Yıldırım Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yıldırım Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20200818

📰✍️ Bir zamanlar Sümerbank vardı - Yıldırım Koç

Bir zamanlar Sümerbank vardı

Karaman’da gıda sektöründe ve özellikle bisküvi üretiminde çok sayıda fabrika var. Ancak bu işyerlerinde çalışan işçilerin çok büyük bölümü sendikasız. Sendikal örgütlenme girişimleri, işverenlerin çok büyük direnişiyle karşılaşıyor. 

Sendikalaşmaya öncülük eden işçiler işten çıkarılıyor. Bu işçiler, işverenlerin kara listesine alınıyor ve Karaman’da başka işyerlerinde işe girmeleri engelleniyor. Bu nedenle de ücretler düşük, çalışma koşulları kötü. İşyerlerinde yoğun bir işveren baskısı yaşanıyor.

Karaman’da geçmişte bir Sümerbank fabrikası vardı. Sümerbank Karaman Pamuklu Sanayii Müessesesi 1955 yılında kuruldu. 1985 yılında işletmede 1108 işçi ve 56 memur çalışıyordu. Fabrika 8.2.1996 tarihinde özelleştirildi ve kapatıldı.

Karaman’a gittiğimde oradaki arkadaşlar anlattı. Eskiden aileler, evlenme çağına gelen kızlarını, rahat bir hayat sürsünler diye, Sümerbank işçisine vermeye çalışırmış. Sümerbank işçilerinin çalışma ve yaşama koşulları, imrenilecek düzeydeymiş. Şimdi, haylazlık eden kızlara anneleri “seni bisküvide çalışan birine vereyim de, gör gününü” diyormuş.

SÜMERBANK’IN KATKILARI

Türkiye’nin “sanayi mektebi” Sümerbank, Türkiye ekonomisinin geliştirilmesine, halkın refahının yükseltilmesine, Türkiye’nin siyasal bağımsızlığının ekonomik altyapısının oluşturulmasına, halk ile devlet arasındaki bağların güçlendirilmesine ve farklı etnik kökenlerden ve inançlardan insanların ulus ve sınıf bilinçlerinin geliştirilmesine çok önemli katkılarda bulundu. Sümerbank’ın işletmeleri, bulundukları bölgelerde sosyal devletin çekirdekleriydi. Bu nedenle de, emperyalizmin saldırısının ilk hedeflerinden biri, Sümerbank oldu.

1925 yılında 633 sayılı Yasayla Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. Devletin elindeki sanayi kuruluşları bu bankaya devredildi. Sanayi ve Maadin Bankası 1932 yılında Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi Kredi Bankası olarak ikiye ayrıldı. Bu iki kuruluş, 3.6.1933 gün ve 2262 sayılı Yasa ile birleştirilerek Sümerbank kuruldu. Sümerbank (Sümer Holding) ve bütün fabrikaları 30.10.1987 tarihinde özelleştirme kapsamına alındı ve bir süreç içinde tahrip edildi.

Sümerbank, ülkemizde demir-çelik tesisleri, çimento fabrikaları, kağıt ve selüloz tesisleri kurdu ve bunların daha sonra kendi bünyesinden ayrılarak ayrı birer kuruluş olmasını sağladı. 

BAĞIMSIZ SANAYİLEŞME

1929 dünya ekonomik buhranı, kapitalizmin eksik tüketim eğiliminden kaynaklanmıştı. Diğer bir deyişle, kapitalizmde tüketicilerin tüketme gücü, üretici güçlerin gelişimiyle ortaya çıkan malları tüketmeye yeterli değildi; stoklar birikiyordu. Bu koşullarda, emperyalist ülkelerin yayılma ve sömürgelerde, yarı-sömürgelerde ve diğer azgelişmiş ülkelerde sanayileşmeyi engelleme çabaları önemliydi. Sümerbank, bu koşullarda, Birinci Sanayi Planı çerçevesinde, devletçilik anlayışıyla bir sanayileşme sağladı.

Sümerbank’ın gerçekleştirdiği sanayileşme, emperyalist ülkelerin uluslararası işbölümü çerçevesinde Türkiye için uygun gördükleri alanlarda değil, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığı açısından gerekli görülen alanlardaydı.

Sümerbank, bu anlayış çerçevesinde, vasıflı insangücü yetiştirilmesi amacıyla, hem işletmelerinde sürekli eğitim uyguladı, hem de yurtdışına eğitim için öğrenciler gönderdi. Türkiye’nin bağımsızlığı için yapılan millileştirme ve devletleştirmelerde de Sümerbank önemli görevler üstlendi. 

Sümerbank, Anadolu’nun değişik bölgelerinde, başka hiçbir sanayi tesisinin olmadığı yerlerde fabrikalar kurdu; istihdam olanağı sağladı. Bölgenin zenginleri ellerindeki parayı ticarette kullanırken veya büyük kentlere aktarırken, devlet, Sümerbank eliyle yatırım yaptı. Birçok bölgede ilk önemli fabrika, Sümerbank’ın işletmesiydi. 

Devlet, “kerim devlet,” “baba devlet” veya “sosyal devlet” rolünü, bu fabrikalarla yerine getirdi. Bu fabrikalar, Anadolu’nun birçok bölgesinde işçi sınıfının çekirdeklerini oluşturdu. İşçiler, çok sayıda işçinin bir arada çalıştığı büyük işletmelerde sınıf kimliğini kazandı.

Sümerbank’ı özelleştirenler ve yok edenler, Türkiye’ye, Atatürk’e, halkımıza ve işçi sınıfımıza büyük bir darbe indirdi.

Sümerbank'ın işçi haklarına katkısı
Yıldırım Koç

15 Ağustos 00:56

Kemalist Devrim’in ekonomik kalkınma stratejisi, işçilerin ezilmesine değil, işçilere günün koşullarında insanca yaşama ve çalışma koşullarının sağlanmasına dayanıyordu. Böyle bir anlayışla hareket edildiği içindir ki, Osmanlı’dan son derece zayıf bir sanayi yapısı devralan ülke, kısa süre içinde halkın ihtiyaç duyduğu temel tüketim mallarını üretebilir duruma gelebildi. İşçilere bu hakların tanınabilmesi için eylem yapılmasına da gerek kalmadı.

Bu uygulamaların en güzel örneklerini Sümerbank işyerlerinde görmek mümkündür.

SÜMERBANK İŞLETMELERİNDE KOŞULLAR

1940'lı yıllarda "Başta devlete ait müesseseler olmak üzere, kanuni bir mecburiyet bulunmaksızın bazı büyük işyerleri, işçilere parasız bir, hatta iki öğün yemek, iç çamaşırı, pijama, elbise, ayakkabı vermekte, Sümerbank müesseseleri ise, aynen işçilere ücretli yıllık izin vermektedir." (Çalışma Bakanlığı, Çalışma Dergisi, Sayı 17, Nisan 1947, s.67)

Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası'nın 10. kuruluş yıldönümü vesilesiyle yayınlanan bir yazıda, 1940'lı yılların ortalarındaki durum şöyle anlatılıyordu:

"Gerçekten işçi ve memur, bütün çalışanların sağlık ihtiyaçlarının karşılanması için kurulmuş bulunan hastahane, kreş ve bakım odaları ve buralarda kullanılan çeşitli malzeme ve araçlar ileri bir tekniği temsil etmekte idi. İşçilerin ihtiyaçlarının işletme tarafından parasız olarak temin edilmesi için tertiplenen teşkilat ve tesisler temiz, bakımlı ve memnun edici bir yeterlikte idi. Diğer taraftan işçilerin okuma yazma öğrenmelerinden başlayıp bilgili işçi olarak yetişmelerini mümkün kılan işçi kursları ve çırak okulu bu alanda yapılanların güzel bir örneğini teşkil ediyordu.

"Bu faaliyetlerin yanında çocuk, kadın işçilerin korunması için alınan tedbirler, memur ve işçi çocuklarının sağlam ve bilgili yetişmesine yarayacak mektepler, besleme sistemleri, bakım evleri ayrı ayrı üzerinde durulacak içtimai önemi olan işlerdi. Bunların yanında Adalet Bakanlığı ile yapılan bir anlaşma ile iş esasına göre kurulmuş olan kadın mahkûmların fabrikada çalıştırılmasına dayanan cezaevi gerek ceza sistemimiz gerek iş hayatımız için başlı başına içtimai ve hukuki bir varlıktır. (...) 1 Haziran Cumartesi akşamı fabrika işçi ve memurları tarafından tiyatro oynandı. (...) Pazar gecesi Fabrikanın kuruluşundan beri mevcut olan geniş yüzme havuzu etrafında bir toplantı tertiplendi." (Çalışma Bakanlığı, Çalışma Dergisi, Sayı 7, Haziran 1946, s. 57)

KIDEM TAZMİNATI ÖNCE SÜMERBANK’TA UYGULANDI

Sümerbank işyerlerinde 1933 sonrasında uygulanan Sümerbank Fabrikaları Müstahdemin Usta ve İşçilere Ait Hastalık ve Vefat Yardımı Talimatnamesine göre, işçinin hizmet akdinin belirli koşullarda işçi veya işveren tarafından feshedilmesi veya işçinin emekliye ayrılması durumunda, ilk sene için 30 ve daha sonraki her bir yıl için 10 yevmiye tutarında “terki hizmet tazminatı” ödenmesi öngörülüyordu. Diğer bir deyişle, işyerinde kıdem tazminatı uygulanıyordu.

İŞÇİ VE MEMUR LOJMANLARI

Sümerbank işçilerine sağlanan barındırma hizmeti de, günün koşullarında, son derece önemliydi. A.A.Özeken bu konuda şu bilgileri vermektedir:

"Sümer Bank camiasına dahil ve sayısı yuvarlak rakamla 30 bine varan işçi ve memurun yüzde 20'si işletmelerce barındırılmış bulunmakta idi.

"Bunların yüzde 10'u bekar olarak işçi koğuşlarında -amele pavyonlarında- ve ancak yüzde 7'si ailelerile beraber, fabrikalar civarında inşa edilmiş memur ve amele evlerinde yerleştirilmiş bulunmakta idi. (...)

"Sümer Bankça, barındırma politikası hizmetinde, kuruluştan 1945 sonuna kadar, 30 milyon lira sarfedilmiş bulunuyordu. Bu suretle 1123 münferit işçi ve memur evi, 118 apartman, 29 bekar amele paviyonu, 249 baraka inşa edilmiş, ayrıca, bankanın kira ile tuttuğu 200 evde de, fabrika memur ve işçilerinin barındırıldığı tespit edilmiştir. Evli işçilerin, ailelerile birlikte barındırılma nispeti: Gemlik Suni İpek Fabrikasında: % 44; Konya Ereğlisi Bez Fabrikas ile Kayseri Mensucat Kombinasında: % 35'er; Hereke'de % 20 (1950'de % 40); Nazilli'de % 16; Karabük'te % 40'tı." (Özeken, A.A., "Türkiye Sanayiinde İşçiyi Barındırma Problemi," İçtimai Siyaset Konferansları, Kitap 3, İstanbul, 1950, S.121)

Sümerbank işyerlerinde işçilere sağlanan bu haklar, özel sektör işçileri açısından da bir örnek oluşturuyordu. Ayrıca, Sümerbank gibi kamu işletmelerinde, yürürlükteki kanun, tüzük ve yönetmelikler tam olarak uygulanıyordu. 1946 yılından itibaren de sendikalaşmanın başını kamu işçileri çekti.

Atatürk’ün işçi haklarına saygı temelindeki kalkınma modeli, günümüz açısından da yol göstericidir.

20200424

📚📖 'Kemalist Devrim'in Niteliği' - Yıldırım Koç

 
  • Kemalistler sosyalizme nasıl baktı?
  • Toprak ağalarıyla yeterince mücadele edildi mi?
  • Kemalist Devrim'in işçi sınıfına ilişkin tavrı nasıldı?
  • Dönemin komünistleri Kemalist Devrim'i nasıl değerlendirdi?

Kemalist Devrim'in sınıfsal karakterini inceleyen Yıldırım Koç, sol literatürdeki "burjuva devrim" yaklaşımını TKP ve Komintern belgelerine dayanarak tartışıyor, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki demokratik devrim ve milliyetçilik ilişkisini ortaya koyarak bir senteze ulaşıyor. Mustafa Suphi'nin katledilmesini de ayrıntılı biçimde değerlendiren Koç, bu olaydan Mustafa Kemal'i sorumlu tutan yaklaşımları değişik kaynak ve belgelere dayanarak çürütüyor.
"Türkiye demokratik devrimi, kapitalizmin gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak isteyen bir burjuvazinin önderliğinde ve programıyla değil, emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı can, namus (değerler) ve mal kaygısıyla, bağımsız yaşayabilme güdüsüyle hareket eden insanlann (sivil-asker aydınların, memurlann ve küçük burjuvazinin) önderliği ve programıyla gelişti. Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanması sonrasında da bağımsız bir devletin korunması ve geliştirilmesi için milliyetçi bir çizgi izlendi. Bu nedenle Türkiye'deki sürece 'milli demokratik devrim' diyoruz.''

Alıntı/Kaynak: https://www.kaynakyayinlari.com/kemalist-devrimin-niteligi-p364568.html 

20200126

✍️ Gençler ve yurt dışı sevdası - Yıldırım Koç

Gençler ve yurt dışı sevdası
Yıldırım Koç
Aydınlık Gazetesi, 25.1.2020

Geçenlerde bir grup gençle birlikte yurtdışına kapağı atma sevdasını konuştuk. Daha sonra da yolda rastladığım eski bir tanıdığım, Hollanda’ya gideceğini söyledi. “Ne yapacaksın orada; böyle canlı bir ülke bırakılıp gidilir mi?” dedim. Nişanlısı orada doktora yapıyormuş. “Bir süre bakacağım, deneyeceğim” dedi. Onun için üzüldüm.

Yurt dışı heveslisi ve hatta sevdalısı gençlerle konuşurken bazı noktalara dikkatlerini çekiyorum.

KOLLARINI AÇMIŞ SİZİ BEKLEYEN İYİ KALPLİ İŞVERENLER YOK

Türkiye’de beklediğini bulamayan bazı üniversite mezunu gençler, Almanya, İngiltere, Hollanda, Kanada, ABD gibi ülkelerdeki işverenlerin kollarını açarak onları beklediğini sanıyor. Sanıyor ki, bu işverenler, “Ne iyi ettiniz de geldiniz, biz de Türkiye’den sizin gibi gençleri bekliyorduk” diyecekler.

Yok böyle bir dünya.

Siz bugün Türkiye’deki Suriyeli bir mühendise ve iktisatçıya nasıl bakıyorsanız, kapağı atmaya çalıştığınız ülkenin insanları da size öyle bakacak. “Bunlar,” diyecekler, “Kendi ülkelerinde iş bulamayacak kadar beceriksizler; bir de burada cenneti yaşayacaklarını zannediyorlar.”

Size 2018 yılında bazı AB ülkelerindeki 15-24 yaş grubu işsizlik oranlarını vereyim (EC, Employment and Social Developments in Europe-2019 Annual Report):

  • İtalya: yüzde 19.2
  • Yunanistan: yüzde 14.1
  • İspanya: yüzde 12.4
  • Fransa: yüzde 10.6
  • İngiltere: yüzde 10.4
  • Güney Kıbrıs: yüzde 13.2
  • Almanya: yüzde 5.9
  • Avrupa Birliği Ortalaması: yüzde 10.4

YABANCI DÜŞMANLIĞI GİDEREK GÜÇLENİYOR

Ekonomik kriz Avrupa Birliği ülkelerinde de devam ediyor. Ekonomik kriz derinleştikçe, elindeki iş olanaklarını yabancılara kaptırmak istemeyenler arasında yabancı düşmanlığı hızla yayılıyor. Ayrıca zaten bu eski sömürgeci ülkelerde yabancıları aşağılama son derece yaygındır. Bazı ülkelerde bu yabancı düşmanlığı çok açıktır; bazılarında daha rafinedir. Özellikle Türklere karşı tavır, açık veya gizli, genellikle olumsuzdur. Türk insanı 13. yüzyıldaki Moğol istilası dışında işgal yaşamadı. 1919-1922 dönemindeki işgal girişimi de zaferimizle sonuçlandı. Bu nedenle genlerimize işlemiş bir bağımsızlık ruhu var. Çok şükür ki bu özelliğimizi yitirmedik. Geçmişte başka ülkelerin hakimiyetleri altında yaşamış Macarları, Bulgarları, vb. yakından tanımışsanız, bu konuda bizlerden ne kadar farklı olduklarını görebilirsiniz. Emperyalist güçler de bunun farkındadır ve bu nedenle, Türklere karşı dostça tavır alanı fazla değildir. Türkiye’den “kapağı atacağınız” bir başka ülkede, böylesine gizli veya açık düşmanca bir ortamla karşılaşacaksınız.

ÜNİVERSİTE DİPLOMASI İŞE YARAR MI

Türkiye’de 200’den fazla üniversite var. Bunların ancak çok küçük bir bölümü uluslararası alanda itibarlı eğitim/öğretim kurumları kabul ediliyor. Bugün birçok üniversiteden mezun olup Türkiye’de iş bulamayan bir kişinin gidip diplomasının sıradan bir kağıt sayılacağı bir ülkede uygun bir iş bulabileceğini sanması hayaldir.

SÖMÜRÜCÜLERE HİZMET

Bugün emperyalist ülkelere “kapak atarak” kendini kurtarmaya çalışanlar, emperyalist ülkelerin başka ülkeleri sömürerek elde ettikleri kaynaklardan pay almayı içlerine sindirebilenlerdir. Dünya bugün ezen uluslar ve ezilen uluslar arasındaki bir mücadelenin içindedir. Geçmişin ezilen ulusları emperyalizme karşı baş kaldırmakta ve emperyalizmi geriletmektedir. Birazcık vicdanı olan bir kişi, sömürücülerin yanında mı yer almalıdır, sömürülenlerin sömürüye karşı mücadelesinde mi?

TÜRKİYE’Yİ DÜZELTMEK VE GELİŞTİRMEK ÇOK DAHA KOLAY

Türkiye müthiş bir ülke; milletimiz müthiş bir halk. Eksiklikleri var. Sahtekarımız çok. Hain kotamız da yüksek. Ancak iyi insanlarımız çok daha fazla. Olağanüstü yetenekli ve yaratıcı insanlarız. Çok da renkliyiz. Binlerce yıllık kültürlerin senteziyiz. Böyle bir ülke bırakılıp gidilir mi? Emperyalist ülkelerde insanlar bencil, bireyci ve yalnız. Tüm dünyaları daha fazla tüketmek üzerine kurulu. Dostluk, arkadaşlık, yoldaşlık, komşuluk yok. O zaman hoşgörü de olmuyor. Renksiz, monoton yaşamlar ve verilen talimatları uygulayan robotlar ortaya çıkıyor.

Türkiye’de tabii ki birçok sorunumuz var. Ancak bu sorunları çözmeye çalışmak, yabancı bir ülkede aşağılanmak ve ezilmekten çok daha mantıklı.

Ne yapacaksınız başka ülkelerde! Bu güzelim ülke ve halk, bırakılıp gidilir mi hiç!

Alıntı/ Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/gencler-ve-yurt-disi-sevdasi-yildirim-koc-kose-yazilari-ocak-2020

20191224

✍️ 🇹🇷 Kemalist Devrim ve Devletçilik - Yıldırım Koç



Kemalist Devrim ve Devletçilik
Yıldırım Koç
Kemalist Devrim’in niteliği tartışılırken gündeme getirilen ve katılmadığım bir iddia, Türkiye’de devletçiliğin 1930’lu yıllarda başladığı ve amacının Türkiye’de milli burjuvaziyi geliştirmek olduğudur. Böyle bir iddia, Kemalizm’in bir "burjuva ideolojisi" olduğu tezine dayanak oluşturmaktadır.

DEVLETÇİLİĞE İLİŞKİN YANLIŞ GÖRÜŞ

Türkiye’de devletçiliği 1930’lardan başlatan en önemli araştırmacı, sayın Korkut Boratav’dır. Korkut Boratav, 1974 yılında yayımlanan Türkiye’de Devletçilik kitabında şöyle yazıyordu: "Devletçilik uygulamaları belirgin biçimde 1932 yılı ile başlar. 1929-1931 yıllarında bu yeni yolun habercisi sayılabilecek bazı işaretler yok değildir." (Boratav, Korkut, Türkiye’de Devletçilik, Gerçek Yay., İstanbul, 1974, s.11)

Korkut Boratav’ın Türkiye İktisat Tarihi (1908-2005) isimli kitabında da 1930-1939 dönemi "korumacılık ve devletçilik" olarak nitelendiriliyor. (Boratav, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi (1908-2005), 11. Baskı, İmge Yay., 2003, s.59)

Mustafa Kemal Paşa, İttihatçılar gibi, Almanya kökenli "devlet sosyalizmi" kavramını kullanıyordu. Daha 1919 yılında Havza’da bir Sovyet Rusya delegasyonuyla yaptığı görüşmede, savundukları görüşün devlet sosyalizmi olduğunu belirtmişti. Nitekim, daha sonra Hakimiyeti Milliye Gazetesi’nde de bu konuda çeşitli yazılar yayımlandı. Devlet sosyalizmi ile kastedilen, 1923’ten itibaren uygulanan devletçi ağırlıklı karma ekonomidir. (Yıldırım Koç, Kemalist Devrim, CHP ve İşçi Sınıfı, Kaynak Yay., İst., 2013, s.174-180)

Diğer bir deyişle, Kemalist Devrim’de devletçilik unsurunun kabulü ve uygulanması 1930’lu yıllarda başlamadı. Bu anlayış, Mustafa Kemal Paşa’nın düşünce sistemi içinde başından itibaren vardı ve 1923 yılından itibaren uygulamaya konuldu. 1930’lu yıllarda bu anlayış ve uygulama daha da pekiştirildi.

DEVLETÇİLİK SAĞLIK, EĞİTİM, ULAŞTIRMA 
VE TİCARETTE DE UYGULANDI

Bu konudaki hatanın ilk nedeni, devletçiliği yalnızca devletin sanayi kuruluşlarına sahip olması olarak anlamaktır. Halbuki devletçilik, devletin ekonomiye yönlendirici ve düzenleyici olarak çeşitli biçimlerde karışmasıdır. Örneğin, sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri, belirli ürünlerin ithalat ve iç piyasada satışının devlet tarafından düzenlenmesi bu kapsamdadır. Devletçilik doğru kavrandığında, bu anlayışın, Cumhuriyet’in başından itibaren hakim olduğu görülecektir.


Devlet, sağlık sorunlarını devletçilikle ve merkezi devlet örgütü eliyle çözme girişimini 1925 yılında başlattı. Sıtma, verem, trahom, frengi ve kuduz gibi önemli hastalıklarla mücadeleye girişildi. Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssıhha Okulu kuruldu. Devlet, çok sınırlı maddi olanaklara rağmen, temel sağlık sorunlarının çözümü için çok büyük çaba gösterdi ve önemli başarılar elde etti.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ülkede üç tür okul vardı: (1) Medreseler, (2) mektepler, (3) azınlık okulları ve yabancı okullar. 3 Mart 1924 günü kabul edilen 430 sayılı Öğretimin Birleştirilmesi Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ile tüm eğitim-öğretim kurumları Maarif Bakanlığı’na bağlandı. Şeriye-Evkaf Bakanlığı veya özel vakıflar tarafından yönetilen bütün medreseler ve okulların yönetimi Maarif Bakanlığı’na devredildi. Eğitim bir bütün olarak devletleştirildi.

PTT İdaresi, Cumhuriyet döneminde önemli görevler üstlendi. 4 Şubat 1924 tarihinde kabul edilen ve 21 Şubat 1924 günü yürürlüğe giren 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanunu ile, Türkiye’de haberleşme şebekesini işletme tekeli PTT Genel Müdürlüğü’ne verildi. Haberleşme PTT’nin tekelindeydi.

İlk olarak 1923 yılında kabul edilen bir yasayla, Türkiye’de bundan sonra inşa edilecek demiryollarının devlet tarafından inşa ve işletilmesi kararlaştırıldı. Yabancıların elindeki demiryolu hatları da millileştirildi ve devletleştirildi.

FABRİKALAR

1925 yılında Kayseri Tayyare Fabrikası, 1926 yılında ise Eskişehir Teyyare Fabrikası kuruldu. 1926 yılında Kayaş Kapsül ve İmla Fabrikası, 1928 yılında Elmadağ Barut Fabrikası kuruldu. 25 Ocak 1926 gün ve 724 sayılı Yasayla şeker ithalatı tamamıyla Devletin tekeline alındı. 1925 yılında 633 sayılı Yasayla, Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. Devletin elindeki sanayi kuruluşları bu bankaya devredildi. Yabancılara ait Reji Şirketi, Osmanlı İmparatorluğu’nda tütün üretimini denetliyor ve tütün mamullerini üretiyordu. 1925 yılında Hükümetle Reji Şirketi arasında yapılan bir anlaşma ile bu iş devletleştirildi. 26.2.1925 gün ve 588 sayılı Yasa, "istihlaki dahiliyeye mahsus tütün mubayaası, işletilmesi ve tütün ve sigara imali ve satılmasile tütüne müteallik sair umur (...) doğrudan doğruya Hükümetçe ifa edilir" düzenlemesini getirdi.

Atatürk açısından devletçilik, ekonomik bağımsızlığın temeli olmanın yanı sıra, Osmanlı’dan devralınan halkı, milletleştirmenin de bir aracıydı. Cumhuriyet devletçilikle gelişti.

JAPONYA’DA MİLLİ BURJUVAZİ YARATILMIŞTI

Türkiye’de devletçilik, örneğin Japonya’da Meiji Restorasyonu sürecindekinden farklı çizgide gelişti. Japonya’da kurulan devlet işletmeleri, ayakta durabilmeye başladığında özel sektöre aktarılıyordu. 1890’lı yıllarda Matsukata’nın maliye bakanı olduğu dönemde, birçok kamu işletmesi özel sektöre devredildi.( Meyer, Milton, Japan, A Concise History, 4th ed., Rowman and Liddlefield Pub., Maryland, 2009, s.156) Türkiye’de ise birçok yabancı ve hatta bazı yerli şirketler devletleştirildi ve devlet işletmesi olarak devam etti. (Türkiye’de Atatürk dönemindeki millileştirme ve devletleştirmelere ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Koç, Y., Atatürk’ün Millileştirmeleri ve Devletleştirmeleri, Günümüzün Özelleştirmeleri, Türk-İş Eğitim Yay.No.55, Ankara, 2000. Bu kitapçık Teori Dergisi’nin Mart 2001 sayısında da aynen yayımlandı (s.36-64).) 1946’ya kadar bu işletmelerin öncelikli görevi, ülke ekonomisine ve Türkiye’nin bağımsızlığına katkıda bulunmaktı; özel teşebbüse (burjuvaziye) hizmet değil.

Alıntı/Kaynak: Aydınlık Gazetesi

20191216

✍️🇹🇷 Türkiye’de Atatürk döneminde bir milli burjuvazi var mıydı? - Yıldırım Koç


Türkiye’de Atatürk döneminde bir milli burjuvazi var mıydı?
Yıldırım Koç
Aydınlık Gazetesi, 14.12.2019

Kemalist hareketi “burjuva” olarak niteleyen, Kurtuluş Savaşı’na “milli burjuvazi”nin önderlik ettiğini söyleyen ve 1946 yılına kadar Türkiye’de burjuvazinin çıkarlarını savunan “burjuva iktidarlar”ın olduğunu ileri sürenler, Türkiye’de kapitalizmin gelişme özelliklerini ve sermayedar sınıfın niteliğini gözardı etmektedir.

SERMAYEDARLAR İŞBİRLİKÇİ RUM, ERMENİ VE YAHUDİ İDİ

Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar sermayedar sınıfın çok büyük bölümünü, çıkarlarını emperyalist güçler ve uluslararası sermaye ile bütünleştirmiş Ermeni, Rum ve Yahudi sermayedarlar oluşturuyordu. Bu kesimler yerliydi, ancak milli değildi. Bu kesimler, Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci güçlerle işbirliği yapmış olmanın korkusunu da yaşıyordu.

Azınlıklar dışındaki sermayedarların büyükleri de milli çıkarlar doğrultusunda üretken alanlara yatırım yapan milli burjuvazi değildi; yabancı şirketlerin mallarını pazarlayan acentalardı.

Küçük sermaye sahiplerinin büyük bölümü ise esnaf ve sanatkarlığın ötesine geçememişti. Üretim, dağıtım ve ticaretteki küçük birimler, Marx’ın tabiriyle, “Kleinmeister” idi, sermaye birikimi yapamayan (basit yeniden üretim) ve kendilerine de işçileriyle birlikte çalışan küçücük işletmelerdi.

TÜRKİYE’Yİ BURJUVALAR YÖNETMİYORDU

Türkiye’de bu dönemde burjuvazi devleti yönetmiyordu; böyle bir gücü, iddiası, umudu yoktu. Rum ve Ermeni kökenli burjuvazi, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında izledikleri işbirlikçi politikaların hesabının sorulması korkusu içindeydi. Özellikle yükselen “Türk milliyetçiliği” ve 1923/1924 yıllarında yaşanan nüfus mübadelesinin (değişimimin) büyük sıkıntıları da, onları ürkütüyor, Türkiye’de uzun vadeli yatırımlardan caydırıyordu.

Azınlıklar dışındaki sermayedarlar ise varlıklarını ve güçlenmelerini devlete borçluydu. Burjuvazinin sınıf çıkarları ile devletin bağımsızlıkçı politikaları arasında ciddi bir uyumsuzluk söz konusuydu.

Osmanlı’da kapitalizm geç ve gelişmiş kapitalist ülkelerin etkisi altında gelişti. Osmanlı’da Müslümanlar savaşlarda canını verirken, askerlikten muaf olan Ermeni, Rum ve Yahudiler’in bir bölümü, uluslararası ilişkilerini de kullanarak, zenginleşti. Bunların çıkarları güçlü bir Osmanlı’yı değil, emperyalistlerle işbirliğini gerektiriyordu. Nitekim öyle davrandılar. Sermaye sahiplerinin büyük çoğunluğu, ülkeyi güçlendirecek sanayi yatırımları yerine, yabancı şirketlerin temsilciliğini tercih ettiler. Kurtuluş Savaşı sırasında da Yunan ordusuna destek verdiler.

AZINLIK SERMAYEDARLARIN GÜCÜNÜN KIRILMASI

Sermayedar sınıf içinde Ermeni, Rum ve Yahudi sermayedarların hakimiyetinin kırılması birkaç aşamada gerçekleşti.

Arslan Başer Kafaoğlu, Varlık Vergisi Gerçeği kitabında azınlıkların İkinci Dünya Savaşı döneminde bile Türkiye ekonomisi üzerinde devam eden hakimiyetini anlatmaktadır.

Kitapta Necati Doğru’nun Cumhuriyet Gazetesi’nin 10 Aralık 2001 tarihli sayısında yer alan “Salkım Hanım: Tersine Tarih!” yazısı da yer almaktadır. Bu yazıda, İstanbul Ticaret Odası kayıtlarından hareket edilerek, İstanbul ekonomisinin yaklaşık yüzde 90’ına Musevi, Ermeni ve Rumların hakim olduğu ileri sürülmektedir.

Arslan Başer Kafaoğlu, Türkiye ekonomisi üzerinde azınlık hakimiyetinin sona ermesinde üç önemli gelişmeye işaret etmektedir: 
(1) İsrail devletinin kuruluş döneminin sona ermesiyle birçok Yahudi buraya gitti; (2) 1955’te 6-7 Eylül olaylarından sonra önemli bir Rum nüfus Yunanistan’a gitti; (3) Selanik Bankası ve iki İtalyan bankasının ülkemizden ayrılması. Bu bankalar azınlıklara muvazaalı işlerde büyük kolaylık sağlardı.” (Kafaoğlu, Arslan Başer, Varlık Vergisi Gerçeği, Kaynak Yay., İstanbul, 2002, s.59-61, 66, 88-94)

A.B.Kafaoğlu’nun bu listesine belki Rumların (EOKA’nın) 1963 yılı Aralık ayında Kıbrıs’ta Türklere yönelik saldırısından sonra Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin aldığı bir kararla Türkiye’de yaşayan ve ekonomik faaliyetin içinde bulunan binlerce Yunan vatandaşı Rum’u sınırdışı etmesi ve bu arada T.C. vatandaşı bazı Rumların da ülkeden ayrılması eklenebilir.

MİLLİ VEYA GAYRİMİLLİ BURJUVAZİNİN GÜCÜ VAR MIYDI?

Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiye burjuvazisiyle ilişkileri, Adnan Menderes’in, Süleyman Demirel’in, Mesut Yılmaz’ın, Tansu Çiller’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye burjuvazisiyle ilişkisinden temelden farklıdır.

Türkiye burjuvazisinin temsilcileri Adnan Menderes’ten başlayarak başbakanlara bazı taleplerini dikte ettirebiliyorlardı. Mustafa Kemal Paşa ise taleplerini Türkiye burjuvazisine dikte ettirebilecek güçteydi. İsmet İnönü bile İkinci Dünya Savaşı sırasında Varlık Vergisi uygulamasıyla Türkiye burjuvazisinin bir bölümünün servetine el koyabilecek, bazı büyük burjuvaları Aşkale’deki çalışma kampına gönderebilecek güçteydi.

Adnan Menderes ve sonrasındaki başbakanların hangisinin bu gücü ve niyeti vardı veya olabilirdi?

Doğu Perinçek’in bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: 
“1930’larda Türkiye’de önemli sınıf farkları yoktu. Büyük zenginler yoktu. Ülke milli demokratik devrim aşamasındaydı. Toplumun önündeki sorun, sermaye ile işçi çelişmesini çözmek değildi. Temel mesele, sermayedardan işçiye kadar uzanan halk ile emperyalizm ve feodalizm arasındaki temel çelişmeyi çözmekti. Atatürk, 1920’lerden başlayarak bu gerçeği saptamıştı.” 
(Perinçek, D., Kemalist Devrim-6: Atatürk’ün CHP Program ve Tüzükleri, Kaynak Yay., İstanbul, 2008, s.37-8)

Gerçekten de 1945-1946 yıllarına kadar Türkiye’de ekonomik artığın yaratılması ve buna başkalarınca el konulması (sömürü) sürecinde belirleyici olan çelişki, genişletilmiş yeniden üretimi gerçekleştiren kapitalist ile mülksüzleşmiş ve işgücünden başka satacak birşeyi olmayan işçi arasındaki çelişki değildi.

Yaratılmaya çalışılan millet, Osmanlı’nın olumsuz mirası temelinde ve emperyalistlerin cirit attığı bir dünyada yoksulluk ve cehaletten kurtulmaya çalışıyordu. Ülkede sömürü ilişkileri vardı; ancak ülkede sınıfların mevzilenmesini, sınıf çelişkilerini ve mücadelesini hakim sömürü biçimi (emperyalist sömürü ve tehdit) belirliyordu.

Atatürk döneminde Türkiye’yi milli veya gayrimilli bir burjuvazi yönetmiyordu; Atatürk’ün önderliğindeki vatanseverler yönetiyordu.

Alıntı/Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/turkiye-de-ataturk-doneminde-bir-milli-burjuvazi-var-miydi-yildirim-koc-kose-yazilari-aralik-2019

20190905

✍️ Atatürk 'Sosyal Demokrat Parti’ye karşıydı - Yıldırım Koç

Atatürk Sosyal Demokrat Parti’ye karşıydı
Yıldırım Koç

Türkiye’de galiba en az bilinen konulardan biri, sosyal demokrasi.

CHP günümüzde sosyal demokrat olduğunu belirtiyor. Kemalizm veya Atatürkçülük yerine “sosyal demokrasi”yi geçirme çabaları da 50 yıldır sürüyor.

Halbuki 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde CHP’nin çizgisi “sosyal demokrasi” değildi. 1965 yılında “ortanın solu”, Ecevit’in genel başkanlığı döneminde de “demokratik sol” kavramı kullanılıyordu.

12 Eylül sonrasında ilginç bir biçimde “sosyal demokrasi” pazarlandı. CHP üye ve hatta yöneticilerinin çok büyük çoğunluğunun “sosyal demokrasi”nin geçmişini bildiğini zannetmiyorum.

SOSYAL DEMOKRASİ MARKSİSTTİ

Sosyal demokrasi, Prusya’da 1863 yılında siyasi işçi hareketi olarak ortaya çıktı. 1869 yılında Marksizme yanaştı. 1891 yılında tam anlamıyla Marksist oldu ve bu özelliğini 1914 yılına kadar sürdürdü. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Marksizmden hızlı bir biçimde koptu ve önce emperyalizmin, ardından kapitalizmin savunucusu noktasına savruldu.

Sosyal demokrasinin bu dönüşümü, Eduard Bernstein ve Karl Kautsky’nin revizyonist tezleri nedeniyle ortaya çıkmadı. Sosyal demokraside önce revizyonist çizginin, ardından burjuva anlayışının hakim olmasında belirleyici etmen, emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının emperyalist sömürüden pay alarak kapitalist sistemle bütünleşmesi ve onun savunucusu haline getirilmesiydi. Bizde genellikle bu konuda neden-sonuç ilişkisi karıştırılır.

Bir arkadaş bu yaklaşımla “Allah’ın hikmetine bak; her su değirmeninin yanından bir dere akıtmış,” diyerek dalga geçerdi. Emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının sistemle bütünleşmesinin ve sosyal demokrasinin dönüşümünün nedeni, Bernstein ve Kautsky değildir. Bernstein ve Kautsky, bu dönüşümün ürünüdür.

ATATÜRK SOSYAL DEMOKRAT PARTİ’YE İZİN VERMEDİ

Mustafa Kemal Paşa sosyal demokrasinin bu niteliğini kavramış bir kişiydi. Bu nedenle kendisini hiçbir zaman “sosyal demokrat” olarak nitelendirmedi. “Sosyal Demokrat Fırkası”na da izin vermedi.

İstanbul’da 23 Aralık 1918 tarihinde Sosyal Demokrat Fırkası kuruldu. Partinin önderi Dr. Hasan Rıza idi. Partinin genel sekreteri, Yorgi Zaferaki isimli bir Rum’du. Parti, ABD Devlet Başkanı Wilson’un emperyalist çıkarları koruyan ilkelerine bağlı olduğunu açıklıyordu. Sosyal Demokrat Fırkası’nın 1922 yılında dağıldığı ve büyük olasılıkla kapatıldığı biliniyor.

Dr. Hasan Rıza, 1924 yılında Sosyal Demokrat Fırkası’nı yeniden kurmak istedi. Bakanlar Kurulu’nun 13 Mayıs 1925 tarihli kararında, Sosyal Demokrat Fırkası’nın geçmişten yasaklandığı ve yeniden faaliyete geçmesine izin verilmediği belirtiliyor. Bu Bakanlar Kurulu kararında Gazi Mustafa Kemal’in de imzası bulunmaktadır.

Bakanlar Kurulu kararında şöyle deniyordu:
“Mevzuat ve hali hazır kanunlarımızın esasına aykırılık ve memleketin emniyet ve asayişini ihlale cüret ve muzır maksatlar ve yasaklananların takibi gibi sebeplerden dolayı fesh edilen her hangi bir fırkanın, tekrar aynı unvan ve maksat ile kurulup gelişmesi, memleket idare ve siyasetine ters olduğundan evvelce fesh olunmuş ve tekrar tesis ve ihyası için tesis edenler tarafından müracaat edilmiş Sosyal Demokrat Fırka’nın yeniden teşkili men edilmiştir.” 
(İleri, Hasan, Türkiye’de Sosyal Demokrasi, 1908-1998,s.44-45)
Hasan Rıza 31 Mayıs 1926’da Sosyalist Enternasyonal’e bir mektup gönderdi. Para yardımı talebinde bulundu. Hasan Rıza 1930 yılında Sosyal Demokrat Fırkası’nı kurmak için yeniden izin istedi. İzin verilmedi. Atatürk bu ülkede Sosyal Demokrat Parti kurdurtmadı.

Alıntı/Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/ataturk-sosyal-demokrat-partiye-karsiydi

20190711

✍️ Cumhuriyet, Osmanlı’dan nasıl bir halk devraldı? - Yıldırım Koç

 
Cumhuriyet, Osmanlı’dan nasıl bir halk devraldı?
Yıldırım Koç

Atatürk’ün önderliğindeki milli demokratik devrimimizin çok kısa bir süre içinde nasıl bir mucize gerçekleştirdiğini hatırlatabilmek için ünlü yazar Şevket Süreyya Aydemir’in anılarının kısa bir bölümünü aktaracağım.

Şevket Süreyya Aydemir’in ağabeyi Aralık 1914’te Sarıkamış’ta şehit olur. Şevket Süreyya da eğitimini bırakarak, 1915 yılı sonlarında yedek subay olarak orduya katılır. 1916 yılında Osmanlı ordusundaki erlere eğitim yaptırmaktadır.


  

DİNİ BİLGİLERİ YOK


“Bizim bu makineli bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen hiç kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki, bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kati olarak bilen kimse de yoktur.

“Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere: Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz? dedim. Hepsi birden: Elhamdü-l-illâh Müslümanız, diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar birbirine karıştı. Kimisi, ‘İmam-ı âzam dinindeniz,’ dedi. Kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz,’ dedi. Kimisi de hiçbir din tâyin edemedi. Arada: ‘İslamız’ diyenler de çıktı ama; Peygamberimiz kimdir? deyince, onlar da pusulayı şaşırttılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta bir tanesi, ‘Peygamberimiz Enver paşadır,’ dedi. İçlerinden peygamberimizin adını duymuş olan birkaç tanesine de: Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü? deyince iş tekrar çatallaştı. Herkes ağzına kolay gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca hemen o tarafa kaydığı görülüyordu.

“Peygamberimiz sağdır diyenlere: O halde peygamber hangi şehirde oturur? diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.

“Peygamber ölmüştür diyenlere de: Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü? denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel, bin sene evvel diye gelişi güzel cevap verenler oluyordu. Fakat çoğu, hiçbir vakit tayin edemiyorlardı.

“Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ahkâmını ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri namaz surelerini yanlışsız okuyamadılar ve daha garibi niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.

 

TÜRKLÜĞÜ VE VATANI DA BİLMİYORLAR

“İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar ve mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildi.

“Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual ve cevaplardan anlaşıldı ki, bu askerler, yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.

“Biz hangi milletteniz? Deyince her kafadan bir ses çıktı. Biz Türk değil miyiz? deyince de hemen Estağfrullah! diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türktük. Bu ordu Türk ordusu idi ve Türklük için savaşıyorduk. (...)


“Hele iş vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgileri, müphem, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.”

(Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Öz Yay., Ankara, 1959, s.111-114)

1916 yılında mutlaka herkes böyle değildi; ancak bu gözlemler genel durumun önemli bir bölümünü de yansıtmaktadır.

“Etrak-ı bi-idrak” denilen bu kitleden çağdaş bir Türk milleti yaratan Atatürk’ü ve arkadaşlarını bir kez daha hayranlıkla ve saygıyla anıyorum.


20180223

✍️ 🇹🇷 ''19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında doğanlar, Türkiye’nin temelidir, cevheridir, hazinesidir.''


Onların bıraktığı miras

19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında doğanlar, Türkiye’nin temelidir, cevheridir, hazinesidir.

Onlar savaş koşullarında doğdular ve büyüdüler. Zor koşullar... Gübrenin içindeki arpa tanelerini toplayarak beslenen kuşak. Çamaşırını, mintanını, çorabını, ceketini yamalı giyen kuşak. Ayakkabısının altındaki deliği bulduğu sigara kutusu kapağıyla kapayan kuşak. “Annem beni yetiştirdi” diye cepheye giden ve kimisi cepheden dönemeyen kuşak.



EN ŞANSLI KUŞAKLAR
Onlara yaşadıkları çetin koşullara bakarak “şanssız kuşaklar” diyenler olabilir. Aslında Türkiye’nin en şanslı kuşaklarıydı onlar.

Analarından temiz süt emdiler. O savaş koşullarında ana sütüne su katılamazdı.
Babalar, amcalar, dayılar, komşular, hatta dedeler cephedeydi. Analar çocuklarını vatanla, namusla, hürriyetle, istiklâlle, fedakârlıkla, kardeşlikle emzirmek durumundaydılar. İnebolu’dan cepheye kağnılarla silah taşıyan ana çocuğunun üzerindeki örtüyü, ıslanmasın diye merminin üzerine örtüyordu. O kuşaklar örtülerini İstiklal Savaşı mermileriyle paylaştılar.

YARINI DÜŞÜNME NAMUSU
Beklentileri vardı, gözleri ufuklardaydı, umutları şafaklardaydı. Günübirlik yaşayamazlardı, yarınların umutlarıyla büyüyebilirlerdi ancak. Yarını düşünmek, onların ahlâkı oldu. Gelecek kuşaklara her şeylerini bırakmak, onların karakteri oldu. Alıcı değil, vericiydiler. Hep toprağa attıkları tohumların filizleneceği düşüncesiyle yaşadılar. Güneş doğacaktı, doğanın yasasıydı bu. Doğadaki zorluklar, doğadaki bereketi öğretti onlara.

Karanlıklarda, kör çıkmazlarda bir çıkış yolu bulmak için hayatlarını ortaya koymak zorundaydılar. Tembel olamazlardı, çalışkandılar.
Fukaralıktı, karanlıktı, dayatılan zorbalıktı yaşadıkları ortam. Var olan koşullara boyun eğemezlerdi. Kökten değişmeliydi! Padişahlar devrilmeli, ayaklar baş olmalıydı!

DEVRİMLERİN KUCAĞINDA BÜYÜYENLER
Savaş yılları, Türkiye’nin devrim yıllarıydı. Onlar, devrimlerin kucağında büyüdüler. Kendilerini, her şeylerini borçlu oldukları devrimlere adadılar. Her birinin hayatı, birer destandı.


Hayatlarını okumak, günümüz kuşakları için en verimli eğitimdir. Beypazarı köylerinden yamalı giysilerle Köy Enstitüsüne gelen Talip Apaydın, büyük bir yazar oldu.

 

Devrim, onları ellerinden tuttu ve büyüttü. Devrime borçluydular. Yaşam ilkeleri, devrime olan borçları ödemek için uğraşmaktı ve hepsi son nefeslerini verirken, devrime olan borçlarını ödeyemedikleri duygularıyla yana yana gittiler. Bıraktıkları hazine, Türkiye’nin eşsiz zenginliğidir. Petrolü olmayabilir Türkiye’nin, enerji kaynakları yetersizdir, ama işte onlar vardır.

YERYÜZÜNDEKİ CENNETİ

Onlardan bize kalan mirasın özü, yeryüzündeki cenneti yaratma sevdasıdır.

 Onların bıraktığı başı dik, bağımsız, üreten Türkiye için mücadele sorumluluğu, omuzlarımızdadır. Yıldırım Koç ile birlikte bize emanet ettikleri kamu ekonomisini gelecek kuşaklara taşıma mücadelesindeyiz.

 Türkiye, onların hayatlarını verdikleri büyük çözüme ilerlemektedir. Borçlanma ekonomisi iflas etmiştir, Üretim Ekonomisi kapıdadır. Geçiş dönemini oluşturan Millî Direnme Ekonomisi’nin programını geliştirmek ve o zor süreci çetin mücadele mirasıyla yönetmek görevimizdir.

Öğrenmek, soruşturmak, sorgulamak, araştırmak, keşfetmek, bizle devrim kuşaklarından kalan aşktır. Onlar, mum ışığında okudular insanlığın bilgi birikimini. Okumak, mutluluktu. Kitap, koyunlarına bastıkları sevgiliydi. O zaman kitap fuarları yoktu, ama kitaba talep ekmeğe talep gibiydi. Yaşamak için öğrenmek gerekliydi. Hayatta en hakiki yol gösterici bilimdi.
....
....
Gözlerimiz yine ufuklardadır. Özlemlerimiz, milletimizin ve insanlığın büyük özlemleridir. Ve onların çok sevdiği, çok okudukları kitaplar, hâlâ yeni dünya özlemini dile getiriyor. Yıldırım Koç’un Cenneti Yeryüzünde Yaratmak kitabını incelemenizi öneririm.


Yazıdan alıntılar  yapılmıştır.

Doğu Perinçek/ Aydınlık

20171206

Avrasya Sempozyumu - 2-3 mart 2010



Konuklar: -Ümit Akkoyunlu -Mümtaz Soysal -Oya Akgönenç -Onur Öymen -Sencer İmer -Tuğrul Erkin -Sinan Oğan -Adnan Akfırat -Yaşar Okuyan -Noyan Umruk -Yıldırım Koç -Gönül Saray -Remzi Demir -Yaşar Müjdeci -Özcan Yeniçeri -Caner Karavit -Fevzi Durgun -Bartu Soral Konular: -Avrasya Sempozyumu -Türk Birliği, Yani Anadolu Orta Asya ve Diğer Avrasya Ülkeleriyle Türk Birliği'nin Oluşması -Türkiye'nin Ekonomisi -Türk'ün Tam Bağımsız Geleceği




📰 İngiltere Kralı Edward'ın Ziyareti (4 Eylül 1936)

İngiltere Kralı Edward'ın Ziyareti (4 Eylül 1936) İngiltere Kralı VIII. Edward İstanbul'a gelirken uğradığı Çanakkale'de 3 Eylül...