ocağı, Cebeci Ocağı, Topçu Ocağı, Top Arabacıları Ocağı, Humbaracı Ocağı, Lağımcı Ocağı’na gider veya kapıkulu süvarisi olurdu.

ACEMİ OĞLANLAR VE ACEMİ OCAĞI

Acemi oğlanlar iki kaynaktan sağlanıyordu: Savaşta esir alınan erkek askerler arasından veya Osmanlı ülkesindeki Hıristiyan çocuklar arasından.

Savaşta alınan erkek esirlerin bir bölümü, her biri 300 akçeden devlete satılırdı. “Pençik oğlanı” denilen bu kişiler, önceleri günde 1 akçe yevmiye ile Acemi Ocağına alınırlardı. Daha sonraları ise küçük bir bedel karşılığında Anadolu’da çiftçilere satıldılar. Bu işte bir süre çalışıp, dili ve dini öğrendikten sonra, Acemi Ocağı’na gönderildiler.

Önceleri yalnızca Avrupa’daki Osmanlı topraklarındaki, daha sonra ise tüm ülkedeki Hıristiyan ailelerden devşirilen çocuklar acemi oğlanı olarak çalıştırıldı. Onyedinci yüzyılın başlarına kadar, devşirilen çocukların bir bölümü saraya ayrılır, geri kalanı 3-8 yıl Türk çiftçilerinin yanında hizmet ederdi. Çiftçilikle geçirilen bu süre, yeniçeri olup bir süre sonra tımar sahipliğine geçtiklerinde, işlerine yarayacak bilgileri edinmelerini de sağlardı. Daha sonra da, gereksinime göre, Acemi Ocağı’na geçerlerdi. Çiftçilerin yanında çalışma uygulaması bir süreç içinde kalktı.

Onaltınca yüzyılın sonlarından itibaren her nitelikte insan “ağa çırağı” adıyla ocağa alındı.

Onyedinci yüzyıldan itibaren acemi oğlanların “özgür” insanlar olduğu söylenebilir. Onsekizinci yüzyıldan itibaren de Acemi Ocağı’nın çoğunluğunu Türkler ve diğer Müslümanlar oluşturuyordu. Diğer ocaklara geçmek için Acemi Ocağı’nda geçirilmesi gereken süre de 6 ay ile 1 yıl arasına indirildi.

Acemi oğlanları, kamu imalathanelerinde, kamu gemilerinde, odun ambarlarında, Tophane’de, kamu fırınlarında, su yollarında, bahçelerde, hasta odalarında ve bazı bölgelerde sultan hanımların hizmetinde çalışırlardı. Bunlar dışında en önemli çalışma alanı, inşaat sektörüydü. Saray, cami, çeşme, köprü, hastane, medrese ve diğer kamu binalarının inşaatında ve taş taşımada acemi oğlanları yaygın bir biçimde istihdam ediliyordu.

Acemi oğlanlarının yevmiyeleri önceleri 1-2,5 akçe iken, onsekizinci yüzyılın ilk yarısında en yüksek yevmiyeler 7,5 akçeye kadar yükseldi. Ücretler üç ayda bir ödenirdi. 1 akçe yevmiye alan acemi oğlanlarına ayrıca her aya 5 akçe pabuç parası verilirdi. Acemi oğlanlarına yılda iki kat elbise, iki adet gömlek verilirdi. Onsekizinci yüzyıl sonlarında bazı yerlerde bunların bedeli nakden ödenmeye başlandı. Acemi oğlanları koğuşlarda yatarlar, yemeklerini kendi ücretlerinden karşılarlardı. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren evlenebilmeye başladılar. Sayıları 9-12 bin dolaylarındaydı.

Acemi oğlanları, kendileri sıra beklerken, Yeniçeri Ocağı’na dışarıdan adam alınmasına (geleceklerinin tehlikeye girmesine) tepki gösterdiler. Örneğin, 1649 yılında Yeniçeri Ocağı’na dışarıdan adam alınınca, acemi oğlanları, “odabaşılar onar kuruşa bakkal ve hamalı yeniçeri ettiler; biz bunca zamandır hizmetteyiz, yolumuzca Yeniçeri Ocağı’na geçelim diye; acemi oğlanlığı bırakıp hamamlık edip onar kuruş sağlayalım ve odabaşılara verip, Yeniçeri Ocağı’na geçelim” dediler ve bu tepki üzerine yeniçeri olabildiler. (Uzunçarşılı, İ.H., Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları (1): Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yay., VIII. Dizi, Ankara, 1984, s.487. Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, İ.H., Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları (II): Cebeci, Topçu, Top Arabacıları, humbaracı, Lağımcı Ocakları ve Kapıkulu Süvarileri, 2. Baskı, Türk tarih Kurumu Yayınları, VIII: Dizi, Ankara, 1984)

YENİÇERİLER VE YENİÇERİ OCAĞI

Yeniçeriler ilk önceleri kısa bir eğitimden geçirilen esirlerden oluştu. Daha sonraları, alınan esirler Türk çiftçilerinin hizmetine verildi ve arkasından Yeniçeri Ocağı’na alındı. Son olarak da, çiftçilerin yanında kalan esirler önce Acemi Ocağı’na alındı ve oradan Yeniçeri Ocağı’na geçmeye başladı. Bir süre sonra da, esirlerin yerine devşirmeler, çiftçilerin yanında çalıştıktan sonra Acemi Ocağı yoluyla Yeniçeri Ocağı’na geçtiler.

Acemi Ocağı’na girişteki denetim bozulunca, birçok kişi çok kısa bir acemi oğlanlığı süresinden sonra yeniçeri olmaya başladı. Bazı kimselerse Acemi Ocağı aşamasını da atlayarak Yeniçeri Ocağı’na girdi. Onyedinci yüzyılın ikinci yarısından sonra Yeniçeri Ocağı’na girişteki düzen tümüyle bozuldu.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yararlandığı Kitab-ı Müstetab isimli bir kaynakta, eskiden kapıkulluğunun zorlukları anlatıldıktan sonra, şöyle denmektedir: “Dirlik için belâ ve zahmet çekmeğe ihtiyaç kalmayup şimdiki hal, olur olmaz reaya bir çift öküzünü satup akçe kuvvetiyle kimi sipahi ve kimi yeniçeri olup istedikleri dirliğe ve mansıba geçer olmuşlardır.” (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.480)

Sistemin çözülme dönemlerinde Yeniçeri Ocağı’na tellallar aracılığıyla adam toplandı. Örneğin, Avusturya seferi uzun sürünce, 1598 yılında bu yola başvuruldu. 1649 yılında ise bir sipahinin isyanını bastırmak için İstanbul’da üç gün Yeniçeri Ocağı’na adam kaydedildi. Bu dönemlerde İstanbul dışında Anadolu ve Rumeli’de de serdengeçti bayrakları açılarak, Yeniçeri Ocağı’na asker alındı.

Ocağa çok sayıda yeni asker alınırken, devlet hiyerarşisi içinde üst düzeylerde olanların yakınları da kaydedildi; ancak bunlar askerlik görevini yerine getirmeden aylık almaya başladılar. Bu eşitsizlik de yeniçerilerin tepkisini çekti.

Bu dönemde esnafın yeniçerileşmesi ve yeniçerilerin esnaflaşması da yaşandı. Birçok esnaf, yeniçerilere tanınan vergi muafiyetinden yararlanmak amacıyla, rüşvet vererek, “aylık almayan yeniçeri” (ulûfesiz yeniçeri) oldu. Diğer taraftan, evlenip de aylıkları yetmeyen yeniçerilere esnaflık yapma izni verildi.

Yeniçerilerin onaltıncı yüzyılın ilk yarısındaki sayıları 12 bin dolayındaydı. 1609 yılında 38 bin, 1660 yılında 54 bin oldular. 1687 yılında 70 bine ulaştılar. Yeniçeriler 1804 yılında 64 bin kişiydiler. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılırken defterlerde 100 bin dolayında ismin kayıtlı olduğu tahmin edilmektedir. (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.613-620)

Yeniçerilerin yaklaşık 125 binlik bir grubunu ise “gönüllü yeniçeriler” oluşturuyordu. Bunlar, yeniçeriliğin itibarından yararlanmak amacıyla yeniçeri serdarına bir hediye vererek deftere kaydolurlardı. Savaş döneminde ise yeniçerilerin ulûfe defterine maaşlı olarak geçerlerdi.

Yeniçerilerin ana işi, savaşmaktı. Ancak, Yeniçeri Ocağı’nın bazı imalathanelerinde yeniçeriler çalışırdı. Etmeydanı’nda bir baruthane vardı. Ayrıca Ağa Kapusu’ndaki imalathanelerde çizmeci, çadırcı, saraç, gazzaz (ibrişim bükümcüsü ve ipekçi), ekmekçi, aşçı, doğramacı, kuyumcu ve berber ustaları ve çırakları bulunurdu.

İlk dönemlerde Yeniçeri Ocağına yeni katılan yeniçerilerin yevmiyesi 2 akçeydi. En yüksek nefer yevmiyesi ise 5 akçeydi. Onyedinci yüzyılın başlarında yeni yeniçerilerin yevmiyesi 3 akçe oldu. En yüksek nefer yevmiyesi 12 akçe olmuştu. Yevmiyelerin yükselmesinin nedenlerinden biri akçe tağşişiydi.

Yeniçerilerin yevmiyeleri şu yollarda arttırılırdı: (a) Yeni padişah tahta çıkınca verilen zam (cülus terakkisi), (b) Savaşlarda olağanüstü hizmet nedeniyle verilen “fazla yevmiye,” (c) Yeniçeri Odasının takdiriyle verilen zam, (d) oda mensuplarından birinin ölmesi üzerine, onun yevmiyesinin 7 akçenin üzerindeki bölümünün bölüştürülmesiyle gelen zam, (e) hükümdarın kendiliğinden veya yeniçeri ağasının başvurusu üzerine verdiği zam.

Yeniçeriler arasından ayrılan serdengeçtilerin yevmiyeleri daha yüksek, terfi olanakları daha fazlaydı.

Çocuk sahibi olan yeniçerilerin her doğan çocuğu için yevmiyelerine bir akçe zam yapılırdı; ancak bu yeniçeriler terfi haklarını kaybederlerdi.

Her yeniçeriye her yıl 4,5 metre kumaş ve astar, gömleklik bez, tülbent ve dikiş parası verilirdi.

Yeniçeriler yemeklerinden kendileri sorumluydu. Her hafta belirli bir para toplanır ve bu parayla satın alınan malzemeyle yemek yapılırdı. Odaların kandil yağı, odun, ekmek ve Ramazan giderleri de yeniçerilerce karşılanırdı.

Yeniçeriler sefere gittiklerinde de ikişer altın yiyecek parası alırlardı. Yeniçerilerin çoğu savaşta devletin verdiği tüfeği değil, daha iyi olan kendi tüfeklerini kullanırlardı.

Tahta geçen yeni hükümdar, kapıkulu askerlerine cülus bahşişi verirdi. Padişahın, askerlerin duyacağı bir biçimde, “kullarımın bahşiş ve terakkileri makbulümdür, verilsin” demesi adetti. Yavuz Sultan Selim dönemine kadar cülus bahşişi değişiklik gösterdi. Yavuz, yeniçeriler için cülus bahşişini 3 bin akçe olarak belirledi. Ayrıca yeniçerilerin yevmiyelerine 2 akçe zam yapıldı.

Cülus bahşişi, yeniçerilerin yaklaşık bir yıllık ücretleri toplamı kadar bir ikramiyeydi. Bu nedenle yeniçeriler cülus bahşişi konusunda son derece duyarlıydılar. Cülus bahşişinin eksik ödenmesi ayaklanmalara yol açardı.

Padişahlar cüluslarından sonra ilk kez sefere çıkarken kapıkulu askerlerine biner akçe verirlerdi. Savaşların başarılı geçmesi durumunda ayrıca bahşiş verildiği de olmuştur. Yavuz Sultan Selim ise sefer akçesine ek olarak kapıkulu süvarisine 2 akçe, yeniçerilere 1 akçe yevmiye zammı yapmıştı.

Neferlikten emekliye ayrılan (mütekaid) yeniçerilere ilk dönemlerde acemi oğlanlarına verilen yevmiye verilirdi. Onaltınca yüzyılın ikinci yarısında bu miktar 3 akçe idi. Daha sonraki dönemlerde bu miktar asgari 4, azami 8 akçeye çıktı. Bu paranın kaynağı öncelikle istikrarlı değildi. İkinci Selim zamanında yeniçerilere her yıl kumaş da verilmeye başlandı. Yeniçerilerin yetim çocuklarına da üç ayda bir 65 akçe verilirdi.

İmparatorluğun güçlü dönemlerinde yeniçerilerin çalışma ve yaşama koşulları, özellikle günün koşullarına göre, oldukça iyiydi. Bu konuda İ.H.Uzunçarşılı şunları belirtmektedir: “Bir yeniçeri, hizmet etmek şartiyle, istikbal hakkında hiçbir endişeye kapılmaz; çünkü ölünceye kadar yiyeceği ve giyeceği temin edilmiştir; ücreti zaman zaman artırılır, ihtiyarladığı zaman sıkıntı çekmeyecek bir tekaüt maaşına nail olur, isterse iki kat maaşla kalelerden birinde muhafızlık eder, istemezse kışlasında oturur; evli olup ölürse çocuğuna büyüyünceye kadar yetim maaşı verilir ve sonra da ocağı alınırdı; azasından birinden mahrum kalan bir yeniçeri, rütbesi ne olursa olsun, iki kat ücret alırdı.” (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.287)

İmparatorluğun merkezi feodal sömürüye ve askeri yayılma ve el koymaya dayalı sisteminin iyi işlediği dönemlerde, yeniçerinin en büyük hakkı, belirli bir hizmet süresinden sonra ve özellikle savaşlarda başarı gösterince, tımarlı sipahi olmak, feodal sömürü içinde ara tabaka olarak doğrudan yer almaktı. Yeniçerilere, genel olarak yıllık geliri 9 bin akçe olan tımarlar verilirdi. Ancak, diğer kapıkulları sınıfları için 16 bin akçe ile tımara çıkmak da mümkündü.

Ancak imparatorluğun gerileme dönemine girmesiyle birlikte bu durum değişti. Devşirme sisteminin kalkması, yeni toprakların fethinin durmasıyla verilebilecek toprağın iyice azalması ve tımar sisteminin çözülmesi, yeniçerilerin sınıf değiştirme, ücretlilikten sömürüde doğrudan yer almaya geçme olanağını ortadan kaldırdı.

Yeniçeriler arasında, hayatı ve ölüm tehlikesini paylaşmaktan kaynaklanan güçlü bir dayanışma vardı. Bu dayanışma sınıf bilinci düzeyinde değildi; ancak meslek bilincinden söz edilebilir.

Yeniçeri odası mensupları arasındaki ilişkiler dostluğa dayanırdı. Odaya en son katılan yeniçeri, odanın bazı ortak hizmetlerini yapar, kendisinden yemek parası alınmazdı.

Yeniçeri ocağında her bölüğün bir yardım sandığı vardı. Her üç ayda bir ücretler verildiğinde yeniçerilerden belirli bir para kesilerek bu sandığa konurdu. Yeniçeri aylıklarının yetmediği durumlarda bu sandıktaki para kullanılırdı. Ölen yeniçerinin sandıktaki parası da varislerine verilirdi.

Sakatlanan yeniçerilere oda sandığından para verilir, ayrıca yeniçeriler arasından para toplanırdı. Esir düşen yeniçerilerin serbest bırakılmaları için gereken parayı da yeniçeriler kendi aralarından toplarlardı.

Bu dayanışma en güçlü biçimiyle ayaklanmalarda görülmüştür. Bir grup yeniçeri ayaklandığında, başka bir grup yeniçerinin bu ayaklanmayı bastırmada kullanılması mümkün olmamıştır. Yeniçeriler isyancı arkadaşlarına silah atmamışlar, genellikle de ayaklanmalara katılmışlardır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi feodal sömürü ve askeri yayılma ve el koyma sistemi aksamaya başlayınca, bunun sonuçlarını öncelikle ve en yakından kapıkulları yaşadı.

Yeniçerilerin bir taraftan ücretleri (devletin kontrolündeki bir enflasyonla) düşürülürken, diğer taraftan tımara geçme (sınıf değiştirme) umutları söndü. Bu ise yeniçerilerin davranışlarının radikalleşmesine yol açtı.

Yeniçerilerin ücretleri Üçüncü Murat zamanında düşürülmeye başlandı. Deniz savaşları ile İran ve Avusturya seferleri nedeniyle devletin giderleri artınca, devlet bir akçeyi dört beş parçaya ayırarak ücret ödemeye başladı. “Hurda akçe” veya “çürük akçe” denilen bu paralarla eskisi gibi alışveriş yapamayan yeniçeriler tepki göstermeye başladılar. İ.H.Uzunçarşılı’nın yaptığı bir hesaba göre, onaltıncı yüzyılda on akçe yevmiyeli bir yeniçerinin durumu, ondokuzuncu yüzyılın başlarında altmış akçe yevmiyeli bir yeniçerinin durumundan daha iyiydi. (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.476)

Diğer taraftan, sınıf değiştirme olanağı ve umudu sona erdi. Üçüncü Murat’ın ölümünden sonra çıkan bir direnişte yeniçeriler vezir-i azama bu sıkıntılarını şöyle dile getiriyorlardı: “Yeniçeriler söz söylerken söyliyenlerin tanınmaması için fener ve mumları söndürerek söze başladılar ve evvelki padişahların serhatlerde askerin dirliklerini, zeamet ve tımarlarını serhat bekleyen ve yararlık gösteren yoldaşlara verip mahlullerini ocaktan ayırmadıklarını, oğul ve akrabalarını mahrum etmediklerini, kanunu bozmadıklarını ve şimdi ise ekâbir kapısındaki hizmetkârlar adına berat verildiğini, eski kanun ve usullerinin bozulduğunu söyleyip, bağrışıp sefer için ağa kapusuna tuğ diktirmediler.” (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, 485)

Yeniçerilerin itibarlarının ve ücretlerinin düşmesi, Yeniçeri Ocağı’nın çözülme ve çürüme sürecini hızlandırdı.

Yeniçeriler, kontrollü enflasyonla gerçek ücretlerinin düşürülmesi karşısında bir taraftan radikalleşir ve toplu eylemlerle tepki gösterirken, diğer taraftan bireysel çıkış çabaları gündeme geldi. Bireysel arayışlar içinde, bazı yeniçeriler aylıklarını önceden sarraflara kırdırmaya, esamelerini (maaş varakalarını) satmaya başladılar. 1739 yılında da buna resmen izin verildi. Bir kısım yeniçeri ise esnaflaştı, hamallığa-ırgatlığa başladı ve kabadayılığa-haraççılığa başvurdu. Bir bölümü ise ölen yeniçerilerin esamelerine sahip çıkıp, gelirini artırma yolunu seçti.

Esamelerin alınıp satılmasından ve ölenlerin aylıklarının alınmaya devam edilmesinden asıl yararlananlar sarraflar ve yeniçeri subayları oldu. Örneğin, yeniçeri ağası iken 1778 yılında sadrazam olan Kalafat Mehmet Paşa’nın elinde günde 12.700 akçe ücret getiren esame bulunmuştur.

Böylece bir çürüme süreci başladı. Devlet, akçenin içindeki değerli maden miktarını azaltarak, sürekli bir enflasyonla ücretleri düşürdü. Akçe iyice değer yitirince, para ve kuruş çıkarıldı. Yeniçeriler toplu eylemler ve bireysel arayışlarla tepki gösterdiler. Bu arada subaylar ve üst düzey kamu görevlileri büyük vurgunlar vurdu. Adına aylık ödenen yeniçeri sayısı sürekli artarken, yaşayan ve savaşa giden yeniçeri sayısı sürekli düştü. Örneğin, Üçüncü Mehmet döneminde kayıtlarda 40 bini aşkın yeniçeri gözükürken ve bunların 20 bininin sefere gitmesi gerekirken, ancak 7-8 bin yeniçeri sefere gitmiş, fakat 20 bin kişi üzerinden aylık alınmıştı. Devlet, savaşacak insan bulmak için yeni yeniçeri aldıkça, içinde bulunduğu batağa daha çok battı. Ayrıca, Ocakta hizmet edip himaye görmemiş olan yeniçerilerin yevmiyeleri 7-8 akçe iken, sefere gitmeyerek himaye edilenlerin daha yüksek yevmiye almaları da tepki yarattı. Savaş teknolojisinin değişmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürü sisteminin sarsılması ve subayların yağmalamaları da ordunun savaş gücünü hemen hemen yok etti. Yeniçeriler, yaşadıkları yoksullaşmaya ve itibarsızlaşmaya tepki olarak, çağdaş savaş teknolojisini ve askeri disiplini reddettiler. “Tâlimden murad gâvur tâlimi midir?” dediler. Böylece tarihsel olarak çağdışı bir konuma düştüler. İmparatorluğun dağılma sürecinde artık toplu eylemler de yeniçerilerin ücretlerinin satın alma gücünde bir artış sağlayamayınca, bireysel çıkış arayışları ağır basmaya başladı. Çürüme yaygınlaştı. Ücretli yeniçeriler lümpenleştiler.

Yeniçerilerin iç örgütlülüğü, çıkarlarına yönelik saldırılar karşısında toplu tepki gösterebilmelerine olanak tanıyordu. Merkezde alternatif bir silahlı gücün olmaması da işi kolaylaştırıyordu.

Yeniçeriler, tepkilerini ifade ederken, önce çorba kaplarını ayaklarıyla devirirlerdi. Daha sonra ise, kutsal kabul edilen yemek kazanları kaldırılır, ayaklanma olurdu.

En yaygın ayaklanma nedeni, devletin ücretleri enflasyonla (akçe tağşişi ile) düşürmesiydi. Padişah değiştikçe alınan ikramiye de ayaklanmaları teşvik ederdi.

Yeniçerilerin bilinen ilk başkaldırısı 1444 yılındadır. Akçenin ayarı düşürülünce, yeniçeriler Edirne’de ayaklandılar. Yevmiyelerine yarımşar akçe zam yapılmasına karşın ayaklanma sürdü. Padişahın değişmesiyle sorun çözümlendi.

Şevket Pamuk bu ayaklanmayı aşağıdaki biçimde ele almaktadır:

“II. Mehmet döneminin (1444, 1451-1481) tağşişlerine karşı direniş çok erken gelişti. 1444 yılındaki ilk tağşişle akçenin ağırlığı ve gümüş içeriği düşürülünce, 90 günlük ücretlerini yeni ve gözle görülür ölçüde küçük akçelerle alan yeniçeriler, başkent Edirne’de bir tepede toplanarak, ya tağşişten vazgeçilmesini, ya da ücretlerine zam yapılmasını talep ettiler. (…) Gelişen tepkiler karşısında devlet geri adım atmak zorunda kaldı. Yeniçerilerin günlük ücretleri üç akçeden üç buçuk akçeye çıkarıldı. Yeniçerilerin bir para işlemi karşısında gösterdikleri ilk güçlü tepkiden sonra, gösterilerin yapıldığı yer Buçuktepe, bu olay da Buçuktepe Vakası olarak anılmaya başlandı.” (Pamuk,Ş., İstanbul ve Diğer Kentlerde 500 Yıllık Fiyatlar ve Ücretler 1469-1998, DİE Yay., Ankara, 2000, s.35)

İsmail Hakkı Uzunçarşılı da bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“Yeni hükümdarın kestirmiş olduğu paranın ayarının noksanlığından dolayı tüccar ve esnafın hoşnutsuzluklarından istifade eylemişlerdi; Yeniçeriler de bu suretle maaşlarında husule gelen noksandan dolayı Edirne’de ayaklanmışlar ve sonradan Buçuktepe ismini alan tepede toplanarak yevmiyelerine yarımşar akçe zam edilmesine rağmen muhalefette ısrar eylemişler ve nihayet İkinci Mehmed’i hal’i ile yerine tekrar İkinci Murad’ı hükümdar yaptırmışlardı; (…) İşte tarihlerde gördüğümüz ilk Yeniçeri hareketi budur ki 848 H. 1444 M. senesine tesadüf etmektedir.” (Uzunçarşılı,İ.H., a.g.k., 1984, s.506-507)

Yeniçeriler, siyasal iktidar için süren mücadelede de taraf oldular; politika sahnesine çekildiler. Örneğin, Fatih Sultan Mehmed’in ölümü üzerine, Cem’i padişah yapmak isteyen vezir-i azam, yeniçeriler tarafından öldürüldü. Böylece yeniçerilerin desteklediği Beyazıd’ın padişahlığı sağlandı. Hakim sınıflar veya hakim sınıf içindeki çeşitli kesimler arasındaki çelişkiler yeniçerileri politika sahnesine silahlı ayaklanmayla çekti. Yeniçerilerin ayaklanma geleneğinin yerleşmesinde, hakim sınıflar içi çelişkiler önemli bir rol oynadı.

İkinci Selim, padişah olunca, İstanbul’a dönmekte olan ordudaki yeniçerilere ikişer bin akçe verdi. Yeniçeriler üçer bin akçe istediler. Farkın İstanbul’da dağıtılacağın söz verildi. Ordu, İstanbul’a dönünce Padişah İkinci Selim’i saraya sokmadı. Padişah’ın bahşiş ve terakkilerin (zamların) verileceğini söylemesi ve üçer bin akçenin ödenmesi üzerine ayaklanma önlendi.

Dördüncü Murat’ın cülusunda bahşiş verilmeyince yeniçeriler ayaklandılar. Saraydaki altın eşyadan para yapılıp dağıtılarak ayaklanma önlenebildi.

Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında ise, süren uzun seferler nedeniyle ücretlerin dört yıl ödenemediği bir dönem yaşandı.

Yeniçeriler, kendi ekonomik sorunları giderek artarken, çağdışı kalmış yapılarını değiştirmeye yönelik girişimlerin uygulanmaya çalışılmasına karşı çıktılar ve 1826 yılında tekrar ayaklandılar. “Biz bu tarzda talim etmeyüz, eski usulümüz, destiye kurşun atmak ve keçeye kılınç çalmaktır” dediler. Ancak, artık çağdışı yağmanın olanaksızlığını ve artan sakıncalarını gören ve çağdaş ilişkiler çerçevesinde yağmaya geçmekte olan hakim sınıfların bütünlüğü, yeniçeri düzenine bir son vermek istiyordu. Kapıkullarının etkili diğer ocaklarını ve bazı yeniçeri subaylarını da yanlarına alarak, Sancak-ı Şerif’i çıkarıp, yeniçeri ayaklanmasını kanla bastırdılar. Daha sonraki aylarda da İstanbul dışındaki yeniçeriler dağıtıldı ve öldürüldü. Bu arada, yeniçerilerin bağlantılı oldukları Bektaşi tekkeleri de kapatıldı. Kalan yeniçerilerin İstanbul’da düzenlemek istedikleri bir ayaklanma önceden bastırıldı. Tosya’da 1830 yılında sağ kalmış yeniçerilerin çıkardıkları bir isyan bir ay sonra kontrol altına alındı. Kastamonu’daki bir yeniçeri isyanı da başarısız kaldı

Bütün bu olaylar sırasında 6 bin yeniçeri öldürüldü, 20 bin yeniçeri sürgüne gönderildi.

CEBECİ OCAĞI VE CEBECİLER

Cebeciler önceleri acemi oğlanlarından adam alırken, daha sonraları cebecilerin çocukları ve yabancıların da ocağa alınmasına izin verildi. Cebecilerin sayısı 1566 yılında 789 iken, 1687 yılında 3500’e çıktı. 1702 yılında ise 2462 cebeci vardı.

Cebeciler, yeniçerilere ait silahları tedarik, muhafaza ve tamir ederler, savaş alanına kadar götürüp yeniçerilere dağıtırlardı. Ocağa “şagird” (çırak) olarak alınır, daha sonra usta olurlardı. Silah tedariki çerçevesinde silah yapımı ve barut ıslahı da vardı. Cebeci Ocağı imalathanelerinde üretilen silah ve diğer malzemenin bazıları bazen asker olmayan üreticilere yaptırılırdı. Cebecilerin üretimde çalışan kesimleri, mülksüzleşmiş ücretliler olmalarının ötesinde, emeklerini maddi bir ürünün üretiminde değerlendiren üreticilerdi. Buna göre de, dar bir tanıma göre bile, Osmanlı işçi sınıfındandılar.

Cebeci esameleri de yeniçerilerinkiler gibi alınıp satılırdı.

Cebeciler genellikle yeniçerilerle birlikte tavır takındılar. Yeniçeri ayaklanmalarına katıldılar. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı ile birlikte Cebeci Ocağı da kaldırıldı.

TOPÇU OCAĞI VE TOPÇULAR

Topçu Ocağı’nın insan ihtiyacını önceleri Acemi Ocağı karşılardı. Daha sonraları topçuların çocuklarının (kuloğlu) ocağa alınmasına başlandı. Topçu Ocağı mensuplarının sayısı 1574 yılında 1099 iken, 1609 yılında 1552’ye çıktı. 1687 yılında ise 4949 topçu vardı. Topçu Ocağı’nın bir bölümü top ve gülle döker, bir bölümü savaşlarda top kullanırdı.

Top dökümhanelerinin en büyüğü İstanbul’da Tophane’deydi. Ayrıca zaman zaman Budin, Belgrad, Baç, İşkodra, Gülanber ve Pravişte tophanelerinde de top dökülürdü. Bazı madenlerde ise, İstanbul’daki tophaneden gönderilen dökümcülerce top mermisi dökülürdü.

Tophanede çalışanların tek geçim kaynağı aldıkları ücretlerdi. Maddi ürün ürettikleri de hatırlanırsa, bu üreticilerin (dar bir tanımla bile) işçi sınıfından oldukları söylenebilir.

Top kullananlar ise topçu sınavından geçer ve böylece dirlik sahibi olurdu.

Onsekizinci yüzyılın sonlarında topçu ocağı ıslah edildi. Diğer topçuların yanı sıra “sür’at topçuları” birimi oluşturuldu. Bu birim çağdaş teknolojileri kullandı; ücretler göreli olarak yüksekti ve askeri disipline uyulurdu. Yeniçerilerin 1826 ayaklanmasında Topçu Ocağı Yeniçeri Ocağı’nın karşısında yer aldı ve yeniçerilerin yenilgiye uğratılmasında belirleyici bir rol oynadı.

TOP ARABACILARI OCAĞI

Top Arabacıları Ocağı’na önceleri yalnızca Acemi Ocağı’ndan adam alınırdı. Daha sonraları ocak arabacılarının çocukları ve diğer kişiler de istihdam edilmeye başlandı. Ocak arabacılarının sayısı 1686 yılında 3442’ye, 1817 yılında ise süvari ve piyasa olarak toplam 4149’a çıktı.

Top arabaları, marangoz, nalbant, saraç ve diğer mesleklerden ustalar tarafından top arabacıları imalathanelerinde üretilirdi. Top arabacıları arabaları yaparlar ve sonra bunların bir bölümü arabalarla birlikte sefere giderlerdi. Top arabası üretiminde çalışanlar, dar tanımla bile, işçi sınıfındandı.

HUMBARACI OCAĞI VE LAĞIMCI OCAĞI

Humbaracılar (içine patlayıcı madde yerleştirilmiş, demir veya tunçtan dökülmüş el bombaları üretenler), maddi ürün üretiminde bulunmakla birlikte aylıklı değildiler; tımar sahibiydiler. Humbaracılar kalelerde kalırdı ve tımarları da kalelerin yakınında olurdu. 300 dolayındaki tımarlı humbaracıdan sonra, 300 dolayında da aylıklı humbaracı alındı. Çocuk bırakmadan ölen tımarlı humbaracıların yerine de aylıklı humbaracılar istihdam edildi. Aylıklı humbaracılar teknolojik gelişmeye ayak uydurdular ve 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesinde görev aldılar.

Lağımcılar, kaleleri yıkmak için yağım yapan ve atan kişilerdi. Çoğunluğunun geçim kaynağı, sahip oldukları tımarları ve zeametleriydi. Lağımcılar teknolojik gelişmeye uyum gösterdiler. Yeniçeri Ocağı’nın yok edilişinde de topçular ve humbaracılarla birlikte tavır aldılar.

KAPIKULU SÜVARİLERİ

Kapıkulu süvarileri, kapıkullarının en itibarlı kesimiydi. Yeniçerilerden başarılı olanlar kapıkulu süvarisi yapılırdı. Süvarilerin çocukları da süvari olabilirdi. Daha sonraları ise Ocağa yabancılar da alındı. Kapıkulu süvarilerinin ücretleri, diğer kapıkullarınınkinden daha yüksekti.

Kapıkulu süvarilerinin sayısı 1453 yılında 8 bindi. 1568 yılında 11 bini aştı. 1609 yılında 21 bin iken, iniş çıkışlarla 26 bine yükseldi. 1711 yılındaki bir kayda göre 14 bin, 1713 yılında ise 22 bin süvari vardı.

Kapıkulu süvarilerinin önemli bir ücret dışı gelirleri vardı. Süvariler devlet adına vergi tahsil ederler ve “gulâmiye” adıyla bir komisyon alırlardı.

Kapıkulu süvarilerinin köleleri de vardı ve süvariler savaşa, yevmiyelerinin yüksekliğine göre, belirli sayıda köle veya diğer hizmet neferleriyle katılırlardı.

Kapıkulu süvarilerinin yevmiyeleri göreceli olarak yüksekti; ancak onlar da enflasyondan (akçe tağşişinden) etkilendiler. Aylık belgelerinin satılması ve ölenler adına aylık alınmaya devam edilmesi süvariler arasında da yaygınlaştı.

Kapıkulu süvarileri gelişen savaş teknolojisi karşısında işlevlerini, tüm önem ve itibarlarını yitirdiler. Yeniçerilerin yaşadığı süreci biraz daha geç olarak süvariler de yaşadı.

Kapıkulu süvarilerinin bilinen ilk ayaklanması, akçe tağşişine tepki olarak 1588 yılında oldu. İstekleri yerine getirildi. 1595 yılında ise ücretlerini tam olarak alamayınca ayaklandılar, fakat yeniçeriler bu ayaklanmayı bastırmada kullanıldı. Yeniçeriler, kapıkulu süvarilerinin başka isyanlarını da bastırdılar. Daha sonraları ise kapıkulu süvarileri ve yeniçeriler ortak isyanlar örgütlediler.

Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesinden sonra kapıkulu süvariliği de kaldırıldı.

SONUÇ

Kapıkullarının konumu ve sorunları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşamı boyunca önemli değişiklikler geçirdi. Bir dönem ise kapıkullarının bir bölümü (ürünleri piyasaya sürülmese bile) maddi ürün üretiminde doğrudan yer alan ücretliler olarak, daha büyük bir bölümü ise mülksüzleşmiş özgür ücretliler biçiminde, nesnel olarak Osmanlı işçi sınıfının bir parçasını oluşturdular. Bu dönemdeki diğer işçilerle ortak bir mücadele veya mücadele çabası bilinmemektedir. Mesleksel kısa vadeli çıkarların ön planda olmasına karşın, iç örgütlülükleri ve mücadele yöntem ve gelenekleri özel bir ilgiyi gerektirecek kadar ilginçtir. Bu konuda resmi tarih sorgulanmadan, farklı bir anlayışla konu yeniden incelenmeden ve tartışılmadan, işçi sınıfı tarihinin ilginç bir sayfası boş kalacağa benzemektedir.

Alıntı/Kaynak: https://www.haber2021.com/osmanli-isci-sinifinin-atalari-kapikullari


20210312

Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Kara Harp Okulu'na Girişinin ve Harbiyeli Oluşunun 122'nci Yıl Dönümü

Ebedi ve Tek Önderimiz , Başkomutanımız Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Kara Harp Okulu'na Girişinin ve Harbiyeli Oluşunun 122'nci Yıl Dönümü Kutlu Olsun.

20210305

Bakü Fatihi Nuri Paşa'nın ölümünün 72. yılı

Bakü Fatihi Nuri Paşa'nın ölümünün 72. yılı

Azerbaycan'ın başkenti Bakü'yü 15 Eylül 1918'de Ermeni çeteleri ve Bolşevik birliklerinden kurtaran Kafkas İslam Ordusu Komutanı Nuri Paşa'nın vefatının üzerinden 72 yıl geçti. 
( Kemal Delikmen - Anadolu Ajansı ) 02.03.2021



20171225

Fahreddin Paşa’dan İsmet Paşa’ya kutsal emanetler / Sinan Meydan

Fahreddin Paşa’dan İsmet Paşa’ya kutsal emanetler

SİNAN MEYDAN

“Bugün Türkiye'nin bir parçası olmaktan çıkmış bulunan topraklardan 1 Ağustos 1914'ten sonra alınmış din, arkeoloji, tarih ya da sanat önemi olan bütün nesneler, işbu antlaşmanın yürürlüğe konulmasını izleyen on iki ay içinde Osmanlı Hükümeti'nce sözü edilen nesnelerin alındığı toprağın hükümetine geri verilecektir.” (Sevr Antlaşması, Madde: 422)

Geçen hafta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed, Twitter'da şu paylaşımı yaptı: “1916 yılında Türk Fahri Paşa'nın Medinetü'l Münevvere halkının mallarını çaldığını, onları kaçırdığını, Medine'deki el yazması eserleri çaldığını biliyor muydunuz? İşte Erdoğan'ın dedelerinin Müslüman Araplarla ilişkisi buydu.” Bunun üzerine geçen haftadan beri Fahreddin Paşa'yı ve kutsal emanetleri konuşuyoruz. Bu konuşmalar iki önemli sonuç doğurdu: Birincisi; yüz yıl önceki Arap ihanetine rağmen, romantik bir yaklaşımla hâlâ Arapçılık yapan, Yeni Osmanlıcılık oynayan siyasal İslamcılara acı gerçeği gösterdi. İkincisi; bu bahaneyle halkımız, Medine savunmasıyla ünlü “Çöl Kaplanı” lakaplı Fahreddin (Türkkan) Paşa'yı çok daha iyi tanıdı.

MEDİNE MÜDAFAASI'NIN FAYDASI

Geçtiğimiz hafta boyunca Fahreddin Paşa'nın, İngiliz destekli Şerif Hüseyin'e bağlı Arap çetelere karşı tam 2 yıl 205 gün boyunca Medine'yi olağanüstü bir dirençle -askerlerine çekirge yedirmek zorunda kalarak- savunduğu; Osmanlı, Mondros Mütarekesi'yle silah bırakıp savaştan çekildiği halde Fahreddin Paşa'nın Mondros'tan 2 ay 10 gün sonra teslim olduğu anlatıldı. Bu sırada Paşa'nın, Medine'deki kutsal emanetleri İstanbul'a gönderdiği belirtildi. Ancak nedense, Osmanlı'nın Mekke ve Medine'yi niye koruyamadığı, Arap ihanetinin boyutları, İngiliz İslamı Vahhabilik ve Fahreddin Paşa'nın Medine savunmasının –kutsal emanetler dışında- Osmanlı'ya ne kazandırdığı üzerinde pek durulmadı. Bilal Şimşir şöyle diyor: “Fahreddin Paşa… Anadolu elden giderken o kutsal savaş bayrağı açmıştır. Şerif Hüseyin'e karşı Medine'yi savunmak için direnir. İstanbul'un buyruğuna, yanındaki genç subayların uyarılarına aldırış etmez ‘Peygamberin gölgesinde' direnir. Anlamını yitirmiş olan bu direniş (Mondros'tan sonra) iki ay kadar sürer. Sonunda Fahreddin Paşa 10 Ocak 1919 günü İngilizlere ve Araplara teslim olur.” (Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, s. 45) Fahreddin Paşa'nın büyük kahramanlığı bir yana; I. Dünya Savaşı'nın bittiği, bütün Hicaz'ın ve Ortadoğu'nun kaybedildiği, düşmanın Anadolu kapılarına dayandığı bir ortamda Medine savunmasının stratejik açıdan ne kadar doğru olduğu sorgulanmadı. Sanırım, biz tarihin daha çok hamasetini seviyoruz. Kahramanlıklar bizi fazla heyecanlandırıyor. Bu nedenle soğuk gerçekleri pek göremiyoruz. Durum böyle olunca bizde tarih hep tekrar ediyor. Çünkü tarihten ders almıyoruz.

Madalyonun her iki yanına bakınca görülen şudur: Fahreddin Paşa, kutsal değerler uğruna sonuna kadar mücadele edilmesi gerektiğini göstermiş ve kutsal emanetleri yağmacı Arap çetelerine ve İngilizlere bırakmayarak tarihsel mirasa sahip çıkmıştır. Dolayısıyla “Çöl Kaplanı” olarak anılmayı hak etmiştir. Ancak maalesef, Medine savunmasıyla Medine korunamadığı gibi (o koşullarda korunması mümkün değildi), Anadolu direnişinde çok ihtiyaç duyacağımız birlikler sonuçsuz bir savunmada tüketilmiştir.


KUTSAL EMANETLERİN KAYNAĞI

Irak Kuvve-i Seferiyesi Kumandanı Fahreddin Paşa, I. Dünya Savaşı'nda, 17 Nisan 1917'de Medine'deki bazı kutsal emanetleri ve Hz. Muhammed'in kabrine gönderilen hediyeleri gizlice İstanbul'a gönderdi.

Öncelikle, BAE Dışişleri Bakanı bin Zayed'in dediği gibi bu hediyeler “Medinelilerin malları” değildi. Çünkü Medine'deki bu hediyelerin çoğu oraya, Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren, İstanbul'dan gönderilmişti. Ravza-i Mutahhara'ya bu eşyaları hediye edenler, başta Osmanlı padişahlarıyla şehzadeleri, kadın efendiler (padişah hanımları), vezirler, Babüssaade ve Darüssade ağalarıydı. Diğer Türk-İslam milletlerinden de bir kısım hediye gönderilmişti, ama bunlar devede kulak gibiydi. (Kemal Çığ, “Osmanlı Padişahlarının Medine'ye Gönderdikleri Hediyeler ve Surre-i Humayun”, Tarih Dünyası, C.2, S.17, 15 Aralık 1950, s. 720) Dolayısıyla, bin Zayed'in dediği gibi ortada bir “hırsızlık” yoktur.

Gerçek şu ki, Fahreddin Paşa, kutsal emanetleri ve değerli hediyeleri İstanbul'a göndererek muhtemel bir Arap yağmasından korumuştu. Bunları İstanbul'a göndermeyip Medine'de bıraksaydı, büyük çoğunluğu Şerif Hüseyin'in isyancılarınca yağmalanacaktı. Önemli bir kısmı da büyük bir olasılıkla bugün Londra'da sergileniyor olacaktı.

KUTSAL EMANETLER VE VAHHABİ YAĞMASI

19. yüzyılın başlarından itibaren Vahhabilik, Mekke ve Medine'de büyük bir tehlike halini almıştı. Türbeleri, mezarları, kubbeleri yıkan, şehirleri yağmalayan Vahhabiler, önce Osmanlı yönetimindeki Mekke'yi ele geçirip yağmalamışlardı. Vahhabilerin Mekke'yi ele geçirip yağmalamaları üzerine, Medine'nin de yağmalanacağını düşünen Medineliler, Medine Muhafızı Hasan Kethüda aracılığıyla padişaha başvurup Ravza-i Mutahhara'daki değerli eşyaları, Vahhabi yağmasından korumak için Medine'nin zengin halkına rehin vererek geçici bir süre ortadan kaldırmak istemişlerdi. Ancak bu düşüncelerini uygulayamamışlardı. (Kemal Çığ, Tarih Dünyası, C.2, S.19, Ocak 1951, s. 818,819).

III. Selim'in saltanatının sonlarına doğru, 1806'da Vahhabiler, Medine'ye saldırıp Ravza-i Mutahhara'yı yağmalamışlardı. Medinelilerin yalvarması üzerine Vahhabiler, Ravza-i Mutahhara'nın kubbesini yıkmayıp içindeki çok değerli hediyeleri çalıp götürmüşlerdi. Bu olayı Cevdet Tarihi şöyle anlatıyor: “Vahhabilerin reisi olan Suud bin Abdülaziz, Medine-i Münevvere'yi ele geçirip türbelerin kubbelerini yıkmaya teşebbüs etmişti. Fakat halkın yalvarmaları üzerine Hz. Peygamber'in türbesine dokunmamış, ama içindeki bütün kıymetli eşyaları ve mücevherleri almıştı. Hutbelerde padişahın adının söylenmesini yasaklamış, Vahhabi olmayanları kafir ilan etmişti.” (Ahmet Cevdet Paşa, Tarihi Cevdet,  C.8, s.158).

Osmanlı, bu Vahhabi tehdidinden ancak II. Mahmut döneminde Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa sayesinde kurtuldu. Abdullah bin Suud yakalanarak İstanbul'a gönderildi.

İşte 1917'de Fahreddin Paşa'nın Medine'den İstanbul'a gönderdiği kutsal emanetler ve değerli eşyalar, 19. yüzyıldaki bu Vahhabi yağmasından arta kalanlardı.


MİLLİ MÜCADELE'DE KUTSAL EMANETLER

Milli Mücadele sırasında 16 Mart 1920'de İstanbul resmen işgal edildiğinde Kuvayı Milliyeciler, İngilizlerin eline geçmesin diye, Topkapı Sarayı'ndaki kutsal emanetleri alıp sakladılar.Rauf Bey'in 29 Ocak 1923 tarihli gizli oturumda verdiği bilgiye göre kutsal emanetler, İstanbul'da İngilizlerin bulamayacağı bir yerde korunuyordu. Rauf Bey'in ifadesiyle “Emanet ve hazinenin en önemli kısmı, en güvenli bir duruma getirilmiştir.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Devre 1, C.3, s. 1270, 29 Ocak 1923).

İngilizler, kutsal emanetlerin Türklerde kalmasını istemiyordu. Vahhabiliği, Arap milliyetçiliğini ve Arap isyanlarını destekleyen İngiltere, bu kutsal emanetlerin Medine'ye geri gönderilmesini, Araplara teslim edilmesini istiyordu.

10 Ağustos 1922 tarihli Sevr Antlaşması'nın 422. Maddesi'ne göre kutsal emanetlerin Araplara geri verilmesi gerekiyordu.

Atatürk'ün önderliğinde Milli Mücadele'yi kazanıp Sevr'i yırttık. Böylece sadece vatanı değil, kutsal emanetleri de kurtardık.

Ancak İngilizler, kutsal emanetleri Türklere bırakmamaya kararlıydılar. Lozan Konferansı'nda bu konuyu gündeme getirerek kutsal emanetleri Araplara geri vermemizi istediler.

Lozan'da kutsal emanet savaşı

Lozan Konferansı'nın birinci döneminin sonunda, 25 Ocak 1923 oturumunda İngiliz temsilcilerden M. Ryan, Türkiye'den ayrılmış olan ülkelerden alınıp götürülmüş eşyanın geri verilmesi konusunda antlaşmaya bir madde konulmasını istedi. Özellikle 1917'de Medine'de Peygamber'in kabrinden alınarak İstanbul'a götürülen hazineleri kastediyordu. M. Ryan, Fahreddin Paşa'nın o zaman bu hazineleri götürürken savaştan sonra geri vereceğini söylediğini, ancak bu sözün yerine getirilmediğini, hazinelerin hâlâ İstanbul'da olduğunu söyledi. M. Ryan, İngiltere'nin kutsal emanetleri iki nedenle geri istediğini belirtti: 1. Hicaz Kralı'nın kendilerine başvurup hazinelerin geri verilmesini istediği için… 2. Büyük bir İslam devleti olan İngiltere'nin, kendi Müslüman uyruklarının haklı alınganlıklarına saygı gösterdiği için… M. Ryan, Hicaz Kralı'nın bu hazineleri Türkiye'den geri istemesinin “yalnız hakkı değil, aynı zamanda görevi” olduğunu belirtti. Peygamber'in kabrini süsleyen bu armağanların çoğunun -bunların İstanbul'a götürülmesini istemeyecek olan- Hint prenslerince verildiğini iddia etti. Bu nedenle Türk Temsilci Heyeti'nin, bu armağanların Hicaz Kralı'na geri verilmesine razı olması gerektiğini belirtti.

İngiltere'ye Fransa da destek verdi. M. Bargeton, büyük bir İslam devleti olan Fransa'nın da kutsal emanetlerin eski yerine konulmasını istediğini söyledi.
Bunun üzerine söz alan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, kutsal emanetlerin dinsel kurallara tabi olduğunu, dinsel kararları ise ancak İslam bilginlerinin ve halifenin verebileceğini belirterek bu konunun burada görüşülemeyeceğini söyledi. Ayrıca halifenin, kutsal yerlerin hizmetçisi ve koruyucusu olduğunu belirtti. Devletlerin, dinsel konularla siyasal konuları birbirine karıştırmamalarını istedi. Böylece henüz laik olmayan Türkiye'nin bir temsilcisi, İngiltere ve Fransa'ya laiklik dersi verdi.

Ryan, direnmek istedi. Bu hazinelerin kutsal niteliklerine rağmen “dinsel şeyler” olmadıklarını, “maddi şeyler” olduklarını hatırlattı. Ayrıca padişahların, kutsal yerlerin koruyucularını atayan fermanları “halife” sıfatıyla değil, “hükümdar” sıfatıyla imzaladıklarını söyledi. Şükrü Kaya, bunun doğru olmadığını belirtti. (Seha L. Meray, Lozan Konferansı, Konferanstaki Görüşmelerin Tutanakları ve Belgeler, Büyükçekmece Belediyesi, C. 2, s.153, 154).

27 Ocak 1923 cumartesi oturumunda İngiltere adına, bu sefer Lord Curzon, kutsal emanetleri geri istedi. L. Curzon, I. Dünya Savaşı sırasında Avusturya'ya götürülmüş İtalyan sanat eserlerinin geri verilmesi için büyük çaba harcandığını, Almanya'nın da götürdüğü sanat yapıtlarını Belçika'ya verdiğini belirterek sözü kutsal emanetlere getirdi. “1917'de Medine'de, Türk askeri makamları, Peygamber'in kabrinden, bütün Müslümanların çok saygı gösterdiği bir takım eşyayı alıp İstanbul'a götürmüşlerdir” dedi. Müslüman hacıların, Peygamber'in kabrindeki bu değerli eşyaları görmeye alıştıklarını belirterek, Türk Temsilci Heyeti'nin bunların geri verileceği konusunda herhangi bir güvencede bulunmamasını “çok üzücü bir şey” olarak adlandırdı. Bu eşyaların, Peygamber'in kabrine her ulustan Müslümanlarca gönderilen bağışlar olduğunu, bu nedenle bu bağışların dünya durdukça kabrin duvarları üzerinde veya yanında kalması gerektiğini; Medine, Hıristiyan Müttefik devletlerce işgal edilmiş olsaydı belki bunların buradan alınıp götürülmesinin anlaşılabileceğini, oysa durumun böyle olmadığını belirtti. Dünyanın her yanından Medine'ye gelen Müslüman hacılar için, Peygamber'in kabrinin, daha önce burada bulunan hazinelerden yoksun bırakılmış olmasının “hüzün ve üzüntü verici” olduğunu söyledi. L. Curzon, İsmet Paşa'dan, Türkler İstanbul'a yeniden girerken, beş yıl önce Medine'den alınan hazineyi Medine'ye geri gönderecekleri konusunda güvence istedi.


İsmet Paşa da tıpkı Şükrü Kaya gibi bu tartışmanın Türk Temsilci Heyeti'ni aştığını söyledi. Bu konunun Lozan'daki hiçbir temsilci heyetin yetkisi içinde olmadığını, yalnız halifenin tekelinde olduğunu belirtti. Halife'nin Mekke ve Medine ile ilişkisinin “din alanına girdiğini” ve yabancı hükümetleri ilgilendirmediğini söyledi. İsmet Paşa, “Halifenin haklarının ve ayrıcalıklarının siyasal görüşmelere konu olamayacağını” belirtip konuyu kestirip attı.

İsmet Paşa'nın bu tavrı L. Curzon'u öfkelendirdi. “Türkler söz konusu eşyayı alıp götürmeye yetkiliyseler, geri getirmeye de yetkilidirler” dedi. Sonra şaşkınlığını itiraf edercesine, “İsmet Paşa bu hazinenin halifenin emrinde olduğunu anlatmak istemektedir. Bu tez daha önce hiç öne sürülmemişti. İslam dünyası da bunu hayretle karşılayacaktır…” dedi. (Meray, age, s. 48,49).
Konu o gün kapandı. Bir daha da açılmadı. İsmet Paşa, Lozan'daki ‘Kutsal Emanetler Savaşı'nı kazanmıştı.

İngiltere'nin konunun dinsel boyutunu öne çıkarması büyük bir hataydı. Nitekim görüşmeler sırasında bu hatadan dönmek isteseler de artık çok geçti. Türk heyeti; Şükrü Kaya ve İsmet Paşa bu hatayı çok iyi değerlendirip kutsal emanetlerin geri verilme isteğini reddettiler.
İsmet Paşa, Lozan'da kaybetmediği kutsal emanetleri, II. Dünya Savaşı tehlikesinden de koruyacaktı. İstanbul'un işgali ihtimaline karşı kutsal emanetleri, 1942'de Topkapı Sarayı'ndan alıp Niğde'ye götürüp orada Akmedrese'de, Sarıhan'da ve bazı camilerde saklayacaktı. (Ayrıntıları benim EL-CEVAP kitabımdan veya sevgili Yılmaz Özdil'in 22 Aralık tarihli “Kutsal Emanetler” başlıklı yazısından okumuşsunuzdur).

Demem o ki, kutsal emanetleri koruyan Fahreddin Paşa'ya “rahmet”, aynı kutsal emanetleri koruyan İsmet Paşa'ya “lanet” okuyan bir zihin, vicdanını kaybetmiştir. Her iki komutanı da rahmetle, minnetle anmak gerekir.


Alıntı Kaynak: http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/fahreddin-pasadan-ismet-pasaya-kutsal-emanetler-2145434/

20171112

🎞️ I am not Turkish but 🇹🇷 ( Ben Türk değilim ama..) akımından... 🇹🇷Türkçe sözlü şarkılar

“Türk değilim ama…” akımı büyük ilgi görüyor -  Son zamanlarda sosyal medyada "I am not Turkish but" yani "Türk değilim ama...