1925 - Atatürk'ün Gazi Kız Lisesi'ni ziyaretinde okula hediye ettiği Kur'an - Kerim'in iç kapağına el yazısıyla düştüğü not:
8 Teşrin –i Sani (Kasım) 1925 – Çankaya,
“Gazi Kız Numune Mektebine, dikkatle okunmak için hediye ediyorum. ''
Gazi Mustafa Kemal
20180629
📸 Sümer Kraliçemiz Muazzez İlmiye Çığ hanımefendi 104 yaşında.
'20 Haziran 1914 doğumlu dünyaca ünlü Sümerolog, Arkeolog ve Sümer Kraliçemiz Muazzez İlmiye Çığ hanımefendi 104 yaşında.'
📸 24 Mayıs 1918: 🇹🇷 Mustafa Kemal'in Ruşen Eşref Bey'e verdiği fotoğraf:
24 Mayıs 1918: Mustafa Kemal'in Ruşen Eşref Bey'e verdiği fotoğraf:
"Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan.. yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki bu sevgim değil.. vatan ve hakikat aşkıyla ışık.. aramaya çalışan bir gençlik görmemdir"
"Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan.. yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki bu sevgim değil.. vatan ve hakikat aşkıyla ışık.. aramaya çalışan bir gençlik görmemdir"
🇹🇷 'Vatanın asıl sahipleri..' 🇹🇷
'Ne yapsak haklarını ödeyemeceğimiz, bu vatan uğruna can alıp can vermiş yiğitlerimizin, şehitlerimizin baba ocaklarını... Vatanın asıl sahipleri..'
FiiTarih @FiiTarih
FiiTarih @FiiTarih
20180627
📸 Tarihten sayfalar
Bazıları Abdülhamit'li Osmanlı tarihine,
Atatürk'lü Türkiye Cumhuriyeti tarihinden daha düşkün.
Ama olsun! Onlara rağmen Türklerin tarihi 12 bin yıl önceler gidiyor.
Atatürk'lü Türkiye Cumhuriyeti tarihinden daha düşkün.
Ama olsun! Onlara rağmen Türklerin tarihi 12 bin yıl önceler gidiyor.
Göbeklitepe - Şanlıurfa
— Yonca Eldener Dr./Ph.D (@YoncaEldener) 28 Haziran 2018
Kaynak: Yonca Eldener Dr./Ph.D (@YoncaEldener)
20180618
Mustafa Kemal'in basında yayınlanan ilk fotoğrafının hikayesi
Mustafa Kemal'in basında yayınlanan ilk fotoğrafının hikayesini biliyor musunuz? Hayli ilginç bir hikaye... Abidin Daver'den öğreniyoruz bunu:
"Çanakkale'de çarpışmalar yeni başlamıştı. Boğaz Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa'ydı. Yedekte bulunan 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal emir almadan, karaya çıkan "Anzaklar" denen düşman birliklerini Arıburnu'nda bir avuç yere çivileyerek İstanbul'u kurtarmıştı.
Mustafa Kemal, o dönemde mebus olan Yunus Nadi ile tanışıyor ve onunla mektuplaşıyordu. Yunus Nadi, "Tasviri Efkâr" gazetesini yayımlıyordu. Mustafa Kemal'in Çanakkale'de sergilediği kahramanlığı gazetesinde yayımlamak üzerenu'nda bir avuç yere çivileyerek İstanbul'u kurtarmıştı.
haritalı bir yazı hazırlattı. Haritanın bir yanında Cevat (Çobanlı) Paşa'nın, karşısında da Mustafa Kemal'in resmi yer alıyordu. Ancak Askeri Sansür Zabiti, Mustafa Kemal'in resmini çıkarmıştı. Müdafaanın gerçek kahramanının resminin sayfadan çıkarılması, gazeteyi hazırlayan ekibi üzmüştü. Telefonla, Sansür Zabitlerinin Âmirini aradılar. Âmir Bey de kendinden korkuyordu. "Karargâh-ı Umumi'de, İkinci İstihbarat Müdürü'nü arayınız"diyerek olayı kendinden uzaklaştırdı. İstihbarat Şube Müdürü Kaymakam Seyfi Bey"Sansüre müracaat ediniz!" diye buyurdu.
Görüldüğü gibi herkes birbirine atıyordu topu... Bu durumda bir oyuna başvurdu gazeteciler. Sansür Zabitini yeniden arayarak, Karargâhı Umumiden fotoğrafa izin verildiğini söylediler. Sansür Zabiti yukarısını aramaya gerek görmeden, Mustafa Kemal'in resminin yayımlanmasını onayladı! ….. Bu olay ertesinde Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal'in resmi Tasviri Efkâr gazetesinde ilk kez yayımlandı. Sansür Zabitine üç gün hapis cezası verildi. Yunus Nadi Bey mebus olduğu için gazeteyi kapatmayı göze alamadılar. Ancak izleyen günlerde sudan bir bahaneyle on günlük kapatma cezası verildi Tasviri Efkâr'a.
Kaynak: Abidin Daver, Necati Güngör
Önemli bir ayrıntı; o dönemde gazete devamlı kapatıldığından adı da sürekli değişmektedir. Bu dönemdeki adı Tasvir-i Efkar değil, Tesvir-i Efkar'dır.
Arıburnu'nda bir avuç yere çivileyerek İstanbul'u kurtarmıştı.
"Çanakkale'de çarpışmalar yeni başlamıştı. Boğaz Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa'ydı. Yedekte bulunan 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal emir almadan, karaya çıkan "Anzaklar" denen düşman birliklerini Arıburnu'nda bir avuç yere çivileyerek İstanbul'u kurtarmıştı.
Mustafa Kemal, o dönemde mebus olan Yunus Nadi ile tanışıyor ve onunla mektuplaşıyordu. Yunus Nadi, "Tasviri Efkâr" gazetesini yayımlıyordu. Mustafa Kemal'in Çanakkale'de sergilediği kahramanlığı gazetesinde yayımlamak üzerenu'nda bir avuç yere çivileyerek İstanbul'u kurtarmıştı.
haritalı bir yazı hazırlattı. Haritanın bir yanında Cevat (Çobanlı) Paşa'nın, karşısında da Mustafa Kemal'in resmi yer alıyordu. Ancak Askeri Sansür Zabiti, Mustafa Kemal'in resmini çıkarmıştı. Müdafaanın gerçek kahramanının resminin sayfadan çıkarılması, gazeteyi hazırlayan ekibi üzmüştü. Telefonla, Sansür Zabitlerinin Âmirini aradılar. Âmir Bey de kendinden korkuyordu. "Karargâh-ı Umumi'de, İkinci İstihbarat Müdürü'nü arayınız"diyerek olayı kendinden uzaklaştırdı. İstihbarat Şube Müdürü Kaymakam Seyfi Bey"Sansüre müracaat ediniz!" diye buyurdu.
Görüldüğü gibi herkes birbirine atıyordu topu... Bu durumda bir oyuna başvurdu gazeteciler. Sansür Zabitini yeniden arayarak, Karargâhı Umumiden fotoğrafa izin verildiğini söylediler. Sansür Zabiti yukarısını aramaya gerek görmeden, Mustafa Kemal'in resminin yayımlanmasını onayladı! ….. Bu olay ertesinde Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal'in resmi Tasviri Efkâr gazetesinde ilk kez yayımlandı. Sansür Zabitine üç gün hapis cezası verildi. Yunus Nadi Bey mebus olduğu için gazeteyi kapatmayı göze alamadılar. Ancak izleyen günlerde sudan bir bahaneyle on günlük kapatma cezası verildi Tasviri Efkâr'a.
Kaynak: Abidin Daver, Necati Güngör
Önemli bir ayrıntı; o dönemde gazete devamlı kapatıldığından adı da sürekli değişmektedir. Bu dönemdeki adı Tasvir-i Efkar değil, Tesvir-i Efkar'dır.
Arıburnu'nda bir avuç yere çivileyerek İstanbul'u kurtarmıştı.
20180616
Felsefe ve Türkiye - Felsefe olmadan asla / Şahin Filiz
Felsefe olmadan asla / Şahin Filiz
Yazılı tarihi itibarıyla 2500 yıl öncesine kadar giden felsefe tarihi, dar anlamda felsefenin ve filozofların tarihi gibi görünse de esasında bütün bilimlerin, bilim insanlarının tarihini ifade eder. İnsanlığın hakikati her alanda arayışı, her alandaki bilginin aranması anlamına gelir. Felsefe, bilgi ve hakikat sevgisinin ifadesi olarak, insanlığın bilgiyi aramasının yöntemli disiplinidir. 19. yüzyıla kadar bütün bilimler felsefenin çatısı altında bulunuyordu ve bu ayrılık yaklaşık yüzyıl sürdü. Bu arada her bilim kendi yöntem ve kavramlarını oluşturdular. Her biri, bilgiyi ve hakikati, oluşturdukları bu yöntem ve kavramlar örgüsü düzleminde araştırmaya ve belirlemeye başladı. Daha çok bilginin teknolojiye uygulanmasını önceleyen bu bilim alanları, olgucu-deneyci bir bilimsel yöntemi benimseyip insan bilimleri alanlarını felsefeye bıraktılar. Felsefe bu süreçte salt edebi, sanatsal ve duygusal bir insani alanın içine sıkıştı. Felsefeden ayrılan bilimler genellikle deneysel bir yöntem izledikleri için, psikoloji, sosyoloji, psikiyatri, siyaset, ekonomi, hukuk, ahlak gibi temelde insan bilimlerini ilgilendiren konularda da bilgi ve gerçeklik arayışını felsefeyi dışlayarak kendine has “bilimsel” yöntemin sınırları içine aldı. Bu durum çağımızda deneysel-olgucu bilimsel yöntemin, insanbilimsel alanları da içine alacak şekilde genelleştirilmesi sonucunu doğurdu. Bilgi ve gerçeklik, artık salt bilimci, deneyci, olgucu metotla aranabilirdi. Bir şey ya bu anlamda “bilimsel” ya da boş bir uğraş alanına dönüşebiliyordu.
Zaten bilimsel tavrın felsefe alanını sürekli kuşatıp daraltmış olması, özellikle ülkemizde farklı görüşlerden bile olsa, araştırmacıları ve bilim insanlarını, felsefeye karşı mesafeli tutum sergilemeye itti. Bu mesafe, halk nezdinde felsefeye karşı bir soğumanın gerekçelerini oluşturdu. Oysa Avrupa, bilimler lehine felsefeden uzaklaşmış olmanın bu yüzyıllık acı sonuçlarını bizzat tecrübe etti. Özellikle son yüz yıldır Avrupa, ayrılan bilimleri yeniden felsefeyle bütünleştirmenin yollarını aramakla meşgul olmaktadır. Dinden fiziğe, arkeolojiden ekonomiye, hukuktan siyasete, sanattan ahlaka ve bilumum bütün bilme ve hakikat arayışına konu olan alanlarda, felsefenin yeniden –tabir yerindeyse-imdada çağrılmış; Gadamer, Karl Jaspers, Lacan, Deleuze, Horkheimer, Kierkegaard, Noam Chomsky, Terry Eagelton, Adorno ve benzeri pek çok çağdaş Avrupa filozofu, felsefe olmaksızın bilimlerin insana ve onun hakikat arayışına ancak “incelenen nesne” düzeyinde katkısı olabileceği gerçeğini tartışmaya değer bulmaya başlamıştır. Bilgi ve hakikat, salt bilim ya da bilimlerin benimsediği tek yönlü bir değer ya da veri değildi. Bütün bilimler nihai noktada insan için ve insandan dolayı ortaya konulmuştu. Yöntemleri elbette doğruydu ancak bu yöntemin tüm insanlık alanına uygulanması içinden çıkılmaz varoluşsal, kültürel ve tarihsel sorunlara yol açıyordu. Oysa felsefeyi dışlamak, tamamen insanı ve ona dair her şeyi dışlamak anlamına geliyordu. İşte son yüzyıldır Avrupa’da özellikle Almanya’da insanbilimleri, felsefe ile bilimlerin buluşmaya zorunlu olduğu kavşak noktası haline geldi. İnsan-sız bir bilim, bilim-siz bir felsefe olamayacağına göre, bilimler yeniden felsefe ile bir araya gelmek zorundaydı. İşte çağımız bu yeniden buluşmanın hem sancılarına hem de zorunluluklarına tanık olmaktadır.
FELSEFE VE ÜLKEMİZ
Günümüzde felsefe yöntembilim olarak tüm bilimlere yol göstermektedir. Kavram analizi olarak bilimsel metinleri okumaktan insana dair olan her şeyi temelinden, bütün sebep-sonuç zinciriyle anlamak ve nihayet insan hayatını anlamdırmaya kadar, insanın bilgi ve hakikat arayışının aşamalarını teşkil etmenin zorunlu bir bilimi, bir disiplini olarak görülmektedir.
İlkçağ Felsefesi, Helenistik-Roma felsefesi, İslam felsefesi ve medeniyeti, Avrupa felsefesi ve medeniyeti hep felsefe yoluyla gün ışığına çıkabilmiştir. Yöntem ve kavram bilgisi olmadan hiçbir bilimsel araştırma ve medeniyet kurma mümkün olmadığına göre, herhangi bir alanda bilgi ve hakikat arayışı da sonuçsuz kalacaktır.
Ülkemizde bilimler ile felsefe arasındaki ayrım halen sürmektedir. Felsefe olmadan bilim, bilim olmadan felsefe düşünülemeyeceğine göre, her ikisi de ülkemizde Avrupa’daki bilim-felsefe ayrımlaşmasının yarattığı eğitsel, kültürel, siyasal ve ekonomik sorunlar daha ciddi boyutlarda yaşanmaktadır. Bu ayrımlaşma, başta milli kültürümüze, geleneklerimize ve medeniyet yaratma yeteneğimize zarar verdiği gibi, toplumsal kırılganlıklara da yol açmaktadır. Örneğin, bilim-felsefe ayrışması, ülkemizde felsefenin olduğundan farklı algılanmasına yol açmakta; her bir algı öbürüne karşı cephe alabilmektedir. Felsefenin din karşıtlığı olduğunu sananlar ile felsefenin akıl ve bilim dışında her şeyi boş inanç olarak gördüğünü ileri sürenler, felsefe hakkında olumsuz düşüncelerin yaygınlaşmasına neden olan iki farklı bakış açısını temsil etmektedirler. Ülkemizde filozof yetişmemesi, dolayısıyla felsefenin hak ettiği ilgiye mazhar olamamasının temel nedenleri arasında işte söz konusu ayrımın bu düşünsel parçalanmışlığı bulunmaktadır. Eksik, yanlış ve hatta kasıtlı felsefe karşıtlığı, Antikçağ Yunan felsefesi üzerinde odaklanıyor görünse de, felsefe tarihinde gelmiş geçmiş bütün felsefe ve bilim ekollerini hedef alabilmektedir.
İNSAN VAR OLDUKÇA FELSEFE YOK SAYILAMAZ
Felsefe, şemsiye bir disiplin ve kavrayıcı bir yöntemdir. Felsefenin hak ettiği yerde olmaması, bütün bilimlerin de hak ettiği yere sahip olmasını zorlaştırmaktadır. Felsefeyi dışlayan bir bilimsellikten, bilimi dışlayan bir felsefi söylemden söz edilemez. Felsefe ve bilim doğrudan doğruya birbirine bağlıdır. Bilim tarihsel gelişim sürecinde ancak felsefenin sorgulayıcı, analitik ve eleştirel yöntemiyle izlenebilir. Felsefesiz bilim olamayacağına göre, felsefesiz bir bilim insanı ve felsefesiz bir eğitim-öğretim de olamaz. Felsefe Tarihi aynı zamanda bilimin gelişim sürecinin anlatımıdır. Felsefe hem bu sürecin izlenmesini hem de bilimlere yöntem ve her birine özgü kavramlar örgüsü kazandırmak bakımından kaçınılmaz bir yöntem bilimdir. Eskilerin ifadesiyle, “usül bilmeden vüsule erilmez” özdeyişi, felsefe bilmeden bilimden söz edilemez, anlamındadır. Günümüzde Avrupa ve ABD bu gerçeğin farkında olduğu için hiçbir bilim dalını felsefesiz oluşturmamakta; her alanda felsefeye yer vermektedir.
BİLMEK, HERKESİN HAKKI
Bilmek, yalnız insana özgü bir merakın ifadesidir. Bilme ve öğrenme güdüsünü ancak felsefe tetikleyebilir. Türk eğitim-öğretim sisteminde en çok muzdarip olduğumuz sorunlardan biri, hemen her kademede öğrencilerin bilmeye ve öğrenmeye yeterince istekli ve azimli olmayışlarıdır. Bilgi sevgisi demek olan felsefe, öncelikle neyi, niçin öğrenmek ve bilmek gerektiğine ikna etmek sanatıdır. En zorunlu ve en hayati bilimler bile olsa, bu sevgi ve meraktan yoksunsa, yüzeysel bir bilgi, ezbere dayalı bir enformasyondan ibaret kalacaktır. Bilmek için, bilgiyi sevmek, bilginin ve gerçeğin peşinden koşmak azmi ve isteği gerekir. Bu azim ve isteği, öğrencide yaratacak olan da felsefedir. Felsefe, yalnız felsefe bölümleriyle sınırlandırılmış bazılarına özel bir bilgi alanı değildir. Ya da felsefe, toplumda bir kısım insanın fantastik hayal ve duygu dünyasına tercüman olacak denli nev’i şahsına münhasır özel bir uğraş alanı da değildir. Felsefenin, din ve topluma yabancı, bulunduğu toplumun dini inançları, gelenekleri, kültürü ve yerleşik ahlaki değerleriyle kıyasıya savaşan bir umacı olmadığını görme şansı, sadece felsefe bölümlerinde okuyan öğrencilere özgü kalmamalı; eğitim-öğretimin bütün aşamalarında Türk halkına bu şans, hatta hak tanınmalıdır.
Reklamdan sonra devam ediyor
İNSAN, TEK BİR BİLİMİN ÇÖZEBİLECEĞİ BİR VARLIK DEĞİL
Aristoteles insan etkinliğini üç kısma ayırmıştır: İlki, zorunlu bilgi alanı olan bilimsel bilgiyi elde etme, ikincisi insana özgü yaratıcılık olan sanat alanı ve üçüncüsü de eyleme dönük olan etik alan. Felsefe bu üç alan üzerinde odaklanır. Kavramsal ve yöntemli düşünme, araştırma ve eleştirme demek olan felsefe olmadan insan ne bilim üretebilir, ne sanat eserleri ortaya koyabilir ve ne de eyleyeceği etik ilkeleri bilebilir. Aristoteles’e gelinceye kadar, insanı ve onun varlık yapısını ele alan pek çok filozof olmuştur. İnsan felsefesi Aristoteles’ten sonra da sürmüş, günümüzde de temel sorun olarak tartışılmaktadır. Çünkü insan önce kendini bilmeye zorunludur. Karmaşık bir varlık yapısına sahip olduğu için diğer varlıklardan farklıdır. Bilmek ve yaşamak, yalnız insana özgü bir sorunlar alanıdır. Bilmek ve yaşamak sorundur çünkü hiçbir varlık insan gibi böyle bir zorunlulukla karşılaşmaz. İnsan dışında her canlı, tek katmanlı bir varlıktır. Biyolojik süreçlerle içgüdü-organ-doğal yaşama programına göre belirlenmiş hayvanlar, bilim, sanat ve etik üretmez. Bunlara ihtiyacı da yoktur. Bunlar olmadan her canlı yaşamını sürdürebilir. Ancak insan bu alanlarda etkin olmak ve üretmek zorundadır. Bu üretim, akıl ve bilgiyle mümkün olabilir. Aklın yöntemli kullanılması ve sistemli bilgi elde etmesi için felsefe kaçınılmazdır. Mantık ilkeleri, anlama, bilme, yaratma ve eyleme hep felsefenin yol göstericiliğinde gerçekleşir.
KARMAŞIK BİR VARLIK, KARMAŞIK YÖNTEMLER İSTER
İnsan ile iki yaşama ortamı ortaya çıkar: Varlığının doğaya dayalı ve bağımlı mekanik yanı ve varlık yapısının gereği olarak özgür yaşama doğası. Bu ikisi birbirine bağlıdır ve ayrılmaz. İlki zorunlu olan doğal varlık yapısıdır. İkincisi tamamen bireye özgüdür. İkincisinde “ben” olma, benlik, kişilik ve bunlar bağlamında gelişen değişik yaşama tarzları söz konusudur. Bireylik ve özgürlük, insan olma ve insanlaşma süreciyle doğrudan ilintilidir. Öteki canlılara göre insan hem doğaya hem de kendisine karşı uyumsuz bir varlıktır. Aslında uyumsuzluğu, paradoksal olarak insan olmasının zorunlu koşuludur. Diğer canlılarda organ-içgüdü bağlamı ne kadar geliştiyse, canlı o kadar yaşama gücü taşır ve onunla o kadar etkin olur. İnsanda içgüdü organ bütünlüğü yoktur. O yalnızca ne kadar bilebilirse ve bilgisini yaşamaya geçirebilirse o kadar etkin olacak ve o kadar yaşama gücüne sahip olacaktır. Başka bir deyişle, diğer canlılar hazır olarak yaşamaya geliyorlar; yani doğal olarak; insan ise yalnızca kendisini yaşamaya hazırlayacağı imkânlarla dünyaya geliyor. Canlılar, yaşama alanına doğarken, insan yapayalnız ve donanımsız olarak dünyaya geliyor. Hayvan içgüdü-organ-yaşama çizgisi belirlenmiş bir varlık iken, insan için yalnızca insan-kültür-yaşamadan söz edilebilir. İnsanın varlık yapısı, yaşamada kendisini aşmak üzere somutlaşmıştır. Bu bakımdan insan, geldiği dünyada yaşayabilmek için kültür üretme ve aydınlanmaya mahkumdur. Bu mahkumiyetini, felsefe sayesinde bilim, sanat ve ahlak alanlarındaki akılsal-yöntemsel devinimi ve etkinliği ile aşarak özgürleşir. Canlı gibi yaşayan insandan kültür ve medeniyetler kuran insana doğru evrimle, insanlığın felsefe yoluyla ortaya koyduğu kültür-yaşam bütünlüğünü sağlaması mümkün olabilmiştir. İnsan yeryüzünde var olduğu müddetçe herhangi bir canlı gibi değil, insan gibi bilip davranabilmek için felsefeye koşuldur ve düşünmeye yazgılıdır. Kutsal kitaplarda da “hiç düşünmez misiniz?” uyarısı bunun en veciz biçimde ifadesidir.
FELSEFE GÜNÜMÜZDE NE İŞ GÖRÜR?
Türk ve İslam kültür ve medeniyetini tanımak yetmez. Anlamak, anlatabilmek ve dünya medeniyetleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamak ancak felsefi bir yol ve yöntemle olabilir. Ayrıca Anadolu’muzun Batı kesimi, felsefenin ilk ortaya çıktığı ve Atina başta olmak üzere bütün insanlığa yayıldığı çok önemli bir coğrafyadır. Felsefenin beşiği olan topraklarımızda bu hak edilmiş tarihsel unvanı korumak, geliştirmek ve çağdaş medeniyetlere doğru yol almak, geçmişte olduğu gibi gelecekte de yine felsefe sayesinde mümkün olabilecektir. Bu bilimsel ve tarihsel gerçekliği teslim etmek, bizi Türk milleti olarak felsefenin aydınlatıcı, eğitici, öğretici ve medeniyet yaratıcı yüzü ile karşı karşıya getirecektir.
Diğer yandan felsefe günümüzde ruhsal ve zihinsel olarak bir terapi, danışmanlık ya da sağaltım yöntemi olarak kullanılmaktadır. 1986 ‘da Almanya’da ve 1996’da ABD’de felsefe klinikleri açılmış; felsefe insan varoluşunun doğduğu dünyada karşılaştığı doğum, ölüm ve bu ikisi arasındaki travmatik hayal kırıklıklarını tıbbi tedavi öncesi sağaltmaya tabi tutmaya başlamışlardır. Felsefe bir bilgi yığını ya da fantastik duygulardan öte, artık dünyada insanlığın modern zamanlarda karşılaştığı varoluşsal sorunların sağaltıcı yöntemi olarak kabul edilmektedir. Kaldı ki felsefi sağaltım Antikçağ’dan beri yürürlüktedir. Başka bir deyişle felsefe, eğitim-öğretim, bilim, sanat, ahlak alanlarından da öte, bir tedavi yöntemidir.
Zaten bilimsel tavrın felsefe alanını sürekli kuşatıp daraltmış olması, özellikle ülkemizde farklı görüşlerden bile olsa, araştırmacıları ve bilim insanlarını, felsefeye karşı mesafeli tutum sergilemeye itti. Bu mesafe, halk nezdinde felsefeye karşı bir soğumanın gerekçelerini oluşturdu. Oysa Avrupa, bilimler lehine felsefeden uzaklaşmış olmanın bu yüzyıllık acı sonuçlarını bizzat tecrübe etti. Özellikle son yüz yıldır Avrupa, ayrılan bilimleri yeniden felsefeyle bütünleştirmenin yollarını aramakla meşgul olmaktadır. Dinden fiziğe, arkeolojiden ekonomiye, hukuktan siyasete, sanattan ahlaka ve bilumum bütün bilme ve hakikat arayışına konu olan alanlarda, felsefenin yeniden –tabir yerindeyse-imdada çağrılmış; Gadamer, Karl Jaspers, Lacan, Deleuze, Horkheimer, Kierkegaard, Noam Chomsky, Terry Eagelton, Adorno ve benzeri pek çok çağdaş Avrupa filozofu, felsefe olmaksızın bilimlerin insana ve onun hakikat arayışına ancak “incelenen nesne” düzeyinde katkısı olabileceği gerçeğini tartışmaya değer bulmaya başlamıştır. Bilgi ve hakikat, salt bilim ya da bilimlerin benimsediği tek yönlü bir değer ya da veri değildi. Bütün bilimler nihai noktada insan için ve insandan dolayı ortaya konulmuştu. Yöntemleri elbette doğruydu ancak bu yöntemin tüm insanlık alanına uygulanması içinden çıkılmaz varoluşsal, kültürel ve tarihsel sorunlara yol açıyordu. Oysa felsefeyi dışlamak, tamamen insanı ve ona dair her şeyi dışlamak anlamına geliyordu. İşte son yüzyıldır Avrupa’da özellikle Almanya’da insanbilimleri, felsefe ile bilimlerin buluşmaya zorunlu olduğu kavşak noktası haline geldi. İnsan-sız bir bilim, bilim-siz bir felsefe olamayacağına göre, bilimler yeniden felsefe ile bir araya gelmek zorundaydı. İşte çağımız bu yeniden buluşmanın hem sancılarına hem de zorunluluklarına tanık olmaktadır.
FELSEFE VE ÜLKEMİZ
Günümüzde felsefe yöntembilim olarak tüm bilimlere yol göstermektedir. Kavram analizi olarak bilimsel metinleri okumaktan insana dair olan her şeyi temelinden, bütün sebep-sonuç zinciriyle anlamak ve nihayet insan hayatını anlamdırmaya kadar, insanın bilgi ve hakikat arayışının aşamalarını teşkil etmenin zorunlu bir bilimi, bir disiplini olarak görülmektedir.
İlkçağ Felsefesi, Helenistik-Roma felsefesi, İslam felsefesi ve medeniyeti, Avrupa felsefesi ve medeniyeti hep felsefe yoluyla gün ışığına çıkabilmiştir. Yöntem ve kavram bilgisi olmadan hiçbir bilimsel araştırma ve medeniyet kurma mümkün olmadığına göre, herhangi bir alanda bilgi ve hakikat arayışı da sonuçsuz kalacaktır.
Ülkemizde bilimler ile felsefe arasındaki ayrım halen sürmektedir. Felsefe olmadan bilim, bilim olmadan felsefe düşünülemeyeceğine göre, her ikisi de ülkemizde Avrupa’daki bilim-felsefe ayrımlaşmasının yarattığı eğitsel, kültürel, siyasal ve ekonomik sorunlar daha ciddi boyutlarda yaşanmaktadır. Bu ayrımlaşma, başta milli kültürümüze, geleneklerimize ve medeniyet yaratma yeteneğimize zarar verdiği gibi, toplumsal kırılganlıklara da yol açmaktadır. Örneğin, bilim-felsefe ayrışması, ülkemizde felsefenin olduğundan farklı algılanmasına yol açmakta; her bir algı öbürüne karşı cephe alabilmektedir. Felsefenin din karşıtlığı olduğunu sananlar ile felsefenin akıl ve bilim dışında her şeyi boş inanç olarak gördüğünü ileri sürenler, felsefe hakkında olumsuz düşüncelerin yaygınlaşmasına neden olan iki farklı bakış açısını temsil etmektedirler. Ülkemizde filozof yetişmemesi, dolayısıyla felsefenin hak ettiği ilgiye mazhar olamamasının temel nedenleri arasında işte söz konusu ayrımın bu düşünsel parçalanmışlığı bulunmaktadır. Eksik, yanlış ve hatta kasıtlı felsefe karşıtlığı, Antikçağ Yunan felsefesi üzerinde odaklanıyor görünse de, felsefe tarihinde gelmiş geçmiş bütün felsefe ve bilim ekollerini hedef alabilmektedir.
İNSAN VAR OLDUKÇA FELSEFE YOK SAYILAMAZ
Felsefe, şemsiye bir disiplin ve kavrayıcı bir yöntemdir. Felsefenin hak ettiği yerde olmaması, bütün bilimlerin de hak ettiği yere sahip olmasını zorlaştırmaktadır. Felsefeyi dışlayan bir bilimsellikten, bilimi dışlayan bir felsefi söylemden söz edilemez. Felsefe ve bilim doğrudan doğruya birbirine bağlıdır. Bilim tarihsel gelişim sürecinde ancak felsefenin sorgulayıcı, analitik ve eleştirel yöntemiyle izlenebilir. Felsefesiz bilim olamayacağına göre, felsefesiz bir bilim insanı ve felsefesiz bir eğitim-öğretim de olamaz. Felsefe Tarihi aynı zamanda bilimin gelişim sürecinin anlatımıdır. Felsefe hem bu sürecin izlenmesini hem de bilimlere yöntem ve her birine özgü kavramlar örgüsü kazandırmak bakımından kaçınılmaz bir yöntem bilimdir. Eskilerin ifadesiyle, “usül bilmeden vüsule erilmez” özdeyişi, felsefe bilmeden bilimden söz edilemez, anlamındadır. Günümüzde Avrupa ve ABD bu gerçeğin farkında olduğu için hiçbir bilim dalını felsefesiz oluşturmamakta; her alanda felsefeye yer vermektedir.
BİLMEK, HERKESİN HAKKI
Bilmek, yalnız insana özgü bir merakın ifadesidir. Bilme ve öğrenme güdüsünü ancak felsefe tetikleyebilir. Türk eğitim-öğretim sisteminde en çok muzdarip olduğumuz sorunlardan biri, hemen her kademede öğrencilerin bilmeye ve öğrenmeye yeterince istekli ve azimli olmayışlarıdır. Bilgi sevgisi demek olan felsefe, öncelikle neyi, niçin öğrenmek ve bilmek gerektiğine ikna etmek sanatıdır. En zorunlu ve en hayati bilimler bile olsa, bu sevgi ve meraktan yoksunsa, yüzeysel bir bilgi, ezbere dayalı bir enformasyondan ibaret kalacaktır. Bilmek için, bilgiyi sevmek, bilginin ve gerçeğin peşinden koşmak azmi ve isteği gerekir. Bu azim ve isteği, öğrencide yaratacak olan da felsefedir. Felsefe, yalnız felsefe bölümleriyle sınırlandırılmış bazılarına özel bir bilgi alanı değildir. Ya da felsefe, toplumda bir kısım insanın fantastik hayal ve duygu dünyasına tercüman olacak denli nev’i şahsına münhasır özel bir uğraş alanı da değildir. Felsefenin, din ve topluma yabancı, bulunduğu toplumun dini inançları, gelenekleri, kültürü ve yerleşik ahlaki değerleriyle kıyasıya savaşan bir umacı olmadığını görme şansı, sadece felsefe bölümlerinde okuyan öğrencilere özgü kalmamalı; eğitim-öğretimin bütün aşamalarında Türk halkına bu şans, hatta hak tanınmalıdır.
Reklamdan sonra devam ediyor
İNSAN, TEK BİR BİLİMİN ÇÖZEBİLECEĞİ BİR VARLIK DEĞİL
Aristoteles insan etkinliğini üç kısma ayırmıştır: İlki, zorunlu bilgi alanı olan bilimsel bilgiyi elde etme, ikincisi insana özgü yaratıcılık olan sanat alanı ve üçüncüsü de eyleme dönük olan etik alan. Felsefe bu üç alan üzerinde odaklanır. Kavramsal ve yöntemli düşünme, araştırma ve eleştirme demek olan felsefe olmadan insan ne bilim üretebilir, ne sanat eserleri ortaya koyabilir ve ne de eyleyeceği etik ilkeleri bilebilir. Aristoteles’e gelinceye kadar, insanı ve onun varlık yapısını ele alan pek çok filozof olmuştur. İnsan felsefesi Aristoteles’ten sonra da sürmüş, günümüzde de temel sorun olarak tartışılmaktadır. Çünkü insan önce kendini bilmeye zorunludur. Karmaşık bir varlık yapısına sahip olduğu için diğer varlıklardan farklıdır. Bilmek ve yaşamak, yalnız insana özgü bir sorunlar alanıdır. Bilmek ve yaşamak sorundur çünkü hiçbir varlık insan gibi böyle bir zorunlulukla karşılaşmaz. İnsan dışında her canlı, tek katmanlı bir varlıktır. Biyolojik süreçlerle içgüdü-organ-doğal yaşama programına göre belirlenmiş hayvanlar, bilim, sanat ve etik üretmez. Bunlara ihtiyacı da yoktur. Bunlar olmadan her canlı yaşamını sürdürebilir. Ancak insan bu alanlarda etkin olmak ve üretmek zorundadır. Bu üretim, akıl ve bilgiyle mümkün olabilir. Aklın yöntemli kullanılması ve sistemli bilgi elde etmesi için felsefe kaçınılmazdır. Mantık ilkeleri, anlama, bilme, yaratma ve eyleme hep felsefenin yol göstericiliğinde gerçekleşir.
KARMAŞIK BİR VARLIK, KARMAŞIK YÖNTEMLER İSTER
İnsan ile iki yaşama ortamı ortaya çıkar: Varlığının doğaya dayalı ve bağımlı mekanik yanı ve varlık yapısının gereği olarak özgür yaşama doğası. Bu ikisi birbirine bağlıdır ve ayrılmaz. İlki zorunlu olan doğal varlık yapısıdır. İkincisi tamamen bireye özgüdür. İkincisinde “ben” olma, benlik, kişilik ve bunlar bağlamında gelişen değişik yaşama tarzları söz konusudur. Bireylik ve özgürlük, insan olma ve insanlaşma süreciyle doğrudan ilintilidir. Öteki canlılara göre insan hem doğaya hem de kendisine karşı uyumsuz bir varlıktır. Aslında uyumsuzluğu, paradoksal olarak insan olmasının zorunlu koşuludur. Diğer canlılarda organ-içgüdü bağlamı ne kadar geliştiyse, canlı o kadar yaşama gücü taşır ve onunla o kadar etkin olur. İnsanda içgüdü organ bütünlüğü yoktur. O yalnızca ne kadar bilebilirse ve bilgisini yaşamaya geçirebilirse o kadar etkin olacak ve o kadar yaşama gücüne sahip olacaktır. Başka bir deyişle, diğer canlılar hazır olarak yaşamaya geliyorlar; yani doğal olarak; insan ise yalnızca kendisini yaşamaya hazırlayacağı imkânlarla dünyaya geliyor. Canlılar, yaşama alanına doğarken, insan yapayalnız ve donanımsız olarak dünyaya geliyor. Hayvan içgüdü-organ-yaşama çizgisi belirlenmiş bir varlık iken, insan için yalnızca insan-kültür-yaşamadan söz edilebilir. İnsanın varlık yapısı, yaşamada kendisini aşmak üzere somutlaşmıştır. Bu bakımdan insan, geldiği dünyada yaşayabilmek için kültür üretme ve aydınlanmaya mahkumdur. Bu mahkumiyetini, felsefe sayesinde bilim, sanat ve ahlak alanlarındaki akılsal-yöntemsel devinimi ve etkinliği ile aşarak özgürleşir. Canlı gibi yaşayan insandan kültür ve medeniyetler kuran insana doğru evrimle, insanlığın felsefe yoluyla ortaya koyduğu kültür-yaşam bütünlüğünü sağlaması mümkün olabilmiştir. İnsan yeryüzünde var olduğu müddetçe herhangi bir canlı gibi değil, insan gibi bilip davranabilmek için felsefeye koşuldur ve düşünmeye yazgılıdır. Kutsal kitaplarda da “hiç düşünmez misiniz?” uyarısı bunun en veciz biçimde ifadesidir.
FELSEFE GÜNÜMÜZDE NE İŞ GÖRÜR?
Türk ve İslam kültür ve medeniyetini tanımak yetmez. Anlamak, anlatabilmek ve dünya medeniyetleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamak ancak felsefi bir yol ve yöntemle olabilir. Ayrıca Anadolu’muzun Batı kesimi, felsefenin ilk ortaya çıktığı ve Atina başta olmak üzere bütün insanlığa yayıldığı çok önemli bir coğrafyadır. Felsefenin beşiği olan topraklarımızda bu hak edilmiş tarihsel unvanı korumak, geliştirmek ve çağdaş medeniyetlere doğru yol almak, geçmişte olduğu gibi gelecekte de yine felsefe sayesinde mümkün olabilecektir. Bu bilimsel ve tarihsel gerçekliği teslim etmek, bizi Türk milleti olarak felsefenin aydınlatıcı, eğitici, öğretici ve medeniyet yaratıcı yüzü ile karşı karşıya getirecektir.
Diğer yandan felsefe günümüzde ruhsal ve zihinsel olarak bir terapi, danışmanlık ya da sağaltım yöntemi olarak kullanılmaktadır. 1986 ‘da Almanya’da ve 1996’da ABD’de felsefe klinikleri açılmış; felsefe insan varoluşunun doğduğu dünyada karşılaştığı doğum, ölüm ve bu ikisi arasındaki travmatik hayal kırıklıklarını tıbbi tedavi öncesi sağaltmaya tabi tutmaya başlamışlardır. Felsefe bir bilgi yığını ya da fantastik duygulardan öte, artık dünyada insanlığın modern zamanlarda karşılaştığı varoluşsal sorunların sağaltıcı yöntemi olarak kabul edilmektedir. Kaldı ki felsefi sağaltım Antikçağ’dan beri yürürlüktedir. Başka bir deyişle felsefe, eğitim-öğretim, bilim, sanat, ahlak alanlarından da öte, bir tedavi yöntemidir.
Halid Ziya Uşaklıgil ve kırk yıl / Hayati Asılyazıcı
Halid Ziya Uşaklıgil ve kırk yıl
Hayati Asılyazıcı
Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Kırk Yıl’ romanında, I. Meşrutiyet (1876), 93 Harbi diğer adıyla1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Ayastefanos Antlaşması (1878), Osmanlı Bankası Baskını (1896), 2. Abdülhamid’e Suikast Girişimi (1905), 2. Meşrutiyet (1908), 31 Mart Vakası (1909) gibi
dönemin öne çıkan tarihi olayları yer alıyor
‘Edebiyat-ı Cedide’ adlı topluluğun çıkardığı, Servet-i Fünûn Dergisi’nde yayımladığı; yazılar, hikâyeler, romanlarla, Servet-i Fünûn edebiyatının en önemli romancı ve hikâyecisi olarak kabul edilen Halit Ziya Uşaklıgil, Türk edebiyatının batılı anlamdaki ilk roman yaratıcısıdır. Türk yazınında, geleneksel sözlü edebiyattan yazılı edebiyata geçişin, ilk büyük ustasıdır. Günümüz gözüyle baktığımızda bu değerli romancının, hem klasik edebiyatımızın temel taşını oluşturduğunu, hem de yazı, anlatım ve biçem (üslup) bakımından çağdaş bir yazar olduğu göze çarpıyor. Türk edebiyatının, dünya edebiyatı ile koşutluk kurması bakımından ele alındığında, anıları ve romanlarıyla unutulması güç, inanılmaz yapıtlar kazandırmıştır.
DÖNEMİN SOSYOPOLİTİK YAPISINI SERGİLİYOR
Uşaklıgil, ‘Aşk-ı Memnû’ adlı romanı ile Türk edebiyatında en çok okunan romanların başında geliyor. Üç kez televizyon dizisi olarak izleyicisiyle buluşan roman, ilk büyük Türk romanı olarak kabul görüyor. Tarık Günersel’in librettosunu yazdığı, Selman Ada’nın opera olarak bestelediği ‘Aşk-ı Memnû’, Türk opera repertuvarının temel yapıtlarından birisidir. Ayrıca Tarık Günersel tarafından uyarlanarak İstanbul BB Şehir Tiyatroları’nda da sahnelenen roman, uzun süre kapalı gişe oynandı. Bu başarılı roman, henüz 11 yaşında, babamın kitaplığından seçerek okuduğum ilk kitap olarak ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Yazarımızın ilk büyük romanı ‘Mai ve Siyah’, ‘Aşk-ı Memnû’dan sonra, edebiyatımızdaki nitelikli romanlar arasında yer almaktadır. Usta kalem, her romanında başarılı bir şekilde kullandığı nesnel bakış açısını ve gözlem niteliklerini kullanarak, dönemin eş zamanlı sosyopolitik yapısını yapıtlarında kullanmıştır. ‘Kırık Hayatlar’ adlı romanının çok özellikli bir yapısı vardır. İnsan yaşamında, toplumsal çelişkilerde, başarısızlıkların etkileri edebi bir dille anlatılır. Sosyal içerikli ve insan psikolojisinin öne çıkarıldığı bu romanda, Dostoyevski romanlarında gördüğümüz psikolojik anlatım biçimini, bu çalışmasında hissedilir düzeyde çözümleyebiliyoruz. Uzantısını alırsak; Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ adlı romanının alt yapısında, Halid Ziya Uşaklıgil’in gölgesinin dolaştığını duyumsuyorum.
TARİHÇİLER İÇİN KAYNAK NİTELİĞİNDE
Halid Ziya Uşaklıgil’in altmışlı yaşlarında yazdığı ve yaşadığı döneme ayna tutan biyografik çalışması ‘Kırk Yıl’, çok ayrıcalıklı bir anı kitabıdır. Kaleme aldığı anıları ile edebiyatımıza ‘Anı’ türünü taşımıştır. Uşaklıgil’in bütün yaşamının; tarihi, coğrafi, sosyolojik ve politik olarak çok büyük değişimlerin yaşandığı bir döneme denk gelmesi, gözlem yeteneği yüksek ve nitelikli anlatım diline sahip bir yazar için büyük bir fırsata dönüşüyor. Yazarın ilk kırk yılını ele aldığı kitabında; I. Meşrutiyet (1876), 93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Ayastefanos Antlaşması (1878), Osmanlı Bankası Baskını (1896), II Abdülhamid’e Suikast Girişimi (1905), II. Meşrutiyet (1908), 31 Mart Vakası (1909) gibi dönemin öne çıkan tarihi olayları yer alıyor. Bu çalışma, tarihçiler için kaynak niteliğinde olup anıları tarihsel belgeleride içermesi nedeniyle çok önemlidir. İkinci ‘Kırk Yıl’ çalışmasının gerçekleştirebilseydi; I. Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yıkılışı, Hilafetin Kaldırılması, Cumhuriyet’in Kuruluşu ve II. Dünya Savaşı gibi dünya tarihinde köklü değişimlere neden olan olayları Uşaklıgil tanıklığında okuma şansımız olacaktı.
Halid Ziya Uşaklıgil, roman ve öyküleri ile edebiyatımıza çağdaş bir soluk getirmiş ve nefes alan yapıtları ile günümüzde de adını sıklıkla andığımız bir yazarımızdır.
Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/halid-ziya-usakligil-ve-kirk-yil-hayati-asilyazici-kose-yazilari-haziran-2018
Arp sanatçısı Şirin Pancaroğlu: "Müzik hayattan bağımsız bir konu değil"
Arp sanatçısı Şirin Pancaroğlu
Göbekli Tepe ve Ön-Türkler kitabı yazarı: '1071 yılı Türklerin Anadolu’ya son geliş tarihi'
Göbekli Tepe ve Ön-Türkler kitabı yazarı ETLİ: 1071 yılı Türklerin Anadolu’ya son geliş tarihi
Reha BAŞOĞUL
M.Ö. 10-8 bin yıllarına tarihlenen Göbekli Tepe Neolotik Çağ'ın A evresine tekabül ediyor. Şanlıurfa sınırları içerisinde kalan bölge dışında şu an Karahan Tepe, Sefer Tepe ve Hamzan Tepe gibi alanlarda kazı çalışmalarının sonlanmasıyla bilgilerimiz daha da derinleşecek. Uzmanlar tarafından inancın en eski merkezi olarak tanımlanması, turistik olduğu kadar tarih, siyaset, evrim, antropoloji alanlarında birçok tezin tekrar düşünülmesine neden oldu.
Diğer yandan Göbekli Tepe kazı alanlarında bulunan bulgular itibariyle birçok sembole de ev sahipliği yapıyor. Bu semboller de astronomik, dini, antropoloji gibi farklı disiplinlerden gelen yorumlarla çeşitlenen yeni tezleri oluşturuyor.
Bu tezlerden biri de Göbekli Tepe'nin bir Ön Türk kültürü eseri olduğu yönünde. “Göbekli Tepe ve Ön Türkler” kitabının yazarı Özgür Barış Etli, kitabında öncelikle Türklerin Anadolu'daki tarihinin tarih öncesine dayandığına dair kanıtları sunarken, Göbekli Tepe'nin bu tarih içerisindeki yerine değiniyor ve Göbekli Tepe'deki bulgularla Ön Türk kültüründeki sembolleri kıyaslayarak , Göbekli Tepe bir Ön Türk eseridir tezini ortaya atıyor. Kendisiyle bu tezin detaylarını konuştuk.
Kitabınızı neden Servet Somuncuoğlu ve Aytunç Altındal'a atfettiniz? Sizin için önemi nedir?
2013 yılında aramızdan ayrılan Servet Somuncuoğlu, Türk tarihi ve kültürü adına daha önce yapılmayanı yapmış ve Çin'den Anadolu'ya uzanan çizgide nerede bir Türk kaya resmi alanı varsa fotoğraflarını çekmiş ve hakkında belgeseller ortaya koymuştur. Servet Somuncuoğlu, ekibinde olan bir çok bilim insanı ile birlikte Türk kaya resim alanlarının veri tabanını oluşturmuştur. Bu kaya resimleri ve taş üzerine işlenmiş tamgalar, yani simgeler Türk tarihinin ve kültürünün ne kadar eski ve görkemli olduğunun kanıtlarını sunmaktadır.
Yine 2013 yılında kaybettiğimiz Aytunç Altındal ise özellikle Teoloji alanında yaptığı araştırmalar ile tarihe daha önce bakılmayan taraftan bakıp, benim de tarihe başka yönlerden bakmamı sağlayan bir kişi olmuştur. Benim için her kitabı ufuk açıcı niteliktedir. Sorunuzu bu şekilde kısaca cevaplayabilirim. Kitabımı yazdığım sırada bu iki önemli kişi aramızdan ayrıldığı için kitabı onlara atfetmek istedim.
Hint Avrupa ırk tezi ve Türklerin Anadolu'ya 1071 yılında geldiği hipotezi birbirleriyle neden bağlantılı? Bazı araştırmacılar Sevr, Kürt, Ermeni Sorunu gibi emperyalizm emelleriyle bunun yakından olduğunu savunuyor. Sizin düşünceniz nedir?
Hint-Avrupa tezi bilimsel bir tez olmayıp siyasi amaçlar taşımaktadır. Bu yapay tez Nazi ırkçılığına kadar ulaşan yolu açmıştır. Çünkü ilgili tez tarihsel platformda belirli ulusların diğerlerinden üstün olduğu ve kültürel açıdan onlara baskın olduğu görüşünü savunur. Bu durumda örneğin bazı Avrupa halkları Türklerden çok daha önce ortaya çıkmış ve akıl olarak ondan daha gelişmiştir. Böyle olunca da kökleri Anadolu'da olan herhangi bir ileri medeniyet ile Türklerin değil yalnızca Batı uluslarının bir bağı olabilir denir.
Hint-Avrupa tezi bilimsel bir tez olmayıp siyasi amaçlar taşımaktadır. Bu yapay tez Nazi ırkçılığına kadar ulaşan yolu açmıştır. Çünkü ilgili tez tarihsel platformda belirli ulusların diğerlerinden üstün olduğu ve kültürel açıdan onlara baskın olduğu görüşünü savunur. Bu durumda örneğin bazı Avrupa halkları Türklerden çok daha önce ortaya çıkmış ve akıl olarak ondan daha gelişmiştir. Böyle olunca da kökleri Anadolu'da olan herhangi bir ileri medeniyet ile Türklerin değil yalnızca Batı uluslarının bir bağı olabilir denir.
Fakat son bilimsel araştırmalara göre anlıyoruz ki Türkler sanıldığı gibi Anadolu'ya 1071 yılında gelmemişler. 1071 yılı Türklerin Anadolu'ya son geliş tarihi veya müslüman Türklerin Anadolu'ya gelişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Anadolu'da binlerce yıl önceye tarihlenen kaya resimleri, kurganlar, arkeolojik eserler, yazıtlar, balballar bu tezin ciddi kanıtlarını sunmaktadır. Bu durumda Anadolu'nun tapusu sorunu büyük oranda çözülmüş oluyor. Sevr antlaşması gibi dayatmaların da fikirsel alt yapısı tamamen çökmüş oluyor.
Göbekli Tepe – Ön Türk ilişkisini sizden başka dile getiren yurtiçinden ve yurtdışından yayınlar var mı?
Bunu ilk dile getiren Azerbaycan Türkü bir profesör; Firudin Celilov. Kendisini ‘Urmu Teorisi' adını verdiği çalışmasında Türklerin anayurdunun Altaylar değil Anadolu olduğunu savunuyor. Ben ilk kez bu teoriyi okuduğumda Göbeklitepe ve Ön Türk bağı hakkında bir fikir sahibi olmuştum. Bunun dışında dünyanın en ünlü kaya resim uzmanlarından Elena Okladnikova, Türklerin kaya resim alanlarından biri olan Kalbaktaş motifleri ile Göbeklitepe motiflerinin benzerliğinden yola çıkarak bu iki kültür arasında bir köprü olabileceğinden söz etmişti. Bunun dışında Prof. Dr. Ahmet Koçak da Göbeklitepe'de olası Ön Türk kültür izlerinden bir makalesinde bahsetmişti. Sorbonne Üniversitesi'nden bilimsel araştırmacı ünvanı alan Haluk Tarcan da yine konu hakkında bir makale yayımladı. İlginçtir, Göbeklitepe kazı başkanı Klaus Schmidt, Peters ile yazdıkları 2004 tarihli makalelerinde Asya balbal kültüründen bahsetmişlerdir. Neden başka bir kültür değil de Türklere özgü balbal kültürü?
Direkt Göbeklitepe ile ilgili olmasa da Türklerin binlerce yıldır Anadolu'da olduğunu söyleyen çok sayıda bilim insanı bulunuyor. Ben bu tezi destekleyen bilim insanlarının listesini bir kongre için çıkarmıştım. Kişi sayısı 30'u geçiyor. Şimdilik. Yani Türklerin binlerce yıldır bu topraklarda olduğu tezi oldukça bilimsel. Bunu es geçmemek gerekiyor.
Göbekli Tepe dışında Türklerin Anadolu'daki varlığını kanıtlayan başka hangi deliller var?
Bunlardan en önemlileri kaya resimleri, tamgalar ve kurganlar. Bunlar tamamen Türk kültürünün tanımlayıcı ve ona özgü unsurları. Anadolu'nun neresine giderseniz gidin Türklere ait binlerce yıllık kaya resimleri ve tamgalara rastlarsınız. Bir örnek vermek gerekirse Ankara Güdül kaya resimlerini söyleyebiliriz. Yine Türk kültürüne has olan kurgan mezarlar da Anadolu'nun dört bir yanına dağılmış durumda. Genelde kurganlar kaya resim alanları ile birbirine yakın konumda oluyorlar. Bunun dışında Saka Türkleri'ne ait 3200 yıllık balballar keşfedildi Hakkari'de. Bir de Erzurum'da keşfedilen 3500 yıllık Türklere ait insan biçiminde heykelcikler de diyebileceğimiz arkeolojik eserler var. Bunun yanında bazı dilbilimcilere göre Kütahya Aizanoi antik tapınağı ve Eskişehir Yazılıkaya Midas Anıtı gibi yapılarda görülen yazılar yalnızca Türkçe açıklanabiliyor.
Bunlardan en önemlileri kaya resimleri, tamgalar ve kurganlar. Bunlar tamamen Türk kültürünün tanımlayıcı ve ona özgü unsurları. Anadolu'nun neresine giderseniz gidin Türklere ait binlerce yıllık kaya resimleri ve tamgalara rastlarsınız. Bir örnek vermek gerekirse Ankara Güdül kaya resimlerini söyleyebiliriz. Yine Türk kültürüne has olan kurgan mezarlar da Anadolu'nun dört bir yanına dağılmış durumda. Genelde kurganlar kaya resim alanları ile birbirine yakın konumda oluyorlar. Bunun dışında Saka Türkleri'ne ait 3200 yıllık balballar keşfedildi Hakkari'de. Bir de Erzurum'da keşfedilen 3500 yıllık Türklere ait insan biçiminde heykelcikler de diyebileceğimiz arkeolojik eserler var. Bunun yanında bazı dilbilimcilere göre Kütahya Aizanoi antik tapınağı ve Eskişehir Yazılıkaya Midas Anıtı gibi yapılarda görülen yazılar yalnızca Türkçe açıklanabiliyor.
Neolitik Anadolu yerleşim yerlerinde keşfedilen eserler üzerine işlenmiş sembollere baktığımızda yine tamamen Türklere özgü motiflere rastlarız. Çatalhöyük, Hacılar Höyük, Körtik Tepe'de rastlanılagelen semboller ve tamgalar Türklerin kullandığı sembollerin tamamen aynısı. Hatta bu motifler günümüz Türk halı ve kilim desenlerinde hala yaşamaktalar. Anadolu kültürü binlerce yıllık kültürel bir sürekliliğe sahip. Bu süreklilikte önce Türklerin ataları ve sonrasında Türkler de yerini almış bana göre.
Bunlar dışında bazı antik medeniyet tabletlerinde Anadolu'da 4 bin yıl önce yaşamış ve isimleri Turki ve Turukku olan devletlerden bahsedilir. Bunun yanında Kimmerlerin ve Sakaların uzun süre Anadolu'yu yönettiğini biliyoruz. Kimmerler 2500 yıl önce Anadolu'da devlet kuran kavimlerden biri. Özellikle Herodot bu önemli tarihi bilgiyi verir. Anadolu'nun eski kavimlerinden Hurrilerin de On-Ugur Türk kavimlerinden olduğu yönünde ciddi bulgular var. Yine Etrüsklerin de Ege Bölgesi'nde uzun süre yaşadıkları ve İzmir üzerinden İtalya'ya göç ettikleri bilinir. Ege'de bazı antik yer adları Türkçe açıklanabiliyor.
Bunca kanıt varsa neden hala Hint Avrupa tezleri dünyanın gündeminde ve hala eğitim sistemimizde yer alıyor? Türk bilim insanları mı yetersiz mi kalıyor, yoksa Türk hükümetlerinin politikaları dahi bu tezlere mi hizmet ediyor?
Türkiye'de bilim kültürü yok. Bilimin ne olduğunu biz henüz kavrayabilmiş değiliz. Ortaya herhangi bir aykırı tez atıldığında klasik ön yargılar nedeniyle bu tezin tartışılma imkanı bile doğmuyor. Halbuki bilim insanı her tür yeni veriye açık olmak zorundadır.
Bu tür tezlerin dünya gündeminde olabilmesi için öncelikle ülkemizde tartışılabilir hale gelmesi gerekir. Kendi bilim insanlarımız bu tür tezleri yayımlamalı ki yurt dışındaki meslektaşları da onlardan referans alabilsin.
Bunun politik bir eksiklik olup olmadığını bilmiyorum. Politikacıların ne kadar bilimle ilgilendiği, bilim insanlarının tezlerinden ne kadar haberdar olduğu ayrı bir muamma. Öncelikle bu tür tezleri bilim insanları benimsemeliler ki sonrasında gidip politikacılara anlatsınlar ve onlar da gerekli görevleri yerine getirsinler.
Göbekli Tepe'nin geniş bir alana yayılan bir tapınak kompleksi olduğundan bahsediyorsunuz. Bu duruma göre tapınağı inşa edenlerin atalarına dair gelişmiş bir kültür sahibi olduğu gibi tahminler ne üzerine yoğunlaşıyor? Bu alanda genetik araştırmalar var mı?
Göbekli Tepe'nin geniş bir alana yayılan bir tapınak kompleksi olduğundan bahsediyorsunuz. Bu duruma göre tapınağı inşa edenlerin atalarına dair gelişmiş bir kültür sahibi olduğu gibi tahminler ne üzerine yoğunlaşıyor? Bu alanda genetik araştırmalar var mı?
Genetik araştırmalar bildiğim kadarıyla yok. Son dönemde bazı insan kalıntıları keşfedildi. Belki bundan sonraki süreçte bu tür çalışmalar yapılabilir. Genetik araştırmalar Göbeklitepe çevresinde yaşayanların atalarının hangi bölgeden Anadolu'ya göç etmiş olabileceği ile ilgili ciddi veriler sunabilir.
Göbekli Tepe'nin Ön Türk tarihine ilişkin kanıtlardan biri olarak Türk tamgalarını gösteriyorunuz. Göbekli Tepe'de hangi tamgalar Türk kültürüyle ilişkili?
Tamgalar, yazı henüz oluşmadan önce ortaya çıkan ve sonrasında yazıyı oluşturacak olan temel sembollerdir. Her birinin felsefi ve dini anlamı vardır. Örneğin Göbeklitepe'de Türklerin erken kültürüne ait AT, EB, US, OZ gibi tamgaların yanında Kün-Ay, yani Güneş-Ay adlı bir tamga vardır ki, Türkler bunu eski dönemde bayraklarında bile kullanmışlardır. Bu simge Göktürk ve Hun dönemine ait paralarda da görülür. Hakasya'da bir kaya resim alanında da yine Kün-Ay tamgasına rastlanır. Hatta bana göre günümüz Türk bayrağının kökeninde yine bu tamga bulunmaktadır. Güneş-Ay, daha sonradan Ay-yıldız olmuştur. Olasılıkla bu tamga, 21 Mart İlkbahar ekinoksunu, yani doğanın yeniden uyanışını temsil eder. Diğer adını verdiğim tamgalar Orhun alfabesinde de aynen yer almaktadır.
Tamgalar, yazı henüz oluşmadan önce ortaya çıkan ve sonrasında yazıyı oluşturacak olan temel sembollerdir. Her birinin felsefi ve dini anlamı vardır. Örneğin Göbeklitepe'de Türklerin erken kültürüne ait AT, EB, US, OZ gibi tamgaların yanında Kün-Ay, yani Güneş-Ay adlı bir tamga vardır ki, Türkler bunu eski dönemde bayraklarında bile kullanmışlardır. Bu simge Göktürk ve Hun dönemine ait paralarda da görülür. Hakasya'da bir kaya resim alanında da yine Kün-Ay tamgasına rastlanır. Hatta bana göre günümüz Türk bayrağının kökeninde yine bu tamga bulunmaktadır. Güneş-Ay, daha sonradan Ay-yıldız olmuştur. Olasılıkla bu tamga, 21 Mart İlkbahar ekinoksunu, yani doğanın yeniden uyanışını temsil eder. Diğer adını verdiğim tamgalar Orhun alfabesinde de aynen yer almaktadır.
Elbette sadece tamga benzerlikleri yok. Göbeklitepe'deki arkeolojik eserler ve üzerindeki motifler de Türk şamanizmi ile yakından ilişkili bana göre. Özellikle Hakasya eserleri ile Göbeklitepe eserlerinden bazıları neredeyse birebir aynı. Ben Türklere özgü olan ve balbal denilen heykellerin prototiplerinin de Göbeklitepe'de bulunduğunu düşünüyorum. Bu bulgularımı Kazakistan'da bilimsel bir kongrede sundum. Tez kabul edildi ve bildiri kitabında yer aldı. Bunun anlamı Göbeklitepe – Ön Türk veya Neolitik Anadolu – Ön Türk tezi artık TARTIŞILABİLİR durumdadır.
Tamgalar konusunda yapılan açıklamalara ve makalelere baktığımızda kaya üzerine olması sebebiyle karbon testinin doğru sonuç vermediği belirtiliyor. Tarihlendirmelerdeki hataların da yanlış yorumlara imkan tanıyacağı bir gerçek. Araştırmacıların tamga tarihlendirmesi konusunda takip etmesi gereken güvenilir metodoloji nedir?
Tamgalar konusunda yapılan açıklamalara ve makalelere baktığımızda kaya üzerine olması sebebiyle karbon testinin doğru sonuç vermediği belirtiliyor. Tarihlendirmelerdeki hataların da yanlış yorumlara imkan tanıyacağı bir gerçek. Araştırmacıların tamga tarihlendirmesi konusunda takip etmesi gereken güvenilir metodoloji nedir?
Kaya resmi konusunda uzman değilim. Kaya resmi ve tamga tarihlendirmesi o bölgede bulunan kurganlardan çıkan organik materyale ya da boya kullanıldıysa boyanın kimyasal kalıntısına göre yapılıyor. Bir yerde bulunan kaya resminin yaklaşık tarihlendirmesi yapıldığında ise diğerleri bu referansa göre mukayeseli olarak belirleniyor. Elbette hata payı bulunuyor bu tarihlendirmelerde. Bu konuda güvenilir metodoloji mukayese yöntemidir.
Göbekli Tepe'de tanrı tasviri bulunuyor mu? Bulunmasını veya bulunmamasını Ön Türklerle ilişkili olarak tarihsel ve antropolojik olarak nasıl yorumlamalıyız?
Şu kesin Tanrı tasviridir diyebileceğimiz bir motif ya da bulgu yok. Tapınaklarda yer alan sütunların insanı betimlemesi fakat bu eserlerde insan yüzünün tasarlanmamış olması acaba bu sütunlar tanrıları mı temsil ediyor sorusunu gündeme getirmişti. Fakat dediğim gibi sadece bu soruyu sormakla yetinebiliyor bilim insanları. Tanrı tasviri bulunup bulunmaması Türk kültürü ile ilgili doğrudan bir kanıt sağlamaz. Biz burada Türklerin erken kültürüne ait sembollere veya arkeolojik bulgulara odaklanmalıyız.
Türklerin yaptığı tapınaklarla Göbekli Tepe'deki tapınağın benzerlikleri nedir? Bu benzerlikler Ön Türk demeye yeterli midir?
Göbeklitepe, T biçimli dikilitaşlarıyla mimari olarak kendi türünün ilk örneği. Türklerde veya Anadolu'ya yakın başka kültürlerde T biçimli sütunlara sahip tapınaklar pek yok. Veya henüz keşfedilemedi. Türklerde T biçimli mezar taşlarının bulunduğunu buraya not düşmeliyim. Altaylar'da 12 sütundan oluşan bir kamlar tapınağı var. Göbeklitepe'de de buna benzer 12 sütundan oluşan bir tapınak var. Bu yönden belki bir mukayeseye gidebiliriz. Göbeklitepe'deki dikilitaş kültürü ile Türklerin dikilitaş kültürü birbirine çok benziyor. Örneğin bir sütunda üç adet hayvan figürü üst üste işlenmiş bir Göbeklitepe sütununda. Tuva'da ve Moğolistan'da yer alan bazı Türk sütunlarında da aynı üslup var. Hatta işlenen hayvanların bazıları tamamen aynı. Bu benzerlikler Türklerin erken kültürünün Göbeklitepe'de olabileceği yönünde ciddi kanıtlar sunar. Elbette bir kesinlik söz konusu değil. Bilimde kesinlik her zaman geçerli olmaz. Ancak büyük bir olasılık söz konusu diyorum ben. Tezime itirazlar da gelebilir, fakat bugüne kadar henüz ciddi bir itiraz sunulamadı, çünkü tez önemli kanıtlara dayanıyor. Aykırı fakat bilimsel bir tez Göbeklitepe-Ön Türk tezi.
Göbekli Tepe'deki tasvirlerin ve tapınak mimarisinin daha sonraki tapınaklarda da görebileceğimiz etkisi var mı? Tamgalar gibi bir süreklilikten bahsedebilir miyiz?
Tapınakları bütün olarak düşündüğümüzde daha sonraki dönemde buna benzer tapınaklara rastlamıyoruz. Yalnızca form olarak benzeşik tapınaklar var. İngiltere'deki Stonehenge gibi. Fakat Göbeklitepe'ye özel olan merkezi ikiz dikilitaş sistemi ileriki dönemde Antik Mısır'ın ikiz dikilitaş sistemine öncülük yapmış olabilir. Göbeklitepe'deki hayvan figürleri de ileriki dönemde Mısır ve Sümer'de bazı tanrı ve tanrıçalara dönüşmüş olabilir bazı bilim insanlarına göre.
Şu kesin Tanrı tasviridir diyebileceğimiz bir motif ya da bulgu yok. Tapınaklarda yer alan sütunların insanı betimlemesi fakat bu eserlerde insan yüzünün tasarlanmamış olması acaba bu sütunlar tanrıları mı temsil ediyor sorusunu gündeme getirmişti. Fakat dediğim gibi sadece bu soruyu sormakla yetinebiliyor bilim insanları. Tanrı tasviri bulunup bulunmaması Türk kültürü ile ilgili doğrudan bir kanıt sağlamaz. Biz burada Türklerin erken kültürüne ait sembollere veya arkeolojik bulgulara odaklanmalıyız.
Türklerin yaptığı tapınaklarla Göbekli Tepe'deki tapınağın benzerlikleri nedir? Bu benzerlikler Ön Türk demeye yeterli midir?
Göbeklitepe, T biçimli dikilitaşlarıyla mimari olarak kendi türünün ilk örneği. Türklerde veya Anadolu'ya yakın başka kültürlerde T biçimli sütunlara sahip tapınaklar pek yok. Veya henüz keşfedilemedi. Türklerde T biçimli mezar taşlarının bulunduğunu buraya not düşmeliyim. Altaylar'da 12 sütundan oluşan bir kamlar tapınağı var. Göbeklitepe'de de buna benzer 12 sütundan oluşan bir tapınak var. Bu yönden belki bir mukayeseye gidebiliriz. Göbeklitepe'deki dikilitaş kültürü ile Türklerin dikilitaş kültürü birbirine çok benziyor. Örneğin bir sütunda üç adet hayvan figürü üst üste işlenmiş bir Göbeklitepe sütununda. Tuva'da ve Moğolistan'da yer alan bazı Türk sütunlarında da aynı üslup var. Hatta işlenen hayvanların bazıları tamamen aynı. Bu benzerlikler Türklerin erken kültürünün Göbeklitepe'de olabileceği yönünde ciddi kanıtlar sunar. Elbette bir kesinlik söz konusu değil. Bilimde kesinlik her zaman geçerli olmaz. Ancak büyük bir olasılık söz konusu diyorum ben. Tezime itirazlar da gelebilir, fakat bugüne kadar henüz ciddi bir itiraz sunulamadı, çünkü tez önemli kanıtlara dayanıyor. Aykırı fakat bilimsel bir tez Göbeklitepe-Ön Türk tezi.
Göbekli Tepe'deki tasvirlerin ve tapınak mimarisinin daha sonraki tapınaklarda da görebileceğimiz etkisi var mı? Tamgalar gibi bir süreklilikten bahsedebilir miyiz?
Tapınakları bütün olarak düşündüğümüzde daha sonraki dönemde buna benzer tapınaklara rastlamıyoruz. Yalnızca form olarak benzeşik tapınaklar var. İngiltere'deki Stonehenge gibi. Fakat Göbeklitepe'ye özel olan merkezi ikiz dikilitaş sistemi ileriki dönemde Antik Mısır'ın ikiz dikilitaş sistemine öncülük yapmış olabilir. Göbeklitepe'deki hayvan figürleri de ileriki dönemde Mısır ve Sümer'de bazı tanrı ve tanrıçalara dönüşmüş olabilir bazı bilim insanlarına göre.
Kanıtlarınızı sunarken Türklerin 12 hayvanlı takvimi de referans olarak gösteriliyor ve 12 hayvanın içinde Boğa, Pars, Koç, Domuz, Tavşan Ejder, Yılan, Köpek tasvirlerinin Göbekli Tepe'de tasvirlerinde de mevcut olduğunu belirtiyorsunuz. Tersten sorarsak; 12 hayvanın tamamının değil de 4'ünün eksik olması bu tez için bir sorun değil midir?
Elbette. Fakat aradaki binlerce yıllık zaman dilimini düşündüğümüzde neden 12 hayvanlı takvimdeki 4 hayvan Göbeklitepe'de yok değil de, neden 8 hayvan Göbeklitepe'de var sorusu daha çarpıcı bana göre. Olmayandan değil olandan yola çıkar bilim.
Göbekli Tepe T biçiminde sütunların olması konusunda, Atatürk'ün de kitaplarını çevirttiği James Churchward'ın Mu tezi üzerine açıkladığı beyanlarını da örnek gösteriyorsunuz. Churchward'ın açıklamaları arkeoloji metodolojisi açısından baktığımızda ciddiye alınacak bir isim midir?
Bence incelenmesi gerekir. Sonuçta Churchward'ın araştırmaları bir VERİ'dir. Ben her türlü bulguya bakıyorum, her veriyi ciddiye alıyorum. Mu kıtasının olduğuna inanan biri değilim ve fakat T sembolü Churchward'ın kitabında varsa bunu en azından incelemek zorundayım. T sembolü örneğin Mayalar'da da var. Mayaların yaşam ağacı T şeklindedir. Nerede bir T varsa bakmak durumundayım. Görmezden gelerek bilim olmaz. Arkeoloji bağlamında Churchward'ın tezi ciddiye alınır mı bunu arkeologlara sormak gerekir.
Konuya vakıf olanların çok iyi bildiği ve sıkça referans gösterdiği Ön Türk araştırmacısı Kazım Mirşan ve Haluk Tarcan'ın çalışmaları ve okumalarına siz de referans veriyorsunuz? Yurtdışında ve Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı dahi kendilerinin araştırmalarının dikkate alınmadığı da hep bir şikayet konusu olarak karşımıza çıkıyor. Sizce dikkate alınmamalarının sebebi nedir? Ne eksik?
Eksik olan bilim kültürü. Türkiye'de bilim kültürü yok. Üstelik ta tanzimat döneminden gelen bir eziklik söz konusu bizde. Türklerle ilgili bir tez öne atıldığında anında aşırı tepki veriyoruz, bu doğru değil. Tezi öne atan kişinin kim olduğu önemli değil, tezin kendisi önemli. Bunu henüz kavrayamadık.
Kazım Mirşan ve Haluk Tarcan'ın dikkate alınmaması onların tezlerinin eksikliğinden veya yanlışlığından değil tezlerinde anlatılanların bilinenlere aykırı olmasından dolayıdır. Fakat ne kadar aykırı da olsa veri veridir, tez de tezdir. Üzerinde konuşulur, doğru veya yanlış bir hükme varılır. Fakat önce tartışılır, direkt ciddiye alınmamazlık yapılmaz. Görmezden gelmek bilimsel bir yöntem değildir. Bizdeki eksiklik maalesef bu.
Göbekli Tepe'nin kazı sorumlusunun FETÖ/PDY kapsamında gözaltına alındığı ve kazıların geciktirildiği yönündeki haberleri okuyorsunuzdur. Bir yandan da Göbekli Tepe'yi ilk ortaya çıkarak arkeolog Klaus Schmidt'in 20 tapınaktan sadece 6'sının gün yüzüne çıkarıldığı ve kalan tapınakları ortaya çıkarmak için 50 yıllık bir süreye ihtiyaç olduğuna dair görüşü paylaşıyorsunuz. Bu durumla da bağlantılı olarak Göbekli Tepe'nin Ön Türk kültürüne ait göstermeme çabaları gibi uluslararası komplo teorilerini ciddiye almalı mıyız?
Göbeklitepe'nin Ön Türk kültürü ile ilgisi hiç bilinmiyor ki komplo olsun. Henüz Türkiye'de bile ciddiye alınan bir tez değil. Ciddiye alıp, inceleyip geri dönüş yapan bilim insanı sayısı az. Yine de olumlu yanıtlar alıyorum. Azerbaycan, Yakutistan ve Kazakistan'dan gelen olumlu eleştiriler çok daha fazla. Çalışmalarım bu ülkelerde de okunuyor.
Göbeklitepe ile ilgili bir takım tarikatsal girişimlerin nedeni buranın bilinen tarihi aksi yönde değiştirme potansiyeline sahip olması. Hatta çoğu dinin dayanak noktasını da. Belli ki bazı oluşumların işine gelmiyor bu kazılar ve ortaya çıkan bilgiler.
Göbeklitepe ile ilgili bir takım tarikatsal girişimlerin nedeni buranın bilinen tarihi aksi yönde değiştirme potansiyeline sahip olması. Hatta çoğu dinin dayanak noktasını da. Belli ki bazı oluşumların işine gelmiyor bu kazılar ve ortaya çıkan bilgiler.
Henüz gün yüzüne çıkmamış tapınaklarda bulmayı beklediğiniz, mevcut olanları tamamlayacağını düşündüğünüz bir kanıt var mı?
Aslında sizlere Türklere özgü tamgaların bir listesini verebilirim. Eminim ki diğer tapınaklarda da bu tamgalardan bazıları keşfedilecektir. Ben özellikle OZ tamgasının keşfedileceğini düşünüyorum. Çünkü bu tamga 9 bin yıllık Çatalhöyük'de de aynen bulunuyor. Bunun yanında bir çember içinde artı sembolü olarak ifade edilen Tengri simgesinin de burada keşfedileceğini hissediyorum. Buna benzer bir figür 7 bin yıllık Hacılar Höyük'te de var. Bu tahminlerimi buraya not düşerek bitirelim. Kazılar devam ettikçe nelerin keşfedileceğini hep birlikte göreceğiz.
Son güncelleme: 18:39 - 29.09.2017
Kaynak Alıntı: https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/gobekli-tepe-ve-on-turkler-kitabi-yazari-etli-1071-yili-turklerin-anadoluya-son-gelis-tarihi/
Kaynak Alıntı: https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/gobekli-tepe-ve-on-turkler-kitabi-yazari-etli-1071-yili-turklerin-anadoluya-son-gelis-tarihi/
📺 🎞 Nasıl Yani- 6 Haziran 2018- Sinan Meydan Gülgûn Feyman Budak'ın konuğu
Türk Siyasi Tarihi ve 24 Haziran Seçimleri, Milli medyanın önemi...
Nasıl Yani- 6 Haziran 2018-Gülgûn Feyman Budak- Sinan Meydan- Ulusal Kanal
Nasıl Yani- 6 Haziran 2018-Gülgûn Feyman Budak- Sinan Meydan- Ulusal Kanal
📺 🎞 Kırklareli'nde Koyunculuk - Hayvancılık Günü - 14 Haziran 2018
Hayvancılık Günü - 14 Haziran 2018-Ulusal Kanal
Ali Rıza Yavuz, Çiftçi ve Çoban:
- ''Çobanlık, meslek ve sanattır.''
- ''Hayvancılık istikrar ister.''
- ''Damızlık desteklemesi şart.''
- ''Örgütlerin temsil kabiliyeti zayıf.''
- Kırklareli- Koyunbaba'da koyunculuk
🇹🇷 Ankara'daki Atatürk ve Şehitler Anıtı onarıldı
Ankara'daki Atatürk ve Şehitler Anıtı onarıldı
Ankara'da tahrip edilen Atatürk ve Şehitler Anıtına ilişkin Nisan ayında ekranınıza bir haberi getirmiştik. Ulusal Kanal'ın haberinin ardından Atatürk Anıtı onarıldı. İşte anıtın son hali…
Ulusal Kanal gündeme getirdi. Bakımsız bırakılan Atatürk ve Şehitler Anıtının onarımı yapıldı.
Cebeci Askeri Şehitliği’nin yanında bulunan Atatürk ve Şehitler Anıtındayız. Buranın bakımsız kaldığı yetmedi aynı zamanda duvarlar sprey boyalarla tahrip edildi.
Bakımsız bırakılan Atatürk ve Şehitler Anıtını böyle getirmiştik ekranlarınıza. Ulusal Kanal olarak Nisan ayında yaptığımız haberin ardından anıt onarıldı ve bakımı yapıldı.
Nisan ayındaki haberin ardından Ulusal Kanal muhabirleri, anıtı izlemeye almıştı. Bu süreç içinde de Vatan Partisi anıtın bakımsız kalmasına tepki göstermişti.
Yetkililer harekete geçti, Mamak Belediyesi'ne ait bir yerleşkede bulunan anıttaki tahribat görüntülerinin izleri silindi.
Anıtta tahrip edilen bölümlerden biriside Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinin yer aldığı bu kısım oldu. Yapılan bakım sonrası daha temiz bir görüntüye kavuştu.
Vicdanları sızlatan bu görüntülerin izleri silindi. Şehitlerin isimlerinin yazılı olduğu panolar yenilendi.
HABER: HASRET KAYA
KAMERA: UĞUR MARANGOZ
ulusal.com.tr
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bu yazımızda Milli Edebiyat Dönemi'nin en önemli şairlerinden biri olan Mehmet Emin Yurdakul'un "Cenge Giderken" şii...
-
Ülkemiz yer şekilleri bakımından oldukça farklı özelliklere sahiptir. Yer şekillerindeki farklılık iklimlerin bölgelere göre değişiklik...
-
* Kün-Ay tamgası ile Türklerle ilgili Göbeklitepe'de T şeklindeki dikilitaşlarda görünen Kün-Ay tamgası, Türk kavimlerinin bayrakla...