20190930

🇹🇷 🛳 Kınalıada korveti hizmete başladı






🎞 Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Kasım 1937 tarihli Adana ve Mersin ziyaretleri

✍️ 📊 🇹🇷 Anadolu Türklerinin Genetik Yapısı: Ne Kadar Orta Asyalıyız? | Turkish DNA Project

Anadolu Türklerinin Genetik Yapısı: Ne Kadar Orta Asyalıyız? 
TÜRK DNA PROJESİ| Turkish DNA Project

Giriş

Anadolu Türklerinin genetik yapısı ve Orta Asyalılığı meselesi uzun yıllardır tartışıla gelen bir konudur. Ne yazık ki akademik olarak Anadolu’daki etnik Türklerin genetik yapısı yeterli özen gösterilerek incelenmemiştir. 2000’li yıllardan itibaren gelişmeye ve popülerleşmeye başlayan popülasyon genetiği alanında Türkiye üzerine  farklı tarihlerde yapılan üç kapsamlı akademik çalışmadan söz edilebilir.

Bunlardan ilki Cengiz Cinnioğlu tarafından 2004 yılında yayımlanan Excavating Y-chromosome haplotype strata in Anatolia adlı Y-DNA çalışmasıdır. Bu çalışmada örnekler etnisite gözetilmeksizin kan bankalarından toplanmıştı. Üstelik örneklerin bölge dağılımları da birbirleri ile eşit değildi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi bölgelerden alınan örnekler toplam örnek sayısında ağırlıklı yer kaplamaktaydı. Haplogrupların altdallarına bile bakılmaksızın, sadece Doğu Avrasya kökenli olan Q, C ve O haplogruplarının oranları üzerinden (N Haplogrubu o dönemdeki veri yetersizliği sebebiyle Avrupalı olarak sınıflandırıldığı için o bile dahil edilmemişti) %3,4 “Orta Asyalı” Y-DNA’lara sahip olduğumuz ileri sürüldü. Bu şekilde toplanan örneklerden elde edilen sonuçlar yıllarca Türklerin Y-DNA açısından ne kadar Orta Asyalı olduklarını ölçmek için kullanıldı. Bugün hâlâ bu çalışma üzerine yeni ve kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Ancak proje olarak derlediğimiz, sadece baba soyu etnik Türklerden oluşan Y-DNA sonuçları ile Cinnioğlu’nun çalışmasında yer alan sonuçlar arasındaki büyük fark, çalışmanın etnik Türkleri temsil etmekten çok uzak olduğunu göstermektedir.

Bir diğer çalışma ise Uğur Hodoğlugil tarafından 2012 yılında yayımlanan Turkish Population Structure and Genetic Ancestry Reveal Relatedness among Eurasian Populations  adlı Otozomal DNA çalışmasıdır. Bu çalışmada Aydın, Balıkesir, İstanbul, Adana, Kayseri ve Trabzon illerinden yine etnik kökenleri ayırt edilmeksizin rastgele örnekler toplanmış (Adana örnekleri içerisinde Kürtler ve Araplar, Aydın, Kayseri, Balıkesir örneklerinde ise Balkan Türkleri, Çerkezler v.d. demografik/etnik gruplardan örnekler bulunuyordu) ve bu örnekler hiçbir tarîhî ve bilimsel zemin olmamasına rağmen Kırgızlar ile karşılaştırılıp Anadolu Türklerinin %9 ilâ %15 arasında “Orta Asyalı” oldukları saptanmıştı.

2014 yılında Can Alkan tarafından yayımlanan Whole genome sequencing of Turkish genomes reveals functional private alleles and impact of genetic interactions with Europe, Asia and Africa adlı çalışmada ilk defa Anadolu Türklerinin etnogenezini meydana getiren Oğuz/Türkmenlerin genetik yapısının henüz bilinmediğine ve bu yüzden Anadolu Türklerindeki Orta Asya genetik mirasının ölçümünün spekülasyona dayandığı faktörüne değinildi. Çalışmada Anadolu Türklerinin %21 oranında Doğu/Orta Asyalı genlere sahip oldukları sonucuna varılsa da, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden toplanan 16 örneğin etnik kökenlerine yine dikkat edilmemiş, anadilleri ile etnik kökenleri ayırt edilmeksizin tüm örnekler “Türk” olarak tanımlanmıştı.

Bu konuda sıklıkla yapılan bir diğer hata ise, Anadolu Türklerindeki “Orta Asya” genetik mirasını ölçerken sadece Doğu Avrasyalı otozomal bileşenlere odaklanılmasıydı. Buna göre günümüzde ortalama %10 civarında Doğu Avrasyalı olan Anadolu Türkleri aynı zamanda “%10 Orta Asyalı” olarak lanse ediliyorlardı. Nitekim 2018 yılında yayımlanan 137 ancient human genomes from across the Eurasian steppes adlı makalede ilk defa yer alan Hun ve Orta Çağ Türk örnekleri (Kıpçak, Kimek, Göktürk, Karluk, Karahanlı) bize gösterdi ki Ortaçağ Türk halkları %25 ilâ %50 arasında Doğu Avrasyalı genlere sahiptiler.

Henüz Selçuklu dönemi Oğuz Türklerinden DNA örnekleri bulunmaması günümüz Anadolu Türklerindeki Orta Asya genetik mirasını kesin olarak saptamamıza engel teşkil etmekle birlikte, Orta Çağ’dan Oğuzların komşuları ve akrabaları olan diğer Türk halklarının genetik yapıları, Oğuzların da genetik yapısına büyük ölçüde ışık tutmaktadır. Buna göre elimizde birkaç farklı senaryo bulunmakta ve bu seneryolar üzerinden aşağıda örneklerini de vereceğimiz soy modelleme araçları ile Anadolu Türklerinin genetik yapısının bölgelere göre ne kadar Orta Asyalı ne kadar yerli oldukları hakkında aşağı yukarı sağlam fikirler edinmek mümkündür.


Genetik Modelleme

Modellemelerimizde başvuracağımız araç, Eurogenes Projesi’nin kurucusu David Wesolowski tarafından geliştirilen ve son zamanlarda oldukça popüler olan Global 25 adlı PCA tabanlı (Principal Component Analysis) bir soy modelleme aracı. Bu aracın veritabanında yer alan ve bizim kullanacağımız Türk örnekleri proje üyelerimizden bilinen soyu tamamen etnik Türk olan ve her iki taraftan da memleketlerinin en az 3 nesil yerlisi olanlar arasından bölgelere ayrılarak seçilip gönderildiler. Şu an 5 bölgeden 41 temsilci örnek (+3 Türkiyeli Azerbaycan Türkü) yer almaktadır.

Aşağıda sırasıyla Anadolu Türklerinin bölge ortalamalarını Orta Çağ Türk Halkları (Karluk, Karahanlı, Kimek, Kıpçak ve Göktürk) ile modelleyeceğiz. Burada amaç Anadolu’ya gelen Oğuzların genetik yapısını benzer diğer Orta Çağ Türkleri ile simüle etmek. Türk göçü öncesi Anadolu’nun yerli halklarını temsil etmesi için de Anadolu ve Girit Rumlarını kullanacağız.

Modelleme 1

Anadolu Türklerini Karluklar ve Anadolu & Girit Rumları ile modellediğimiz zaman:
Modelleme 2

Anadolu Türklerini Karahanlılar ve Anadolu & Girit Rumları ile modellediğimiz zaman:
Modelleme 3

Anadolu Türklerini DA89 Göktürk dönemi örneği ile modellediğimiz zaman:
Modelleme 4

Anadolu Türklerini DA179 Kıpçak örneği ile modellediğimiz zaman:
Modelleme 5

Anadolu Türklerini Kimek örneği ile modellediğimiz zaman:
Sonuç:

Yukarıda Orta Çağ’dan 4 farklı Türk halkı ile yaptığımız modellemelerde görüldüğü üzere, Anadolu Türkleri bölgelere ve kullanılan referansa göre değişmekle birlikte %25 ilâ %45 arasında Orta Asyalı olarak modellenebilmektedir. Tekrar etmekte fayda var ki daha net ve doğru sonuçlar alabilmek için hâlâ Selçuklu dönemi Oğuz Türklerinden DNA örneklerini beklemek zorundayız lakin tablonun aşağı yukarı aynı oranda kalacağını ileri sürmek mümkündür. Görüldüğü üzere etnik Türklerden alınan örnekler ve doğru modellemelerle sonuçlar, daha önce bu konu üzerine yazılmış makalelerden büyük oranda farklılık göstermekte. Dileriz ki en kısa zamanda bu konu akademik camiada ciddiyetle ele alınır.

Alıntı/Kaynak: https://turkishdnaproject.com/anadolu-turklerinin-genetik-yapisi-ne-kadar-orta-asyaliyiz/

20190929

1922’nin kış ayları Ayazini sırtları, Afyon karahisar’ın 30 km kuzeyi.

1922’nin kış ayları 5. Piyade Tümeni, 43. Alaydan Yunan askerleri mevzide ve dikenli telleri onarıyor. Ayazini sırtları, Afyon karahisar’ın 30 km kuzeyi.
 

Türk tarihi kahramanlarla doludur...

Alıntı: Sosyal Medya

'Türklerin zafer sembolü'

Batı Göktürk Kağanlığı dönemine ait bir lahite işlenmiş kabartma. Eserin üzerinde Göktürk Alpleri tasvir edilmiştir. Öndeki figür eliyle "Bozkurt" işareti yapmakta. Bu işaret Türklerin zafer sembolüdür. 
(MS 582-659)

Alıntı: Sosyal Medya

Milleti ile en fazla Türkler gurur duyuyor.

🇹🇷 🗣 🎼 'Biz Türkler, Büyük Bir Aileyiz'.

20190928

📷 Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

🇹🇷🗣'Memleket nere kardeşim?'

''Felaket zamanları birleşenler
Çabuk ayağa kalkar,Yaraları çabuk sarılır.Zorluklar kolaylaşırEngeller aşılır,Vatan-millet kavramlarıanlam kazanır.''


Alp Icoz

✍️ Can Yücel: ''Nefes almak bayramdır mesela...''

🇹🇷 🤼‍♂️ Milli güreşçi Rıza Kayaalp, Dünya Güreş Şampiyonası'nda 4. kez şampiyon🥇 oldu

Rıza Kayaalp, Dünya Güreş Şampiyonası'nda 4. kez şampiyon oldu ve bu ünvana sahip ilk sporcu olarak tarihe geçti.
Karşılaşma sonrası açıklamalarda bulunan Kayaalp, 'Bu mutluluğu 4. kez yaşamak çok güzel. Çok mutluyum. Biz kendimizi düşünmüyoruz sadece. Her şey vatanımızı bayrağımızı milletimizi gururlandırmak için. Bundan sonraki hedefimiz olimpiyatlar.' ifad kullandı.
4. kez şampiyon olarak tarihe geçen sporcumuzu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan telefonla arayarak tebrik etti.

🇹🇷 🐶 Zerdava cinsi köpekler nesli tükenmek üzereydi TSK’nın vazgeçilmezi oldu


Nesli tükenmek üzereydi TSK’nın vazgeçilmezi oldu

Zekâsı ve cesareti ile meşhur, ancak nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan Zerdava cinsi köpekler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) en büyük köpek eğitim merkezi olan Bursa Gemlik Askerî Veteriner Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığında üretilip aynı zamanda eğitiliyor. Mayın, bomba, narkotik madde arama ve canlı kurtarma operasyonları için eğitilen ilk yerli ırk olma özelliğine sahip Zerdava cinsi köpekler eğitimlerde gösterdikleri üstün başarılarla yabancı ırkların önüne geçmiş durumda.


Bursa’nın Gemlik ilçesindeki Köpek Üretim ve Eğitim Tabur Komutanlığında 2016 yılında başlatılan projeyle, genellikle Trabzon’da av ve çoban köpeği olarak kullanılan yerli ırk Zerdava’nın, askerî alanda eğitilmesine başlandı. Alınan ilk yavruların ardından eğitimleri 2018’de tamamlanan köpekler mayın, bomba, narkotik madde arama ve canlı kurtarma köpeği olarak kullanılmaya başlandı ve görev yerlerine gönderildi. Bursa’daki Gemlik Askerî Veteriner Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığında üretilip Terör bölgelerinde görevlendirilen 500’e yakın köpekten 60 kadarı sınır ötesi operasyon bölgelerinde görev yaparken, 10’un üzerinde, eğitimini tamamlamış Zerdava cinsi köpek bölgeye takviye olarak gönderildi. Zerdavaların bölgede görev yapan yabancı ırklara nazaran kondisyonunun çok daha yüksek olması onu farklı kılan en büyük özelliği.

Köpek Üretim ve Eğitim Tabur Komutanı Doktor Veteriner Yarbay Melih Sayın, TSK’nın terörle mücadele ve sınır ötesi harekât bölgelerinde, bomba arama ve mayın arama faaliyetlerinde sadece yabancı ırk köpekler kullanılmaktayken, 2018 yılı itibariyle ilk defa yerli bir ırk Zerdava’nın başarıyla görev yapmaya başladığını söyledi. Taburda 7 farklı alanda köpek üretildiğini belirten Sayın, "Köpekler yavruluktan itibaren kapsamlı bir şekilde eğitilmektedir. Göreve hazır gelen köpekler, ardından ihtiyaca göre sevk edilirler. Fırat ve Zeytin Dalı Harekâtı’nda bu köpekler başarıyla görev aldılar." dedi. Bugüne kadar hep yabancı köpek ırklarının kullanıldığı mayın arama, bomba arama, takip, arama kurtarma ve narkotik madde arama branşlarında ilk defa yerli ırk olan Zerdava’nın kullanılacağını belirten Köpek Üretim ve Bakım Bölük Komutanı Veteriner Üsteğmen Zafer Şafak, yapılan eğitimlerde Zerdava cinsi köpeklerin kondisyon olarak diğer yabancı ırklara nazaran üstün olduğunu belirtti. Şafak, "Zerdava, zekî, çevik, koku alma kabiliyeti yüksek bir ırktır. Özellikle Trabzon bölgesinde av ve bekçi köpeği olarak kullanılmaktadır. Bu özelliklerinden dolayı askerî maksatla kullanılabileceğini değerlendirdik ve 2016 yılında ilk damızlık Zerdava cinsi köpeklerimizi aldık. Bu anne babalardan ürettiğimiz köpeklerimize çeşitli eğitim testleri uyguladık. Yaptığımız bu testlerde mayın arama, bomba arama, takip, arama kurtarma ve narkotik madde arama köpekleri olarak görev yapabileceklerini gördük. Bu yönde eğitimlerimizi sürdürüyoruz" diye konuştu.


Zerdava tüm etapları başarıyla tamamladı

Eğitimi devam eden Zerdava cinsi köpeklerin gösterileri nefes kesti. Eğiticilerine olan itaat ve hünerlerini sergileyen köpeklerin verilen komutlara harfiyen uyması, gösterdikleri itaat ve sadâkat hayrete düşürdü.



4 bin 400 dönüm alan üzerine kurulu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) en büyük köpek eğitim merkezi olan Bursa Gemlik Askerî Veteriner Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığında birbirinden zorlu etapların olduğu kondisyon parkurunu büyük bir başarıyla tamamlayan Zerdava cinsi köpekler enkaz altına saklanan bakıcılarının da kısa sürede yerlerini tespit etti. Bilhassa sınır ötesi harekâtlarda meskun mahal operasyonlarında Türk askerinin vazgeçilmezi olan Zerdava cinsi köpekler, iz sürme ve takip konusunda da ne kadar başarılı olduklarını açık arazide yaptıkları iz sürme eğitimiyle gözler önüne serdi. Geniş arazide saklanan uzman eğiticilerinin izini rotasından sapmadan bulan takip köpeklerinin yeteneği havadan drone ile de görüntülendi.


Alıntı/Kaynak: http://www.haberinadresi.com/nesli-tukenmek-uzereydi-tsknin-vazgecilmezi-oldu-h287777.html

📸 Akıntıburnu, Arnavutköy...40’lar

📸 İstanbul'dan bir boğaz manzarası🧿


20190927

👥 🗣Uluslararası Erzincan Tarihi Sempozyumu

Erzincan tarihi ve kültürünün ele alındığı Uluslararası Erzincan Tarihi Sempozyumu 12 ülke ve 60 farklı üniversiteden 250 akademisyenin katılımı ile başladı.

🇹🇷🎥 'Türkler Geliyor: Adaletin Kılıcı' filmine görkemli kadro!


Türkler Geliyor: Adaletin Kılıcı filmine görkemli kadro!
Medyatava Özel


20 Aralık'ta vizyona girecek filmin merakla beklenen kadrosu açıklandı.



🎞 Mustafa Kemal Atatürk’ün 15 Mart 1923’te Adana’ya yaptığı ziyaret

20190926

Dünyanın En Sakin Şehri Türkiye'de!



Dünyanın En Sakin Şehri Türkiye'de!

İtalya'da düzenlenen bir araştırmada dünyanın en sakin şehirleri seçildi. Bu şehirlerin arasında Türkiye'den bir şehir de var!

Listenin en başında yeşil Artvin'in Şavşat ilçesi yerini aldı.

Artvin Valisi Kemal Cirit gerçekleştirdiği basın toplantısında, 21-23 Haziran 2015 tarihleri arasında İtalya'nın Milano şehrinde düzenlenmiş olan törende Şavşat'ın "sakin şehir" unvanı aldığını belirtti. Şavşat Kaymakamlığı, Şavşat Belediye Başkanlığı, Doğu Karadeniz Kalkınma Ajansı (DOKA) ve projenin arka planında aktif olarak görev yapan kurum ve kişileri kutlayan Cirit, "Şavşat, bu atılımı ile ülkemizde birçok ilçemizin göz bebeği haline geldi. Örnek alınan ilçe pozisyonuna dönüştü" dedi.Dünyada 200'e yakın yerleşim yerinin bu unvanı aldığını belirten Cirit, "Şavşat kırsal alanıyla, kent merkeziyle, bozulmamış kültürü ile doğal güzellikleri ile müziğiyle saklı bir cennet gibiydi. Bu unvanımızla beraber bunu dünyaya ilan ettik" şeklinde konuştu. 

Vali Cirit, Türkiye'de Seferihisar, Perşembe, Yalvaç, Taraklı, Gökçeada, Vize, Akyaka, Yenipazar, Halfeti'den sonra Şavşat'ın "sakin şehir" unvanı almayı başardığını belirtti.Alınan belgenin Artvin'e ve Şavşat'a önemli değerler, kazandıracağını belirten Cirit, Artvin'i ve Şavşat'ı nitelikli turizmin merkezi haline getireceğini vurguladı.Şavşat Kaymakamı Cemil Sarıoğlu ise "sakin şehir" unvanını alabilmek için 70 kriteri en iyi şekilde yerine getirmek gerektiğini belirterek, aldıkları belgeden dolayı memnuniyetini dile getirdi.

Grafiker ressam Sacit Atlıhan ın bir afiş çalışması.

✍️ Tarihte kurulan ilk türk devleti - Adnan Güllü

Tarihte kurulan ilk Türk devleti
Adnan GÜLLÜ
Tarih Araştırmacısı


06 Mayıs 2019

İsmin­de Türk geçen İlk Türk dev­le­ti Gök­türk­ler değil, TU­RUK­KU KRAL­LI­ĞI


Biz Türk­ler Ana­do­lu’ya 1071’de girdi diye bi­li­yo­ruz ama… Ancak Ön-Türk uy­gar­lı­ğı okul­lar­da öğ­re­til­mi­yor. Çünkü okul­lar­da oku­tu­lan tarih ki­tap­la­rı, 1939’dan iti­ba­ren yö­rün­ge­si­ne gir­di­ği­miz Ba­tı­lı ül­ke­le­rin çı­kar­la­rı doğ­rul­tu­sun­da ya­zıl­ma­ya baş­la­dı. 19. ve 20. yüz­yıl baş­la­rın­da Ba­tı­lı araş­tır­ma­cı­lar ta­ra­fın­dan or­ta­ya çı­ka­rı­lan Ön-Türk uy­gar­lı­ğıy­la il­gi­li bu­lun­tu­lar, ilk başta Av­ru­pa’da Tür­ko­fi­li­ya mo­da­sı­na yani Türk se­ver­li­ğe sebep ol­muş­tu. 

Türk­le­rin Ana­do­lu’ya ilk gi­ri­şi Hı­ris­ti­yan ta­rih­çi­le­rin ve Tan­zi­mat’ın frenk­leş­me­ci ta­rih­çi­le­ri­nin iddia et­ti­ği gibi 1071 Ma­laz­girt Za­fe­ri ile ol­ma­mış­tır. 1071 Türk­le­rin Ana­do­lu’ya ilk değil son gi­ri­şiy­di. Ancak bu bu­lun­tu­lar Batı’nın Türk­le­ri Ana­do­lu’dan sürüp Asya’ya geri gön­der­me ide­ası­na uy­ma­dı­ğı için, bu­gü­ne kadar hep sümen altı edil­di ve Ön-Türk­ler Ata­türk’ün ölü­mü­nün hemen ar­dın­dan okul ki­tap­la­rın­dan çı­ka­rıl­dı.

Dünya ta­ri­hin­de Türk adıy­la bi­li­nen ilk dev­let de Gök­türk­ler değil, mi­lat­tan önce 4000-2000 yıl­la­rı ara­sın­da Me­zo­po­tam­ya böl­ge­sin­de ku­ru­lan TU­RUK­KU KRAL­LI­ĞI İLE ANA­DO­LU’DA KU­RU­LAN TURKİ KRAL­LI­ĞI’YDI. Tür­ki­ye’de, çoğu son yıl­lar­da ünlü Ön-Tük­çe Araş­tır­ma­cı­sı Kazım Mir­şan ta­ra­fın­dan oku­nan çok sa­yı­da ya­zı­lı kaya bu­lun­du. Bu­lu­nan Ön-Türk dam­ga­sı ve kaya re­sim­le­ri, Orta Asya’daki ve Av­ru­pa’da bu­lu­nan­lar­la aynı. Ancak bu bil­gi­ler hala resmi ola­rak ki­tap­la­ra geç­mi­yor. Ünlü Fran­sız Tür­ko­log Jean Paul Roux da, Ana­do­lu’daki Türk var­lı­ğı­nı mi­lat­tan ön­ce­ki yüz­yıl­la­ra kadar gö­tür­me­nin müm­kün ol­du­ğu gö­rü­şü­nü sa­vu­nur. 

Ba­tı­lı araş­tır­ma­cı­lar bun­la­rı 19. yüz­yıl­da keş­fet­ti di­yor­su­nuz. Sonra batı neden giz­le­me­ye karar verdi bu bil­gi­le­ri?
Av­ru­pa kendi ta­ri­hi­ni antik Grek ta­ri­hi­ne, onu da Sümer ta­ri­hi­ne da­yan­dı­rır. Ancak kök­le­ri­ni da­yan­dır­dık­la­rı Sü­mer­le­rin Orta Asya’dan Me­zo­po­tam­ya’ya göç­tü­ğü­nü ispat eden de­lil­ler, Av­ru­pa’nın kendi ken­di­ni kısır et­me­si­dir. Bu se­bep­le Türk­le­rin ger­çek ta­ri­hi­ni giz­li­yor­lar. 

Sü­mer­ler­le Ön-Türk­le­rin nasıl bir bağ­lan­tı­sı var peki?

Kazım Mir­şan Bi­zans’ın ilk ku­rul­du­ğu dö­nem­ler­de de Ön-Türk­çe ko­nu­şul­du­ğu­nu ileri sü­rü­yor. Ka­nı­tı ise Trab­zon’daki Rum ki­li­se­sin­de Bi­zans al­fa­be­siy­le Türk­çe ya­zıl­mış ya­zı­lar­dır. 

Rus ar­ke­olo­ji­si­nin atası Ni­kolsky de “Sü­mer­le­rin ana va­ta­nı Aş­ka­bat kenti ya­kı­nı­dır. Sümer dili Hint Av­ru­pa dili ol­ma­yan ve fakat bi­tiş­ken bir dil­dir. Av­ru­pa dil grup­la­rı ile ala­ka­sı yok­tur” der. Sü­mer­ce ’de 300’den fazla bu­gün­kü Türk­çe ile aynı an­la­ma gelen söz var.

Alman Sü­me­ro­log Fritz Hom­mel da 1900’lerin ba­şın­da iki dili anlam, fo­ne­tik ve gra­mer açı­sın­dan in­ce­le­miş ve “Sü­mer­ce Türk­çe­dir” de­miş­tir. 

Ön-Türk­le­re ait ka­nıt­lar Ana­do­lu’da ne­re­ler­de bu­lu­nu­yor? 

Er­zu­rum, Mutki ve Hak­ka­ri Yük­se­ko­va’daki ya­zıt­lar Türk­le­rin bin­ler­ce yıl­dır bu coğ­raf­ya­da ol­du­ğu­nun ka­nı­tı. Ör­ne­ğin Afyon ya­kın­la­rın­da­ki Frig­ya va­di­si denen böl­ge­de­ki YA­ZI­LI­KA­YA ANI­TI­NIN üze­rin­de­ki bin­ler­ce yıl­dır orada duran ÖN-TÜRK AL­FA­BESİ ile ya­zıl­mış ya­zı­la­rı bilim adam­la­rı­mız hala oku­na­ma­yan bir Ön-Grek­çe diye ge­çiş­ti­ri­yor. Ser­vet So­mun­cu­oğ­lu da, 2012’de Türk Dün­ya­sı tarih der­gi­sin­de ya­yın­la­nan bir ma­ka­le­de Hak­ka­ri Yük­se­ko­va Ge­va­ruk yay­la­sın­da ka­ya­lar­da­ki bin­ler­ce yıl­lık Ön-Türk­çe ya­zıt­la­rı fo­toğ­raf­la­yan, Ana­do­lu’daki bin­ler­ce yıl­lık Türk var­lı­ğı­nı bel­ge­le­yen önem­li araş­tır­ma­cı­lar­dan bi­riy­di. Türk­ler M.Ö. 2000'de Hak­ka­ri’deydi 

Yani Türk­ler mi­lat­tan önce de Hak­ka­ri’de ya­şı­yor­du. Öyle mi? 

Prof. Veli Sevin Hak­ka­ri taş­la­rı­nı Orta Asya’daki di­ki­li taş­lar­la kar­şı­laş­tır­mış ve M.Ö. 2000’lere ait olan bu taş­la­rın Ön-Türk mezar taş­la­rı ol­du­ğu­nu iddia et­miş­tir. Taş­lar gerek iko­nog­ra­fik, ge­rek­se fel­se­fi açı­dan Av­ras­ya boz­kır ina­nış­la­rı­na yakın özel­lik­ler ta­şı­yor. 

Kır­gı­zis­tan, Ka­za­kis­tan, Altay, Si­bir­ya, Tuva yö­re­si ve Mo­ğo­lis­tan’da geniş alan­la­ra ya­yı­lan di­ki­li­taş­la­rın en çar­pı­cı özel­li­ği de tıpkı Hak­ka­ri’de­ki­ler gibi iki el­le­rin­de kap tutan sa­vaş­çı fi­gü­rü kul­la­nıl­ma­sı. Bu taş­lar, Türk­le­rin mi­lat­tan ön­ce­ki yıl­lar­dan iti­ba­ren Ana­do­lu’da me­de­ni­yet kur­muş ol­duk­la­rı­nın açık ka­nı­tı­dır. 

Ay­rı­ca Fırat kı­yı­sın­da Mari böl­ge­sin­de ele ge­çi­ri­len bir diğer tab­let­le­rin (MÖ.4000-2000) 13 ta­ne­sin­de Fran­sız Ar­ke­olo­ji Ens­ti­tü­sü’nün 1933-1939 yıl­la­rı ara­sın­da yap­tı­ğı ka­zı­lar­da or­ta­ya çı­ka­rı­lan Mari şeh­rin­de­ki kra­li­yet sa­ra­yın­da Asur­lu­la­ra ait MÖ. 1870-1740 yıl­la­rı ara­sın­da ya­zıl­mış bir­çok çivi ya­zı­lı tab­let bu­lun­muş­tur. TU­RUK­KU adlı bir ka­vim­den söz edil­mek­te­dir. Sadi Bay­ram, bu tab­let­le­rin Türk­çe ter­cü­me­le­ri­ni ya­yın­la­mış­tır. Önce Sü­mer­le­rin, daha sonra da Asur­lu­lar ve Ba­bil­le­rin ege­men­li­ğin­de kalan Mari şehri, bu­gün­kü Su­ri­ye sı­nır­la­rı içe­ri­sin­de­ki Tell Ha­ri­ri ken­ti­dir. 



Bugün Lo­uv­re Mü­ze­si’nde ser­gi­le­nen Akad­ca ya­zıl­mış bu tab­let­le­rin me­tin­le­ri Fran­sız­ca ter­cü­me­le­riy­le bir­lik­te Ge­or­ges Dos­sin ta­ra­fın­dan 1950 yı­lın­dan iti­ba­ren ya­yın­lan­ma­ya baş­lan­mış­tır. 
↪21 nu­ma­ra­lı tab­let : “...​Bu akın­dan beri Tu­ruk­ku­lar’ın sa­yı­sı fazla gö­rün­mü­yor. Fakat ar­ta­bi­lir. Onlar gel­me­ye devam ede­cek­ler.” 
↪22 nu­ma­ra­lı tab­let : “...​Bana yaz­dı­ğın Tu­ruk­ku­lar’la il­gi­li ha­ber­ler de­ğiş­ti.” Bu tab­let­le­re şöyle bir­kaç örnek ver­mek müm­kün­dür: 
↪16 nu­ma­ra­lı tab­let : “...​Uyuyan­la­rı uyan­dı­ran ve uyan­dır­dık­la­rı­na hiç tayın ver­me­yen Tu­ruk­ku­lar gibi ya­pa­ca­ğız”. 
Dört cilt ha­lin­de ya­yın­la­nan bu Mari tab­let­le­ri­nin 13 ta­ne­sin­de top­lam 22 defa “Tu­ru­ku”, “Tu­ruk­ku”, “Tu­ruk­ki, ve “Turuk” bi­çi­min­de bir kavim adı geç­mek­te­dir. 
↪23 nu­ma­ra­lı tab­let : “... Bana Tu­ruk­ku­lar hak­kın­da yaz­mış­tın. Tu­ruk­ku­lar’ın çıkış ha­re­ke­tin­de bu­lun­duk­la­rı gün çok meş­gul ol­du­ğum­dan sana haber ve­re­me­dim.” 
87 nu­ma­ra­lı


Alıntı/ Kaynak: http://mavididim.com.tr/tarihte-kurulan-ilk-turk-devleti-419-4896.html?fbclid=IwAR0lvpEP96PdqR_DsK7tJDHtWPzCEXw6Ds-R7kYw2BXs292uRunvJukBPoA

Yüce bir Türk Kadınını Tanıyalım : Doktor SAFİYE ALİ


Yüce bir Türk Kadınını Tanıyalım : Doktor SAFİYE ALİ 

Osmanlı'da 1891 yılında İstanbul’da dünyaya gözlerini açar.
6 kişilik ailenin en küçük ve en zeki kız çocuğudur. 

Amerikan Kız Kolejinde okurken Balkan savaşından getirilen yaralıları tedavi eder. Lise bitince doktor olmaya karar verir. 

Fakat hangi kapıyı çalsa ‘’Tıp Fakültesine kadın öğrenci alamayız’’ sözüyle karşılaşır. 

Kafaya koymuştur bir kere doktor olacaktır. Maddi imkansızlıklara rağmen Almanya’ya Tıp okumaya gider. Açlık ve sefaletin en dibini görür. 

Günlüğünde şu not vardır; '’Çöpten çıkarıp geceleri yediğim ekmek hiç ağrıma gitmiyor, ülkemde tıp fakültesi varken buralarda olmam daha çok ağrıma gidiyor. Ne olursa olsun ülkeme doktor olarak döneceğim.’’ 

Dediğini yapar ve okulunu derece ile bitirip ülkesine doktor olarak döner. Cağaloğlu’nda ilk muayenehanesini açar fakat kadın olduğu için ilk zamanlar kimse gelmez. Halbuki kadın ve çocuk hastalıkları doktorudur. 

Aşağılamalara, dışlamalara ve hakaretlere aldırmadan, pes etmeden devam eder. Fakir ailelerin kadınlarını ve çocuklarını evlerinde ücretsiz tedavi eder.
Eline geçen ilk parayla süt ve bakım evi açar. Hasta ve zayıf çocuklar için Hilal-i Ahmer muayenehanesini kurar. 

Direnerek, kadınların tıp fakültesine alınmalarını sağlar. Ülkenin tıp eğitimi veren ilk kadını olur. Vücudu kendisinden önce pes eder; kansere yakalanır. Almanya’ya gönderilir. 

Almanya’da tıp eğitimi aldığı hastanede ılık bir bahar günü hayata gözlerini yumarken şu sözleri söyler;
“Kadınlar size emanet”… Bu yüce kadın Doktor Safiye Ali’dir…

***

“Cumhuriyet Bir Nimettir” sözünü bıkmadan ,usanmadan söylemesi gerekenler öncelikle, Türk Kadınlarıdır !...

20190925

✍️ MARDİN’E DÜNYANIN KAPILARINI AÇAN KADIN: EBRU BAYBARA🧿


MARDİN’E DÜNYANIN KAPILARINI AÇAN KADIN: EBRU BAYBARA

Mardin’in geleneksel konaklarından birine en küçük gelin olarak gelen, güzel ve marifetli genç kadın art arda iki kız doğurur. Üçüncü kez hamile kaldığında anneanne, erkek çocuk müjdesi verene altın para vereceğini söyler. Doğum için hastaneye gidilir, erkek çocuk beklentisi içindeki aileye hemşire bir kız bebekleri olduğunu söyleyince, anneanne hoşnutsuzca elini ileri iterek, size kalsın istemiyoruz der. O bebek, yıllar sonra Mardin’i kültür turizminin gözde duraklarından biri haline getirecek olan profesyonel turist rehberi Ebru Baybara’dır.

Baba, üç kızını da “erkek gibi yetiştirip” üniversite okutmak istediğini söyleyerek konaktan ayrılır ve aileye İstanbul yolu gözükür. Beklenen erkek çocuk İstanbul’a yerleştiklerinde aralarına katılır. Dört kardeş de üniversite okur. Ebru Baybara, Marmara Üniversitesi Turizm Rehberlik bölümünden mezun olur, 1998 yılında İzmirli bir meslektaşı ile evlenir. 1999 yılında Marmara depremiyle birlikte ülkedeki siyasi ve ekonomik değişimler sonucu eşiyle beraber işsiz kalırlar. İki yaşına gelmiş bir de kızları vardır genç çiftin. Hiç hatırlamadığı ama babasının sıla özlemiyle sık sık anlattığı Mardin’e gitmeyi teklif eder eşine. İlk görüşte aşktır artık onun için Mardin, görür görmez büyülenmiştir… Eşini razı eder etmesine ama yerleşip burada hizmet vermek istediğini söylediğinde babası şiddetle karşı çıkar. Rızasını ve iyi dileklerini almadan işe koyulur. Güvenlik sorunlarını halledememiş, tarım ve sınır ticaretiyle geçinen Mardin’in nüfusu o yıllarda sadece 600 bindir. Sanayi yatırımlarının olmaması sebebiyle işsizlik oranı çok yüksektir. Ama müthiş bir kültürel zenginlik vardır. 1999 yılı kayıtlarına göre o yıl içinde kenti ziyaret eden turist sayısı 11 bin, yatak kapasitesi 220 dir. Kentte sadece bir tane 3 yıldızlı iddiasız bir otel, bir tane de esnaf lokantası vardır.

Ebru Baybara İstanbul’a gelir ve tanıdığı bütün turizm acentalarının kapısını çalar. 2000 yılının Eylül ayında Alman Konsolosluğu’nun misafirlerinden oluşan bir turist gurubuna Mardin’de eşlik eder. Grup kaldıkları oteldeki yemeklerden memnun kalmaz. Acentayı temsil eden rehber alternatif bir yer bulunamazsa tekrar çalışamayacaklarını bildirir. Ağlamaklı bir yüzle durumu anlatınca, evinde kaldığı yengesi grubu eve getirmesini teklif eder. Rehber bir şartla kabul eder; programı aksatacak bir gecikme olmayacaktır. Yengesi bu arada mahallenin kadınlarını eve toplamış, gençlerin çeyizleri sandıklardan çıkarılmış, avluya 28 kişilik harika bir sofra kurulmuştur. Yemekler o kadar lezzetli, ortam o kadar güzeldir ki, Alman kafile teşekkür ede ede sofradan kalktığında saat dördü bulmuş, Urfa ve Harran programları iptal olmuştur. Bu yemek hem kendisi hem de yörenin kadınları için bir milat olur.

Ebru Baybara, 21 kadınla beraber bölgedeki 8 tarihi evi ele alıp düzenler. Birkaç değişik menü oluşturur. Gelecek guruba göre uygun menüyü ve bu menüyü yapacak kişileri organize eder. Böylece Mardinli kadınların belki de en iyi bildikleri işi yaptıkları bir sektör yaratılmış olur. Yaşlı turistlerin yer sofrasına oturması sorun yaratmaya başlayınca bir çözüm düşünülür. Mardin Müzesi henüz çok yenidir, ödeneği yoktur, temizlik ve su sorunu vardır. Mardin Valisi ile görüşülüp müzenin kafeteryasını yemek için kullanma izni alınır. Bunun karşılığında müzenin ihtiyaçları için düzenli bağışta bulunma sözü verilir. Belediyeden sağlanan su tankerleriyle tuvaletlere varıncaya kadar müzenin her yerini pırıl pırıl yaparlar. Kadınlar aynı düzene göre evlerde pişirdikleri yemekleri buraya getirirler ve çok geçmeden kapısından girilmeyen Mardin Müzesi keyifli sofraların meskeni olur.

Her şey güzel giderken, iyi şeyleri hazmedemeyen bazı kötü ruhların kötücül enerjisi valiye kadar ulaşır. Vali müzede yemek verilmesini yasaklar. Oysa krizlerden fırsat çıkarmak Ebru Baybara’nın en iyi bildiği iştir. 1888 yılında Ermeni bir mimar tarafından yapılmış, Mardin’deki taş işlemeciliğinin en iyi örneklerinden biri olan fakat her ne hikmetse kimseler içinde yaşamayı istemediği için 7 yıldır boş duran bir evi, iki eliyle tutabildiği kocaman anahtarını teslim alarak kiralar. Mardin’e geldiğinden beri yanında kaldığı yengesinin evinden ayrılır ama şimdi hedef daha büyüktür. Yengesiyle birlikte, daha önce yemek işinde birlikte çalıştığı bütün kadınlar bu işte de yanında olduklarını söylerler. 8 Haziran 2001 tarihinde Mardin’in ilk turistik işletmesi Cercis Murat Konağı bu şartlarda açılır.

Mardin’de yalnız bir kadın, mutfağında kadınların çalıştığı içkili bir restoran işletmeye başlayınca küçük yerlere özgü dedikodu mekanizması çok geçmeden devreye girer. Küçük bir toplumda bir kadının arkasından konuşulabilecek her şey konuşulur hakkında, hiç birine kulak asmayıp işine bakar Ebru Baybara. Ama sıkıntılar da artarak sürmektedir. Bir gün kadınların hiçbiri işe gelmez. “Kusura bakma abla, dansöz var, müzik var, içki var. Beyler izin vermiyor” derler. Yeni bir ekip kurup yoluna devam eder. Bu arada ziyaretine gelen babasının, çok güzel işler yaptığını söylemesi ve barışmaları büyük moral kaynağı olmuştur. Eşi bir yıl sonra yörenin koşullarına alışamadığını söyleyerek Mardin’den ayrılmıştır. Tam da o sıralar ikinci kez nikah masasına oturup üç çocuk doğuracağı müstakbel eşiyle tanışır.

Cercis Murat Konağı muhteşem atmosferi ve damak çatlatan lezzetleri ile Mardin’in en önemli mekanlarından biri haline gelmiştir. Zamanla Mardin halkının bu işten para kazanacağına aklı yatınca, yanlarında çocukları, kardeşleri, eşleriyle gelip kendisinden fikir almaya başlarlar. Böylelikle Mardin’de yeni bir sektör oluşur. Düne kadar geleneksel aile işçisi olan kadınlar en iyi bildikleri işi yaparak, yemek pişirerek, hem turizm sektörüne hem kendi evlerine katkı sağlar hale gelirler.

Ebru Baybara 2007 yılında Kent State Üniversitesi tarafından sosyal girişimcilik alanında dünyanın 16 ülkesindeki 4 kadından biri seçilir. Cercis Murat Konağı’nın açılma projesi Uygulanabilir Geleneksel Ekonomiler Yaratma konusunda örnek teşkil etmiştir. Bir yandan işletmecilik yaparken diğer yandan Orta Doğu ve geleneksel Anadolu mutfağı konusunda araştırmalar yaparak aşçılık konusunda kendini geliştirir. 2011 yılında Garanti Bankası ve KAGİDER tarafından En İyi Kadın Girişimci seçilir. Aynı yıl Japon devlet televizyonundan bir grup televizyoncu gelir, ülkenin güneyinde tsunamiden etkilenen balıkçı köylerinde geleneksel yapıyı bozmadan bir çalışma yapmak istemekte ve Baybara’nın projesini kendilerine yakın bulmaktadırlar. Tv ekibi Mardin’de bir belgesel çeker ve dünyanın öbür ucuna harika mesajlar gönderilir.

2014 yılına gelindiğinde Mardin’de turist sayısı 11 binden 700 bine, yatak kapasitesi 220 den 5800’e ulaşmıştır. Değişime inanan bir avuç kadının öncülüğü ile kentte bir turizm ekonomisi kurulmuştur. Her şey bu kadar güzel giderken terörün soğuk yüzü, bir zemheri rüzgarı gibi ezer geçer Mardin’in rengarenk turizm çiçeklerini… Önce Kobani olayları, ardından 2015 Haziran seçimleri ve Nusaybin, Sur, Cizre olayları... Değil turist ağırlamak sokağa çıkamaz hale gelir Mardinliler…Ve Ebru Baybara evden dışarı çıkmadığı on gün boyunca hayatında ilk kez kana kana ağlar…Ama pes etmek, korkmak, yılmak gibi sözcüklere onun sözlüğünde yer yoktur. Geleneği, emeği ve birlikte yaratmanın gücünü bir araya getirdiği yeni projelere yelken açar çok geçmeden. Bu kez Mardin yemek kültüründe hem tatlı hem tuzlu yiyeceklerde kullanılan yenibahar adlı baharattan yola çıkarak, yöre kadınlarının el emeği göz nuru el işlerinin değerlendirildiği Hayatım Yenibahar projesini hayata geçirir.

2017 yılına gelindiğinde, eğitmen şefliğini yürüttüğü, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ve Harran Kaymakamlığı destekli Harran Gastronomi Okulu projesi ile Bask Dünya Aşçılık Ödülleri'ne aday gösterilir Ebru Baybara. Dünyada gastronomi konusunda haklı bir prestije sahip olan bu ödüle ilk kez bir Türk aday olmuştur. 100 bin Euro ödüllü yarışmada 110 yarışmacı arasında ilk 10'a kalma başarısını elde eder. Birincilik ödülünü alamasa bile bu proje ile gastronomi alanında dünyanın önemli merkezlerinden biri olan Bask Bölgesi ile Mardin arasında kurulan köprünün, zengin yemek kültürümüzün farkına varılmasına katkı sağlayacak olmasından büyük mutluluk duyar.

Ebru Baybara şimdilerde proje kapsamında bölge kadınlarının ve Suriyeli sığınmacıların daha insani koşullarda çalışabilmeleri ve hak ettikleri imkanlara kavuşabilmeleri için eğitimler vererek özellikle kadınların hayatına dokunmayı sürdürüyor. Ayrıca Türkiye’deki birçok üniversitede Cercis Murat Konağı, Hayatım Yenibahar Derneği ve Harran Gastronomi Okulu projesini anlatarak üniversite öğrencilerine girişimcilik eğitimleri veriyor. Ve babasının “hayata karşı bir duruşunuz ve her zaman bir amacınız olsun” şeklindeki öğüdünü hep hatırlayarak çoook güzel işler yapmaya devam ediyor…

Özlem Kekeç Bülbül

🗣Slogan Atatürkçülüğü, Mandacılık ve Kemalizm - Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı

20190924

✍️ Mevlânâ’nın Yazı Dili Niçin Farsçadır? - Prof.Dr. Neşet Çağatay

Prof.Dr. Neşet ÇAGATAY

Mevlana Celaleddin Rumi özbeöz Türk olduğu halde, yurdumuzda ve yabancılar arasında onun, mesnevi’deki ve divan-ı kebir’deki şiirlerini, mecalis-i seb’a, fıh-i mafıh ve mektubattaki nesir yazılarını niçin Türkçe yazmadığı konusu tartışılıp durmuştur.

Mevlana’nın Konya’da medresede verdiği dersler de Farsça idi. O bu dersleri, sokaktan gelen kişilere değil, Farsça bilen, felsefede, tasavvufta ve İslami bilimlerde yetenekleri olan elit bir topluluğa veriyordu. Zaten bir kişi Farsça bilse de, o bilimlerde behresi yoksa o dersleri anlıyamazdı. Onları anlıyabilmek için temel gerekti. Bu derslerin Farsça verildiğini, bunlardan bir kısmını oluşturan Farsça “fıh-i mafıh” adlı eserinden de anlıyoruz.

Celaleddin Rumi, şiir halindeki ve nesir halindeki bütün eserlerinde bir hayli Türkçe sözcük kullanmış ve bir miktar da Türkçe şiir yazmıştır ama on onbeş beyti geçmeyen bu Türkçe şiirler, mesnevinin yirmi yedi bin beşyüz beytine ve divanın otuz beş bini aşkın beytine kıyasla hiç denecek kadar azdır.

Kendisi Türk ve anadili Türkçe olan bir kişinin başka dillerde yazdığı eserlerde anadilinden sözcüklerin, terimlerin yer alması kadar doğal bir şey olamaz. Bu onun Türklüğünün özelliği ve simgesidir. Bunlara ve
Bigane megirid mera zin kuyemDer kuy-u şuma Hane-i hod micuyemDüşman neyem her çend ki düşmen ruyemAslem Türkest egerçi hindu guyem
dörtlüğünde Türk olduğunu en açık bir biçimde söylemesine rağmen, eserlerinin Farsça olması nedeniyle kendisini İran asıllı sayanlar epey çoktur. Mevlana, eserlerini neden Türkçe yazmadı da Farsça yazdı? Bu konuya girmeden önce, onun doğup büyüdüğü çevre ve çocukluğu üzerinde biraz durmak istiyorum.

Bilindiği gibi Ahmed Eflaki, Mevlana’nın doğumunu, “Menakıb ülArifin” adlı Farsça eserinde ayıyla günüyle H. 6 Rebiyülevvel 604 (M. 30 Eylül 1207) olarak yazar. Yine bu esere göre Mevlana ve babası Bahaeddin veled 1212 yılında, oturmakta oldukları Belh şehrinden çıkmışlardır. Bu göçün nedeni olarak da Harezmşahlar Sultanlığı şehirlerinden Herat’ta ya da bu devletin yeni başkenti Urgenç’de(1) dersler vermekte olan şafiî bilgini Râzî (Fahreddin Ebu Abdullah Muhammed Razi: 1149-1209)ile aralarının açılmasını gösterir.

Helmul Ritter’in de dediği gibi(2) biz de bu söylentinin doğru olmadığını sanıyoruz; Çünkü Fahreddin Razi, Bahaeddin Veled’in Belh’ten ayrılışından üç yıl önce ölmüş bulunuyordu. Ayrıca Râzî’nin Belh şehrine geldiğine dair kaynaklarda hiç bir kayıt yoktur.

Sultan Veled, İbtidaname adlı eserinde sadece, dedesi Bahaeddin Veled’in Belh halkına darıldığını ve ülkeyi bu yüzden terk ettiğini bildiriyor. Sultan Veled ayrıca Belh’in Moğolllar tarafından alındığı haberi ulaştığı zaman dedesinin yolda olduğunu söylüyor. Moğollar,  Belh’i 1218 yılında aldığına göre Mevlânâ ile babasının Belh’ten 1218 veya 1217 yılında ayrılmış olmaları gerekir.

Bize gör Bahaeddin Veled’in çoluğuyla çocuğuyla bu yolculuğa çıkışı, Moğol vahşeti korkusundandır.. Çünkü Moğol hükümdarı Cengiz’in (kendisine Temuçin de denir: 1115-1227), Harezmşahlar hükümdarı Kudbeddin Mehmet’le (saltanatı: 1200-1220)3 arası o sırada eyice açılmıştı. Öte yandan Kutbüddin Mehmed, ne Nâsırı ne de onun halifeliğini tanımayıp Alaelmülk Tirmizi adında birini kendisine halife (dini lider) atamıştır. Hunun üzerin Abbasi halifesi Nasır Lidinillah da (Ebu’l-Abbas Ahmed b. el-Mustazi; hilafeti: 1180-1225. Yaşamı: 1155-1225) Cengiz’i, Harezmşahlar Devleti topraklarına aldırmaya kışkırttı.

Bütün bunlar ve Moğollar’ın doğuda kanlı baskınlar yaparak batıya doğru yürümeye başlamaları, Harezmşahlar ülkesinin yakında kanlı bir savaş bölgesi haline geleceğinin gösteriyordu.

Bahaeddin Veled herhalde bu durumları, bilimsel çalışmaları ve yaşamı için tehlikeli gördüğünden göç etmeye karar vermiştir.

İranlı büyük bilgin değerli dostum rahmetli Bediüzzaman Firuzanfer de “Mevlânâ Celaleddin Muhammed meşhur be-Mevlevî” adlı eserinde Bahaeddin Veled’in Moğol korkusundan Belh’ten çıktığını söyler.

O’nun bu göç sırasında, yolunun üzerinde bulunan Nişapur’a uğradığı, ünlü İran şairi Feridüddin Attar’la (1119?-1193?) görüştükleri, Eflakî’nin verdiği doğum yılı doğru se o sırada beş altı yaşlarında olması gereken Celaleddin’e iltifatlarda bulunduğu hatta “Esrarname adlı eserinin ona hediye ettiği de söylenir(4). Bu ziyaret sırasında Attar, Bahaeddin Veled’e “umarım ki yakın bir gelecekte oğlun âlemde gönüllere ateş verecek, onları yakacak” demiş. Mevlânâ, Attar’ın Esrarnamesini hep yanında saklamış, bu kitaptaki bazı öyküleri, daha sonra yazdığı Mesnevi’sine almış.

Oysa ki Devletşah’ın (Devletşah Alaüddevle Bahtişah Gazi Semerkandi: 1431-1495?) Tezkiret üş-Şuara’sına göre Feriüddin Attar 1119 yılında doğup 1193 yılında ölmüştür. Buna göre Bahaedddin Veled’in batıya göç etmesi Attar’ın ölümünden on dokuz yıl sonra olması gerekir.

Anadolu’da orta çağın uzunca bir bölümünde XIV. Y. Yılın sonlarına dek yaşamış olan Türk büyüklerinin yaşam öyküleri genellikle İranlı ve Arap yazarlar tarafından kaleme alınmıştır. Onlar da bunları yazarken objektif ve titiz davranmadıklarından bu biyografilerde büyük yanlışlıklar ve eksiklikler göze çarpar.

Anadolu Türkleri arasında tezkire ve biyografi yazarları oldukça geç yetiştiğinden bu bölgede yetişen şair, edebiyatçı ve tarihçilerimizin hayatlarının doğru ve bilimsel olarak tesbiti güç olmuştur. Örneğin, onüçüncü yüzyıl Anadolusunun sosyo-politik, ekonomik ve düşün hayatında çok önemli bir rol oynamış bulunan Ahi Evren, Hacı Bektaş Velî, Nasrüddin Hoca, Tapduk Emre, Yunus Emre gibi Türk büyüklerinin yaşam öyküleri hakkındaki bilgiler yeni gerçeğe yaklaşık olarak tesbit edilmeye başlanmıştır. İranlı şair Feridüddin Attar’ın doğum ve ölüm yıllara içinde değişik rakamlar verilmektedir; Kendisinin, yukarıda dediğimiz gibi 1119-1193 yılları arasında yaşadığı yazılmakta ise de 1234 yılında öldüğü üzerine yeni bir görüş de vardır.

Bu durum, Mevlânâ Celaleddin Rûmî içinde öyledir. Mevlânâ’nın hayatından söz eden “Menakıb ül-Ârifin” adlı Farsça eserin sahibi yerli yazarımız Şemseddin Ahmed Eflâkî (1291-1360), Mevlânâ’nın ölümünden on sekiz yıl sonra doğmuştur. Bu nedenle onun Celaleddin Rûmî hakkında verdiği bilgiler, başkalarından alınmadır, yanlış olabilir netekim deyanlıştır; çünkü Mevlânâ, kendi eseri olan Fih i mafih’te, 1212 yılında, Harezmşah hükümdarı Kutbüddin Mehmed’in, Semerkand’ı alışı sırasındaki bir olaya tanık olduğunu söylemektedir. Öte yandan yine Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile buluşmasından söz ederken “altmış yaşımda yakaladın beni” diyor. Şems’in Konya’ya gelişini yani Mevlânâ’ya rastlayışını ayı ile günü ile ve saati ile kesin olarak biliyoruz.

Sayın Mehmet Önder “Gönüller sultanı Mevlânâ” adlı eserinde bunları ayrıntıları ile bildirir. Büyük mutasavvıf şairimizin doğum yılı ve yaşamının ilk sıraları üzerine rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı da geniş bir makale yazmıştır.

Şems-i Tebrizi, Konya’ya 1244 yılında gelmiş ve Mevlana’ya bir akşamüzeri, İplikçi Medresesi’nden bineği ile evine dönerken raslamıştır5. Mevlana kendi ifadesi ile o sırada altmış yaşlarında olduğuna Şems de onunla 1244 de buluştuğuna göre Mevlana, Belh’de 1186 yılında doğmuş olur(6).
Burada benim asıl amacım, Mevlana’nın doğum, ölüm yıllarını tesbit etmek değildir. Bu konuyu, biraz önce kendilerinden söz ettiğim iki değerli bilginimiz ve H. Ritter uzun uzun inceleyip sağlam sonuçlara varmışlardır.
Ben, onun doğum yılı, çocukluğunun geçtiği çevrelerden hareketle Mevlana’nın şiir ve nesir halindeki eserlerini Türkçe yazmayışının nedenlerine değinmek istiyorum.
Celaleddin Rumi’nin eserlerini Farsça yazmasının iki önemli nedeni vardır: Birincisi, o bölge şehirlerindeki şairler, düz yazı yazan edebiyatçılar, felsefeciler ve mutasavvifler gibi bilim adamları arasında, medreselerde Farsça yaygındı. Oralardaki dersler genellikle Farsça yapılıyor, eserler Farsça yazılıyor hatta devletlerin resmi yazışmalarında Farsça kullanılıyordu. Bilindiği gibi bu gelenek, Anadolu Selçukluları veziri Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 yılında Türkçeyi resmi dil ilan edişine kadar Anadolu Selçukluları’nda da sürmüştür.
Yukarıdaki ip uçlarına dayanarak Mevlana’nın 1186 da doğduğu kabul edilebileceğine göre o, babasıyla Belh şehrinden göç ettiğinde yirmi beş otuz yaşlarında bulunuyordu. Bu yaşa kadar okuyup yazdığı belki de şiir söylediği bir edebi dili bırakıp Türkçe yazamazdı; çünki o zamana kadar bütün yazı sanatlarını, kalıpları, mazmunları ve vezinleri Farsçada öğrenmişti.
İkinci neden, yine o, yirmi beş otuz yaşlarına kadar ailesi içinde ve bütün Harezm bölgesinde, Belh’de konuştuğu Türkçe Harezm bölgesinde, Belh’te konuştuğu Türkçe Harezm lehçesi ile idi ki bu lehçeye “Hakaniye Türkçesi, Kaşgar veya doğu Türkçesi denir7. Mevlana’nın gelip aralarında yerleştiği Anadolu Selçuklularının lehçesi ise Türkmence yani oğuzca idi. Bu lehçeye batı Türkçesi veya Kıpçakca da denir.

Bu iki büyük Türk lehçesi yani Hakaniye Türkçesi ile oğuzca arasında yapı ve vurgu bakımlarından, daha XI. y. yılda bile kesin ve büyük bir takım ayrılıklar olduğu, Mahmud Kaşgari’nin, üzerinde iki yıl çalışarak 1074 de bitirdiği “Divan-ı lugat it-Türk’ünden anlaşılıyor.   Yani Mevlana Anadolu’ya geldiğinde eserlerini Türkçe yazsaydı, doğup büyüdüğü ailesinin ve Harezm bölgesi halkının konuştuğu hâkaniye lehçesiyle (doğu lehçesiyle) yazacaktı. Bu lehçe ise Anadolu’ da konuşulan oğuz lehçesinden (batı lehçesinden) farklı olduğundan, yeni geldiği bu bölge halkı onu rahatça anlayamıyacaktı.

Şimdi burada bu iki lehçenin arasındaki farkı göstermek için doğu ve batı Türkçelerinde yazılmış şiirlerden örnekler vermek istiyorum.

Bilindiği gibi, Türkistan ve Harezm bölgeleri şehirlerinde, eğitim görmüş kişiler arasında Farsçanın egemen olmasına karşın Anadolu’da olduğu gibi doğudaki Türk halkı da özTürkçe konuşuyor aralarından, edebi ürünlerin bütün türlerinde hatta, ilahiyat, felsefe ve tasavvuf alanlarında şiirler yazan, büyük kütleleri arkasından sürükleyen, Arap ve Moğol saldırılarında olduğu gibi halkın milli şuurunu, gururunu ayakta tutan, hâkim Süleyman Ata’lar, Ahmet Yesevi’ler gibi bir çok güçlü şairler yetişmiş bulunuyordu.

Şimdi önce hakaniye yani doğu lehçesinde şiir yazmış ve Celaleddin Rumi’nin doğumundan yirmi yıl önce ölmüş bulunan Ahmet Yesevi’nin (ölümü: 1166) divanından (Divan-ı hikmet) beş beyt verelim:
Riyazetni katığ tartıb kanlar yutubMin defter-i sani sözdin açtım manaKul Haca Ahmed men defter-i sani aytımİki alem işretların meyga saydımMin defteri sani aytım kani kulakKan-yaş töküb yığlamaslar misl-i bulakTaze taze Hikmet’larım sani defterİsiz sözüm nadanlarka kılur ebterMin defter-i sani aytım sizka yadigarErvahimdin medet tılab okung zinhar
Bir de Mevlana’dan, yine Hakaniye Türkçesinden bir kaç beyt alalım.
Yukarıda da dediğimiz gibi Mevlana çok az Türkçe şiir söylemiştir.
Onun bazı beytleri ve rubaileri de Farsça Türkçe karışıktır.

Önce Farsça-Türkçe karışık rubailerden birer örnek verdikten sonra bir kaç da Türkçe beytini verelim.
Mevlana, mesnevide ve divanında Farsça dizeler içinde pek çok Türkçe sözcükler kullanmıştır. Bunlar: amaç, armağan, ayaz (soğuk), aş, baba, bey, çarık, çavuş, damgaçi, götürü, gerek, gerdek, hakan, kak (kuru meyve), kışlak, yaylak, koç, konuk, korukçu (korucu), sürme, sancak, Tanrı, tuzluk, tutmaç, töre, yasa, tamu (cehennem), uçmak (cennet), yağı (düşman), yurd … gibi.

Türkçe karışık Farsça beytler:

Goftem korukçu geşte-i ışk amma yurtu dil
Yaylak-ı sultan çün büved kışlak-ı çobanist in (Divandan)
Çü nûşidem zi tutmaceş füru kubid çün sirem
Çü tuzluk ru turş kerdem kezan şirin buridestem (Divandan)
An yeki Turki bedo goftem in benem
Men nemihahem ineb hahem üzüm (Mesneviden)
Mahest nemidanem hurşid ruhat yane
Bu ayrılık oduna nice cigerim yane (Divandan)

Türkçe şiirlerinden:

Kiçkinen oğlanhey bize gelgil–Dağdan dağdan hey bize gelgil
Ay bigi sensin gün bigi sensin–Bimeze gelme bameze gelgil
(Divandan)

Yüzün ey yarı ruhani virir ısı bigi cani
Senin eylügön kani eger men müttehem başem (Divandan)
Şimdi, 1226 yılında Karaman’da doğmuş ve 1312 yılında Konya’da ölmüş olan, Mevlana’nın büyük oğlu Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinden bir kaç örnek verelim. Bu beytler onun ibtidaname adlı eserinden alınmıştır:
Kim sini ol ulu Haka degüre –Korkulu köprüden genez geçüre.
Sıdk ile dut kati anun eteğin – Kim sini ilte ol çalaba değin.
Dikeni var bırak, gülef algıl – Kamusını kogıl bana gelgil.
Ol yola ben eyü kılavuzvan – Sen binüm südümiç kim ağuzvan.
Gözlerün ben açanı ki ~ey göresen, –Değmelerden neçe neçe sora sen.
Ne ki vardur cihanda bildüreven – Sini Hakdan tamam tolduravan.
Görüldüğü gibi Sultan Veled Anadolu’da doğduğu halde, beş altı yaşına kadar dedesi Bahaeddin Veled’le babasından, dedesinin ölümünden sonra da babasından dinlediği hakaniye lehçesiyle şiir söylemiştir.
Şimdi de, oğuz Türkçesi ile batı Türkçesi arasındaki farkı göstermek üzere Mevlana’nın ve oğullarının çağdaşı olan XIII. yüzyıl Anadolusunun güçlü halk şairi Yunus Emre’den (1238-1320) bir kaç örnek vermek istiyoruz:
Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kanaNe akılem ne divane gel gör beni aşk neylediGeh eserem yeller gibi geh tozaram yollar gibiGeh akaram seller gibi gel gör beni aşk neylediMiskin Yunus biçareyem başdan ayağa yareyemDost elinden avareyem gel gör beni aşk neyledi.İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmekdirSen kendini bilmezsin ya nice okumakdırOkumakdan mani ne kişi Hakkı bilmekdirÇün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdirYunus Emre der hoca gerekse var bin haccaHepisinden eyuca bir gönüle girmekdir.
Sonuç olarak şunları söylemek isterim. Gördüğümüz gibi Mevlana’nın düşünce ve bilim yönlerinden büyük bir mistik, dini ve edebi alanlarda çok yetenekli oluşu bir yana, divan edebiyatı dediğimiz, çoğunlukla saraylarda gelişmiş bir türün temsilcisidir. Öte yandan Anadolu’da kendisinin çağdaşı Tapduk Emre’ler, Yunus Emre’ler gibi halk edebiyatı temsilcileri ve Hacı Bektaş’lar Ahi Evren’ler gibi Türkçe yazan kişiler de vardı. Bunlar, tasavvufi, didaktik ve lirik şiirleriyle, telkinleri ve yol göstericilikleriyle, 1243 Kösedağ yenilgisinden sonra Moğol boyunduruğu altına düşen Anadolu Türkünün çöken maneviyatını, sarsılan milli duygularını ve kültür düzeyini yüceltiyor, onların diline, müziğine folkloruna ve sosyo-ekonomik yaşantılarına yön veriyorlardı.

Bu iki edebiyat türü temsilcilerinin yanyana bulunması, eserler vermesi Türksitan’da ve Harezm bölgesinde de aynıdır. Farabiler (Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzlug: 870-950), Beyruniler (Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed: 973-1048), Gazzaliler (Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed b. el-Gazzali: 1058-1111) gibi Türk bilginleri de Farsça, kısmen de Arapça eserler yazmışlardır. Ama Bahaeddin Veled’in çağdaşları Ahmed Yesevi, bunun talebesi Bakırgan lakabıyla anılan Hakim Süleyman Ata’lar da halk edebiyatı türünde Türkçe eserler yazmış kişilerdir. Bununla birlikte, Farsça yazan Türklerle Türkçe yazan Türklerin hepsi evlerinde ve sokakta kuşkusuz Türkçe konuşuyorlardı. Bugün bile Şiraz bölgesindeki Kaşkailer ve Tebriz, Hoy bölgesindeki azeriler arasında durum böyledir; yani eserlerini Farsça yazarlar ama evlerinde, sokakta ve çarşıda Türkçe konuşurlar.

Mevlana’nın, mesnevideki ve divan-ı kebirdeki şiirleri, mecalis-i seb’a, fih-i mafih ve mektubattaki nesir yazıları hep Farsça idi. Netekim fih-i mafih, Mevlana’nın medresede verdiği derslerin, büyük oğlu Sultan Veled tarafından not tutularak toplanmasından meydana gelmiştir8. Esasen bu dersleri, sokaktan gelen sade vatandaşlara değil, Farsça bilen, felsefedej tasavvufta ve İslami bilimlerde behresi olan elit bir zümreye veriyordu. Bahaeddin Veled, Belh’ten göç ettikten sonra arkasından, düşünce, görüş ve anlayış birliği içinde bulundukları Farsça yazıp okuyan bir çok Türk büyüğü Anadolu’ya gelmişti. Bunlar, Bahaeddin Veled’in öğrencisi ve Mevlana’nın hocası Tirmiz’li Seyyid Burhaneddin Muhakkik (ölümü: 1240) , Evhadüddin Ebu Hamid Kirmani (1168-1238) , Mevlana’nın kayın pederi Hoca Şerafeddin Semerkandi, hatta Şems-i Tebrizi (Konya’da ölümü: 1247) bu zincirin birer halkasıdır. Yani hem Türkistan ve Harezm bölgesinde ki hem de Anadolu’daki Türkler arasında hep iki tür edebiyat temsilcileri mevcut olmuştur.  Bunlar: medreselerde düzenli dersler gören, Farsça, Arapça öğrenen, alanlarında büyük üne erişen bilginlerle, tekke ve zaviyelerde buluşup fikir, sanat ve bilgi alış-verişinde bulunan, halk arasında dolaşan halk edebiyatı temsilcileridirler.
Doğuda Türkistanda ve Harezm bölgesinde fars dilinin ve edebiyatının Türkler arasında güçlü etkisi, buralarda Türk dilinin ve edebiyatının gelişmesinin zararına ve bir çok Türk bilgininin, şairinin ve sanatkarının İran asıllı sayılmasına neden olmuştur ama belki de Arap, fars ve Türk kültüründen yararlanarak yüzyılın tasavvuf ve kültür hayatına damgasını vurmuş olan Mevlana’nın özellikle tasavvufta zirveye çıkması da bu karma kültürün etkisi sayesinde olmuştur.
Sözlerimizi özetliyecek olursak, yukarıdan beri açıkladığımız gibi Mevlana, ayrı bir edebiyat türünde ve çevresinde yetişmiş olduğundan Türkçe yazamazdı. Yazsaydı bile, doğup büyüdüğü bölgenin lehcesiyle yani doğu lehçesiyle yazacaktı ki o lehcedeki yazıları, batı lehcesiyle konuşan Anadolu halkı aynı zevk ve heyecanla anlıyamıyacaktı.
Öte yandan Mevlana, geniş, yaygın ve tanınmış bir edebiyat dili olan Farsça yazmış olması sayesinde onun yüce mistiklik şöhreti yüzyıllar arasından geçerek günümüze kadar aynı güçle gelmiştir.
Mevlana’nın milliyeti hakkında kim ne derse desin, kendinin de söylediği gibi özbeöz Türktür. Öyle olmasaydı Anadolu’ya, soydaşlarının arasına gelmezdi. Çünkü asıl İranlılar, dokuzuncu yüzyıldan yani Türklerin İrana yerleşmelerinden sonra Türklere karşı kin beslemişlerdir. Büyük Türk hükümdarı Mahmud Gaznevi’nin sarayında himaye gören Firdevsi’nin (934- 1020) Şehname adlı eserinde, yine Türk hükümdarı Salgurlulardan Ebu Bekr b. Sa’d b. Zengî’nin sarayında himaye gören Sa’di’nin Gülistan adlı eserinde Türk aleyhdarı ifadelere maalesef sık sık rastlanır.
Dipnotlar:
1 Bu şehirden önce Haremzlilerin başkenti Kât şehri idi.
2 Bak. Helmut Ritter, “Mevlânâ Celaleddin Rûmî ve etrafındakiler”, Türkiyat Mecmuası, Cilt: VII-VIII, sayfa 270 vd.
3 Kutbüddin Mehmed, Moğol saldırısından kaçarak Hazer Denizinin güneyindeki Absükûn adındaki küçük bir adada 1228 yılında ölmüştür.
4 Bu söylentiyi M. Fuad Köprülü’de “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserine almıştır. Bak. Üçüncü baskı. 1976, Ankara, sayfa 217 vd.
5 Şems bu ilk gelişinden iki yıl kadar sonra Şam’a dönmüştü. Mevlana, büyük oğlu Sultan Veled’i, onu buldurmaya yolladı. Sultan Veled de kendisini bulup 8 Mayıs 1247 günü Konya’ya getirdi. Onun bu gelişinde Celaleddin Rûmî’nin evlatlığı Kimya adlı bir kızla evlendi; fakat bu kız, oldukça kısa bir süre sonra öldü. Semş’in 5 Aralık 1247 günü içlerinde Mevlana’nın ortanca oğlu Alaeddin’in de bulunduğu yedi kişi tarafından öldürülüp bir kuyuya atıldığı, bir süre sonra oradan çıkarılıp gömüldüğü söylenir.
6 1244 ün altmış yıl öncesi 1186 ederse de, Mevlânâ’nın söylediği altmış yaş, o zaman kullanılan hicri takvime göre hesaplandığından ve 33 hicri yıl 32 miladi yıla eşit bulundunduğundan bu altmış yıl yaklaşık olarak 58 yıl eder, böylece de: 1244-58 = 1186 bulunur.
7 Bak. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3. baskı, sayfa 130.
8 Fih-i mafih adlı eser, Prof. Dr. Meliha Ambarcıoğlu tarafından Türkçeye çevrilip 1954 yılında M. Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır.
*****
Kaynak: Belleten, Cilt: XLVII – Sayı: 185 – Yıl: 1983 Ocak

Alıntı/Kaynak:https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/4478-mevlana-nin-yazi-dili-nicin-farscadir

📰✍️🇹🇷Milli Devlet Devrimci İradeyle korunur ve güçlenir -Ercan Dolapçı

Milli devlet devrimci iradeyle korunur ve güçlenir İşgale uğradık, ordumuzu örgütledik, emperyalizmi yendik, Cumhuriyetimizi, millî devletim...