20190830

🎞 İstanbul'dan köye göçün harika hikayesi | Tersine Göç Projesi -Muğla Ortaca Dalaman


İstanbul'dan Ortaca'ya göç eden yazılımcı. Yaşam koşulları iyi ve gelir seviyesi yüksek olmasına rağmen, çeşitli sebeblerden ötürü tüm bu imkanlarını elinin tersiyle itip ege bölgesinde (Dalaman Ortaca Fevziye Köyü) bir köye ailesiyle beraber yerleşen Mustafa Yılmaz ile bir röportaj yaptım. Onu büyük şehri terketme kararına iten sebepler ne? Neden Dalaman Ortaca'yı tercih ettiler? Orada kendine nasıl bir hayat kurdu? Ne yiyor ne içiyor? Geçimini nasıl sağlıyor? Köy hayatının zorlukları neler? Başla ne tip sıkıntıları var? Köy hayatına adaptasyon sıkıntısı çekti mi? Canı sıkılıyor mu? Gıda güvenliği, alternatif enerji kaynakları konusunda ne düşünüyor? Bu hayatı hayal eden ve planlayanlara tavsiyeleri neler?

🎞 İlginç bir girişimcilik öyküsü




İlginç bir girişimcilik öyküsünü getireceğiz şimdi ekranlarınıza. Kanatlı hayvan üreticisi Halis Katman kendisine zorla satılan 7 kazla şimdi büyük bir çiftliğin sahibi oldu aynı zamanda ihracat da yapıyor. Aksaray’ın İncesu köyünde kanatlı hayvan çiftliği bulunan Katman ürettiği kazları Irak ve İran’a gönderiyor. Katman’ın hedefinde yeni pazarlar da var. İstemeyerek 7 kaz aldı, ihracatçı oldu… Aksaray'ın İncesu köyünde, 2014 yılında satın aldığı tavukların yanında verilen 7 kazı çoğaltarak işini geliştiren Halis Katman, geçen yıl Irak'a 100 bin dolarlık kaz ihracatı gerçekleştirdi. 

Katman, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 6 yıl öncesine kadar köyünde büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği yaparken, gelirlerinin azalması üzerine tarım ve hayvancılık alanında farklı arayışlara girdiğini söyledi. 

Araştırmaları sonunda kanatlı hayvan yetiştiriciliğine yöneldiğini belirten Katman, "2014 yılında ilk olarak 150 tavuk alıp, kanatlı hayvan yetiştiriciliğine başladım. İstanbul’dan bir çiftlikten aldığım tavukların yanında, istemediğim halde 7 kaz verdiler." dedi. 

- "Tüketicilerin kaz etine ilgisi dikkatimi çekti" 
İstemeden de olsa aldığı kazların zamanla önemli bir gelir kapısı haline geldiğini anlatan Katman, şöyle devam etti: 
"Çeşit olsun diyerek aldığım kazları köyüme getirip, bahçeme bıraktım. Sayısı 10 oldu, 20 oldu. Hızla çoğalmaya başlayınca kazın ne şartlarda üretildiğini, tüketildiğini araştırmaya başladım. Son yıllarda tüketicilerin özellikle kaz etine olan ilgisi dikkatimi çekti. Ürettiğim kazları Türkiye'de pazara sunarken, yurt dışından da talep olduğunu gördüm. Irak ve İran’dan talep oldu. Tarım Bakanlığına müracaatta bulunarak, gerekli belgelerimi aldım. 2018 yılında ilk parti olarak 250 kazı Irak'a gönderdim." 

- Köyden 100 bin dolarlık kaz ihracatı Katman, Irak'a gönderdiği kazların yoğun ilgi gördüğünü ve yeni talepleri beraberinde getirdiğini ifade ederek, "İlk kaz ihracatımızın ardından 100, 150 ve 200 adetlik partiler halinde toplamda 2 bin 500 adet kaz ihracatı yaptım. Yaklaşık 100 bin dolarlık döviz girdisi sağladım. Bunu Aksaray'ın bir köyünden yaptığım için gururluyum." diye konuştu. Hobi olarak başladığı kanatlı yetiştiriciliğinde ihracat yapan bir üretici haline geldiğini dile getiren Katman, "Köydeki çiftliğimizde kaz üretiminin yanında süs tavuğu ve ördek gibi bazı kanatlı hayvanları besleyip çoğaltıyorum. Hedefim, bu türlerden de ihracat yaparak ülkeme ve köyüme döviz girdisi sağlamak. Ülke ekonomisine kendi çapımda katkı sağlamak istiyorum." ifadelerini kullandı.

🎞 🇹🇷 ⚓️🚢 Oruç Reis sismik araştırma gemisi, Akdeniz'e doğru yola çıktı⛴🧿



Türkiye, Doğu Akdeniz'deki faaliyetlerine 4 gemi ile devam edecek. Oruç Reis sismik araştırma gemisi, Akdeniz'e doğru yola çıktı.

🎞 Şehirden kaçanlar: İş insanlığından çobanlığa

Şehir hayatından kaçarak köye yerleşenlerin sayısı çoğalıyor. Mersinli Hayrettin Çağrı Ezerer de iş insanlığından çobanlığa geçiş yapanlardan. Yüksek eğitimini tamamlamış, ekstrem sporlarla ilgilenen, doğa belgesellerine konu olmuş genç bir adamken hayatındaki ölümlerle kendisini ve hayatını sorgulamaya başladı. Babasını, ağabeyini ve annesini kaybettikten sonra kendisine "Ben ne yapıyorum?’” diye sordu ve eski Çağrı’yı şehirde bırakıp dağa yerleşti. Toroslar’ın tepesindeki bir dağ köyünde arazi aldı ve buraya bir çiftlik kurdu. Hem hayvancılık hem de tarım yapıyor. İddiası; “İnsan aklından geçirebildiği her şeyi istisnasız başarabilir.” Genç adam artık çiftlik hayatının dertlerine bile aşık olduğu bir hayat sürüyor.

🎞 Sivas'ta festival coşkusu



Sivas'ta festival coşkusu yaşandı. Kızılırmak nehrinin doğduğu topraklar olan İmranlı'da ilk kez Kültür ve Sanat Festivali düzenlendi. Madımak katliamında hayatını kaybeden Sivaslı sanatçı Hasret Gültekin'in adının verildiği park törenle açıldı. Festivalde dostluk mesajları verildi.

🎞 Köylü kadınların yaptığı çelenkler gelir kapısı oldu



Köylü kadınların yaptığı çelenkler gelir kapısı oldu. Burdur'un Bucak ilçesine bağlı Kocaaliler Köyünde neredeyse tüm kadınların uğraşı haline gelen bu süsler, yılın her dönemi Avrupa ülkelerine ihraç ediliyor. Noel zamanı ise artan talebe yetişebilmek için kadınlar uzun measiler yapıyor.

🎞 🌱'Her fidan bir yaşamdır'🌿



Bölücü terör örgütü PKK'nın üstlendiği orman yangınlarından sonra İzmirli anaokulu öğrencileri, banliyö yolcularına bir sürpriz yaptı. Öğrenciler, İzmir halkına; Ağaç sevgisi, çevre bilinci ve doğa temasıyla hazırladıkları hikâyeleri okudu.

🎞 Çam fıstığının fiyatı altınla yarışıyor



Bergama'da 10 yıl öncesine kadar yıllık bin 500 - 2 bin ton civarında üretilen çam fıstığında verim 150 tona kadar geriledi. Bu durum fiyatları da yükseltti. Büyük bölümü ihraç edilen çam fıstığı, altın fiyatı ile yarışıyor.

🎞 👩‍🦰🧑Türkiye'yi yılın 7 ayında 24 milyon turist ziyaret etti

Türkiye'yi yılın 7 ayında 24 milyon turist ziyaret etti. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından açıklanan rakamlara göre, 4 milyon kişi ile Ruslar ilk sırayı aldı.

🎞 🗣 🇹🇷 Kurtuluş Savaşı Gazisi o anları böyle anlattı




Kurtuluş Savaşı gazilerinden olan Mehmet Ali Soy, Büyük Taarruz'da yaşadıklarını 1975 yılında TRT kanalına anlattı. İşte gazimizin anlatımıyla Büyük Zafer ...

🎞 🇹🇷 30 Ağustos Zafer Bayramı coşkuyla kutlandı🇹🇷



30 Ağustos Zafer Bayramı'nın 97'inci yılı yurt genelinde coşkuyla kutlandı. Kutlama adreslerinin en önemli noktası Anıtkabir oldu. İlk töreni, devlet erkanı yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığındaki heyet Aslanlı yoldan yürüyerek Atatürk'ün huzuruna çıktı. 1 numaralı törenin ardından Anıtkabir yurttaşların ziyaretine açıldı. Türk Bayrağını alan 7'den 70'e herkes Ata'sına koştu.

🎞 🇹🇷 30 Ağustos Zafer Bayramı tüm yurtta coşkuyla kutlandı🇹🇷



30 Ağustos Zafer Bayramı tüm yurtta coşkuyla kutlandı. Kutlamalar sabahın erken saatlerinde başladı. Vatandaşlarda ellerinde Türk Bayraklarıyla kutlama alanlarına indi, coşkuya tanıklık etti.


🎞 🇹🇷'Bir millet küllerinden böyle doğdu'



Türk milletinin var oluş mücadelesi 30 Ağustos'taki büyük zaferle kesin sonuca ulaştı. Düşman mutlak olarak yenildi. Anadolu toprakları savaş ve işgallerin ardından büyük zaferle yeniden özgürleşti. Osmanlının küllerinden filizlenen Türk devrimi askeri zaferle taçlandırıldı. Bağımsız, özgür çağdaş bir topluma giden yolda kahraman Türk ordusu Atatürk'ün komutasında o tarihi emri yerine getirdi. Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde "ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir" emri tarihe altın harflerle kazındı

📺 🇹🇷Türk Milleti'nin 30 Ağustos Destanı⚔️🇹🇷🧿



 30 Ağustos Özel Yayını
Uzman Konuklar:
🗣 Osman Selim Kocahanoğlu
🗣 Ercan Dolapçı
🗣 Ertuğrul Sertbaş
🎙 Sunan Deniz Adalı-Ulusal Kanal

-30 Ağustos Zaferi nasıl kazanıldı
-Türk milletinin 30 Ağustos Destanı
-30 Ağustos Zaferi'nin bilinmeyenleri

🎞 🇹🇷30 Ağustos Zafer Bayramı Mustafa Kemal Afyon'da 🇹🇷

30 Ağustos Zafer Bayramı / 30th of August Victory Day Zafer Bayramı, 30 Ağustos 1922'de Mustafa Kemal Atatürk'ün başkumandanlığında Afyon'da

🎞 🇹🇷 İzmir’de 30 Ağustos coşkuyla kutlandı🇹🇷

🎞 🇹🇷30 Ağustos'ta devlet erkanı ve Türk milleti Anıtkabir'de🇹🇷

🎞 🇹🇷Ankara'da 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları🇹🇷

🇹🇷 📰 Medyada 30 Ağustos Zafer Bayramı manşetleri



 

 


✍️ 🇹🇷 Türkiya Büyük Millet Meclisi Ordularının zaferi - Doğu Perinçek


Türkiya Büyük Millet Meclisi Ordularının zaferi


“İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!” emrini alan Orduların adı, “Türkiya Büyük Millet Meclisi Orduları”dır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Eylül 1922 günü Batı Cephesi Kumandanlığı’na gönderdiği “Orduya Beyanname” diye bilinen emrin hitabında aynen öyle yazar.

İmza da “Türkiya Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan M. Kemal”dir (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.13, s.234).

19 MAYIS 23 NİSAN 30 AĞUSTOS SÜRECİ

Gazi Paşa’nın Büyük Taarruz emrini hep değiştirerek aktarırlar. Oysa “Türkiya Büyük Millet Meclisi Orduları” seslenişi, İstiklâl Savaşının devrimci bir hükümetle yürütüldüğünü ifade eder. 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos bağlantısı, Büyük Millet Meclisinin kurulmasındadır. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 günü Anadolu’ya bir Millî Hükümet kurmak için çıktı. Millî Hükümet, 23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisinin hükümetiydi.

26 Ağustos 1922 günü taarruza geçen Ordular da, Osmanlı Ordusu değil, Türkiya Büyük Millet Meclisi Ordularıydı.

TÜRKİYE DEVLETİ SÜRECİ

Büyük Millet Meclisi’nin ve Millî Hükümetin kurulması, devrimdi. Padişahlık fiilen yıkılmış ve yeni bir devlet kurulmuştu: Türkiye devleti. Yeni Devrimci Devletin “Türkiya” adını alması da hemen olmadı. 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılan Meclis, henüz “Türkiya” adını taşımıyordu. Büyük Millet Meclisi’nin adının önüne “Türkiya” sözcüğünün gelmesi, Eylül 1920’dedir. Atatürk’ün Bütün Eserleri’nde bu süreci izleyebiliriz. Mustafa Kemal Paşa’nın 6 Eylül 1920 günü “Bütün Vekâletlere ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Riyasetine”, bugünkü Türkçemizle Bakanlıklara ve Genelkurmay Başkanlığına yolladığı “Umum 1007 Nolu Tezkere” bir dönüm noktasını belirliyor. Aynen şöyle:
“Muhtelif makamlardan yazılan resmî haberleşmelerde, hükümetin muhtelif namlarla adlandırıldığı görülmektedir. Böyle bir uyumsuzluk doğru olmadığından, bundan sonra her tür yazışmalarda yalnız “Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükümeti” ibaresinin kullanılmasını ve bu emrin bütün alt makamlara tamimini rica ederim.”
İmza: “Türkiya Büyük Millet Meclisi Reisi M. Kemal” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.9, s.292).

DEVRİMİN ZAFERİ

İstiklâl Savaşımız 1914 yılının 29 Ekim günü, Türk Donanmasının Rus Çarlığı donanmasını ve Rus limanlarını bombalamasıyla başladı. Dört yıllık çetin savaştan sonra 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesiyle bir mola dönemi yaşandı.

50 gün sonra 19 Aralık 1918 tarihinde Mehmet Çavuş’un Hatay Dörtyol’da Fransız askerine ilk kurşunu sıkmasıyla başlayan ikinci aşama sonunda, işte o Türkiye Devleti Orduları düşmanı Akdeniz’e, denize döktü.

Savaş sekiz yıl sürdü. Devrimci İttihat Terakki Hükümetinin yönetimindeki Osmanlı Devletinin büyük direnciyle başlayan savaş, Devrimci Türkiye devletince kesin zafere ulaştırıldı.

30 Ağustos, Türk Devriminin askerî zaferidir.

Türkiye, 1914 yılından 1922 yılına kadar devrimle savaştı ve devrimle kurtuldu. 1908 Hürriyet Devrimi ve 1920 Türk Devrimi, yeni Türkiye’yi kurdu ve İstiklâl Savaşını kazanacak millî seferberliği hayata geçirdi.

Düşman, devrimin hükümetiyle, devrimin ordusuyla yenilgiye uğratıldı.

30 Ağustos, yalnız bir askerî zafer değildir, devrimin askerî zaferidir.

Her gelinin ve damadın çeyizi


Doğu Perinçek
Alıntı: Aydınlık Gazetesi, 30.8.2019
https://www.aydinlik.com.tr/turkiya-buyuk-millet-meclisi-ordularinin-zaferi-dogu-perincek-kose-yazilari-agustos-2019

30 Ağustos'ta Sitenin hoparlörlerinden yükseliyor marş sesleri

🇹🇷🗣 30 Ağustos’u Atatürk ‘ten dinleyin


30 Ağustos 1922'de Dumlupınar'da Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz'u 97. yılında coşkuya kutluyoruz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Büyük Zafer'den iki yıl sonra 30 Ağustos 1924'de Dumlupınar'da Cumhuriyet tarihimiz açısından oldukça önemli bir konuşma yaparak, şanlı zafere giden yolu an be an anlatmıştı. İşte Atatürk'ün ifadeleriyle 30 Ağustos...

“Efendiler!
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa verdiği kıymetli açıklamalarla burada hazır olanlara Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı'nın ve kesin sonuç veren 30 Ağustos Savaşı'nın oluş şekli hakkında bir fikri özetlemişlerdir. Beş gün aralıksız geceli gündüzlü süren en büyük Meydan Savaşı”nın gerçek içeriği bugün verilen açıklamalardan fazla, yarın tarihin hakemleri tarafından, araştırmacıların inceleme araştırma ve kararları okunduğu zaman daha açık, daha belirgin bir şekilde anlaşılacaktır. Beni milletim, Türk milleti, güvenine lâyık görerek bu hareketlerin başında bulundurdu. Bu görev ve işimin mutlu anısını duygulanarak sevinçle ve gururla saklıyorum. Görevlerini milletin vicdanından gelen gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek fikrine uygun olarak yapmış olanlara özel bir vicdan rahatlığı ile bugün önünüzde bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.

“TAM ÜZERİNDE BULUNDUĞUMUZ BU NOKTAYA GELDİM…”

Efendiler, tıpkı bugün gibi otuz sekiz yılı Ağustos’unun otuzuncu (30 Ağustos 1922) günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman on birinci tümenimiz şu karşıki tepelerde savaşa zorunlu kılınan düşmanın ana kuvvetine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal Köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu.
Dumlupınar’da 30 Ağustos 1924 Günü. Gazi Mustafa Kemal ve Latife Hanım’ın da olduğu törenle meçhul asker anıtı için temel atma töreni yapıldı.
“YATAKTAN FIRLADIM!..”
Beni buraya kadar getiren itici gücün ne olduğunu anlatmak için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim:
29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi hareketleri şubesi Müdürü Tevfik Bey, alışıldığı gibi o saate kadar çeşitli karar merkezlerinden ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden belirlediği ve gösterdiği genel durumu cephe komutanı İsmet Paşa'ya göstermiş ve o da hemen Paşa'ya göster emriyle Tevfik Bey'i yanıma göndermişti. Karahisar'da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım. Beni uyandıran Tevfik Bey'in gösterdiği haritaya baktım, hemen yataktan fırladım. Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şuydu ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun bir durum almış bulunuyorlardı. Şu halde düşündüğümüz ve en büyük sonuçları sağlayacağını beklediğimiz durumlar ortaya çıkıyordu.
“KURTULUŞ GÜNEŞİ 30 AĞUSTOS’TA DOĞACAKTIR…”
Hemen Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim; üçümüz toplandık. Durumu bir daha düşündük ve kesinlikle karar verdik ki, Türk'ün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır.
“İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ DURUM O KADAR HIZ VE ŞİDDET İSTİYORDU Kİ, YAZILI EMİR YETMEZDİ…”
Bu karara göre ordulara yeni emir yazıldı. (saat 6.30 öncesi) Fakat durum o kadar önemli, o kadar hız ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirlerle yetinmek önlemi uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa'dan, Altıntaş ve güneyinden hareket eden ikinci ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan atlı kolordumuzun yanına giderek düşüncemize göre hareketleri düzenlemesini kendilerinden rica ettim. Dördüncü kolordusu ile amaçladığımız düşmanın büyük kısmını güneyden izleyen birinci ordu merkezine de kendim gidecektim.
İsmet Paşa'nın merkezde kalıp genel durumu yönetmesini uygun gördüm.
Fevzi Paşanın kuzeye hareket ederken ben de otomobil ile tren yolunu izleyerek batıya hareket ettim.

“DÜŞMAN ORDUSU MUTLAKA YOK EDİLECEKTİR!”
Akçaşar'da birinci ordu merkezine saat 9'dan önce varmıştım. Ordu komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve dördüncü kolordunun bütün tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü'nün batısındaki düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim. Ve ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir. Ordu komutanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşa'yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu bildirdi. Bir süre bu merkezde kaldım. Sürekli olarak gelen çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüm. Bunlardan biri kurmay subay idi. Zavallı, verdiği bilgiler ışığında istemeyerek başkomutan görevini alan General Trikopis'in ve İkinci Kolordu Komutanı General Digenis'in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu söylemiş oldu. Hemen yanımda bulunan ordu komutanına: Kemâlettin Paşayı bulunuz, kendisine Trikopis'le beraber bütün düşman generallerini mutlaka esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu emir hemen telefonla bildirildi. Zavallı esir subay benim bu emrimi işitir işitmez sunduğum çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi.

“SAVAŞ DURUMUNU GÖZÜMLE GÖRMEK BENİM İÇİN KAÇINILMAZDI”
Daha fazla bu ordu merkezinde kalamazdım. Savaş durumunu gözümle görmek benim için karşı konulmaz bir ihtiyaç oldu. Ordu komutanını da yanıma alarak Dördüncü Kolordu Komutanının bulunduğu şu yöndeki bir tepeye geldik. (Arpalık civarında).Çal Köyü batısında ve kuzeyinde patlayan topların gürültülerini işitiyordum. Oradan durumu dürbün ile gözlemeye uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kesin bir zorunluluk ve ihtiyaç duyuyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek gereklidir ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık bu tepeye gelen yola girdik. Ara sıra yolumuzun soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü Kolordu'nun tümenleri doğudan batıya yolumuzu katederek hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Biraz önce dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek kesin bir sonuç almak gerekliydi. Bunun için bütün ordunun büyük özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını istiyordum.

“KAHRAMAN KOMUTAN DERVİŞ BEY”
Yanımdaki komutanlar bu görüşümü anlar anlamaz hemen ve en sinirli bir şekilde harekete geçtiler. Yazık ki şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir atlı subayına birkaç kelime not ettirerek düşman alanlarını kuzeyden saran ikinci orduya gönderdim. Ve sözlü olarak burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu subay görevini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek bilgi de vermişti. On birinci tümenin kahraman komutanı Derviş Bey, kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu. Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini ulaştırıyordu. İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma çemberini daraltıyorlardı. Bunları görüyordum. Atlı kolumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren atlı subay söylemişti. Arkadaşlar!

“DÜŞMAN ALANLARINI İÇİNDE DURULMAZ BİR CEHENNEME ÇEVİRİYORDUK”
Saat ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: Düşman başkomutanının şu karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu.
Düşman alanlarını saran bir çember üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu.
Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu.
Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı.

“ARTIK KARŞIMDA BİR ORDU, BİR KUVVET KALMAMIŞTI…”
Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi. Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tam olarak yok olmuş perişan bir arta kalan kitle bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu.

“ERTESİ SABAH ORTAYA ÇIKAN MANZARA BENİ ÇOK DUYGULANDIRDI…”
Efendiler, ertesi gün tekrar bu savaş alanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin yüceliği ve buna karşılık düşman ordusunun düşürüldüğü felâketin büyüklüğü beni çok duygulandırdı.

“KIYAMET YERİNİ ANDIRIYORDU”
Karşı sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün kapalı kalmış yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve bitmez tükenmez donatım ve malzeme ile ve bütün bu bırakılan şeylerin aralarında yığınlar oluşturan ölülerle ve toplanıp merkezlerimize gönderilmekte olan sürü sürü esir gruplarıyla, gerçekten bir kıyamet yerini andırıyordu. Bu dar ateş ve saldırı çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik arta kalanlardan oluşmaktaydı. Fakat onlarda daha büyük Türk çemberi içinden çıkmağa başarılı olamayarak başlarında başkomutanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeğe zorunlu olmuşlardır. 
Efendiler, Ağustosun otuz birinci günü yaklaşık öğle vaktiydi ki, yine bu Çal Köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki durumu düşündük. Kazandığımız meydan savaşının bütün seferi sona erdirebilecek bir kararlılık ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa yönünde çekilen düşman kuvvetlerini yok etmekle birlikte, bütün orduyla dinlenmeden İzmir'e yürüyecektik. Efendiler, bugünden sonra İzmir'de “Akdeniz”i, Mudanya'da “Marmara”yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal Köyü'ne gelebilmek için yalnız Sakarya'dan başlayarak harcadığımız zaman tam bir yıldır. Fakat bu belirlediğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız sanırım. Çünkü efendiler, savaş ve özellikle meydan savaşı yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin tüm varlıklarıyla, ilim ve fen sahasındaki dereceleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddî ve manevî güç ve iyi huylarıyla ve her türlü araçlarla çarpıştığı bir sınav sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Sonuç yalnız beden gücünün değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlâkî ve kültürel kuvvetin yükselmesini gerçekleşme derecesine vardırır. Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığı ile yenilmiş sayılır. Böyle bir sonun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz. Yok olup gitmek, yalnız savaş sahasında bulunan orduya ait kalmaz. Asıl ordunun ait olduğu millet, korkunç sonlara uğrar. Tarih, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların birtakım hayalî isteklerle, aracı yerine düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu şekil korkunç sonlarla doludur.

“BİLİNMELİDİR Kİ; BİR MEMLEKETİ İŞGAL ETMEK, O MEMLEKETİN SAHİPLERİNE HÜKMETMEK İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR”
Efendiler, Türk vatanını almak düşüncesini, Türk'ü esir etmek hayalini genel, ortak bir düşünce haline koymaya çalışanların da hak ettikleri sondan kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin geleceği emanet edilen adamlar, milletin kuvvet ve gücünü yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve kabul edilir yararlar elde etmesi yolunda kullanmakla sorumlu olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirip işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hükmetmek için yeterli değildir. Bir milletin ruhu baskı altına alınmadıkça, bir milletin kararlılığı ve iradesi kırılmadıkça, o millete hükmetmenin imkânı yoktur. Halbuki yüzyılların çocuğu olan bu millî ruh, kalıcı ve sürekli bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz. Hükmedilmek istenmeyen bir milleti, esaret altında tutmayı başaracak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son çarpışmalarıyla, özellikle burada kazandığı zaferle, kazandığı kararlılık ve irade ile herkesçe bilinen bu gerçekleri bir defa daha tarihin sinesine çelik kalemle kazımış bulunuyor.
“BÖYLE BİR ZAFER HATIRLAMIYORUM”
Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasını oluşturur. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti'nin temeli burada sağlamlaştırılmış oldu. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır. Burada gerçeklerini söylediğimiz “Şehit Asker” âbidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu âbide Türk vatanına göz dikeceklere Türk'ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücü ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
Efendiler, bu büyük zaferin çeşitli unsurları üstünde en önemlisi ve büyüğü, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Bu olayın tarihimizde ve bütün dünyada ne büyük, ne verimli bir inkılâp olduğunu anlatmaya gerek görmem. Milletimizin uzun yüzyıllardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların yönetim ve baskısı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını sağlama yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin egemenliğini eline almış olması olayının, bütün büyüklüğü ve önemi gözleriniz önünde canlanır. Gerçi büyük zaferin ertesi gününe kadar İstanbul'da halife ve sultan adı altında bir şahıs ve onun işgâl ettiği hilâfet ve saltanat ünvanı ile bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini hak ettikleri sona ulaştırdı. 
Efendiler, millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.
Milletlerin esareti üzerine kurulmuş olan kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. 
Avrupa'nın ortasından, ta doğunun diğer ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu'nun hak ettiği sonu daha güzel anlayabiliriz. Arkadaşlar, saraylarının içinde Türk'ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla birleşerek Anadolu'nun, Türklüğün karşısında yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından sürülmeleri, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. Türk milletinin atalarının kutlu emâneti olan bu topraklarda tam anlamıyla efendi olarak yaşaması; ancak o lüzumsuz ve manasız olmaktan başka, varlıkları tam zarar ve felâket olan makamların yok edilmesiyle mümkün olabilirdi.Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği acıları, üzüntüleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar üzüntüler ve kötülükler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mutlu ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip kalmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün çocuklarını toplu ve dikkatli bulundurmak gereklidir. 
Efendiler, yüzyıllardan beri inleyen, fakat baskıcıların, aldatanların, bilgisizlerin oluşturdukları engellerle yürek parçalayan sesini milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan bugün diyor ki; can kulağınızı, bağrında en derin üzüntüler duymuş annenizin samimî sözlerine sürekli açık bulundurunuz. Efendiler, Asya'da, Avrupa'da, Afrika'da hükmedici olma güç ve kabiliyetini göstermiş olan atalarımız, zamanında bu sesi duymaktan geri çevrilmemiş olsalardı; Türk topluluğunun, Türk idealinin, Türk çıkarlarının korunmuş ve çoğaltılmış olacağı anavatanı bugünkü parçalanmış şeklinde mi miras alırdık.

“YÜZYILLARDIR TÜRKİYE’Yİ YÖNETENLER BİR TEK ŞEYİ DÜŞÜNMEMİŞLERDİR…”
Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve hüner, yüksek medeniyet, hür düşünce ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, istiklâl, gerçek varlık… Vatan bu isteklerini tamamen ve hızla yerine getirmek için kurallı ve gerçek bir şekilde çalışmayı emreder. Efendiler! Yüzyıllardan beri Türkiye'yi yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye'yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde giderebiliriz: O da artık Türkiye'de Türkiye'den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü kurtuluş ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz.
Efendiler! Bizim milletimiz vatan için, özgürlüğü ve egemenliği için özverili bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz yaptığı inkılâpların kararlı savunucusudur da. Benliğinde bu iyi huylar yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz. Efendiler! Milletimiz egemenliğini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık kötülüklerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Maddî kuvveti yıprattırılmış, savunma araçları elinden alınmış, mânevî dünyası, kutsal saydıkları saldırıya uğramış üzücü bir durumda bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen varlığını ve istiklâlini kurtarmağa karar verdi. Bu kararında başarı sağlayabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket seçmesi gerekiyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde mutlaka başarı sağlamayı amaç kabul etmesi gerekiyordu. Millet bütün varlığıyla bütün özverililiğiyle, bütün inancı ile o hedefe beraber yürümeli ve mutlaka başarılı olmalıydı. Efendiler, o hedef burasıydı. Amaç olan başarı, burada kazanılan zafer idi.
Efendiler! Milletimiz bundan sonraki işinde de başarılı olabilmek için, millî hedefini bütün açıklık ve kesinlikle, bütün vatandaşların gözünde ve yüreğinde bütün parlaklığı ile belirlemiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin ideali olarak adlandırınız. Fakat bu ünvanı verirken dikkat ediniz ki, hayal olan bir anlama kendimizi kaptırmayalım.
Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal toplum olmaktır. 
Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti, özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş eserlerle mümkün olur. Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu söylediklerimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar. Efendiler! Çağdaşlık yolunda başarı yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen alanında başarılı olmak için tek olgunlaşma ve yükselme yolu budur. Hayat ve dirliğe hükmeden emirlerin, zaman ile değişme, olgunlaşma ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşları, fennin harikaları, dünyayı şekilden şekile geçirttiği bir dönemde, yüzyıllık eskimiş düşüncelerle, geçmişe tapınmakla varlığını korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki, uygarlığın temeli, yükselmenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta kötülük, mutlaka sosyal, iktisadî, siyasal güçsüzlüğü gerektirir. Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile görevlerini idareye yeterli bulunmaları gereklerdendir.
Efendiler! Milletimiz burada belirlediğimiz büyük zaferden daha önemli bir görev peşindedir. O zaferin anlaşılması milletimizin iktisat alanındaki başarılarıyla mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, ekonomik açıdan zayıf bir yapı fakirlikten kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin yönetimindeki başarı da, ekonomisinde edinilen bilgiler derecesiyle uygun olur. Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl savunması için varlığı gerekli olan bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin genişleme ve açılmasıyla mükemmel olabilir.Milletimizin özünde bulunan kuvvetli karakter, sarsılmaz irade, ateşli milliyetçilik, iktisadî başarıdan kaynaklanacak verimlerle de hak ettiği derecede desteklenmek zorundadır. Yüzyılın içindeki mücadelede milletimizi başarılı kılacak bir ekonomik hayat sağlanmasını amaç edinen genel öğretim ve eğitim sistemlerimiz, her gün daha çok gelişecek ve elbette başarılı olacaktır.Efendiler! Artık bugün hayat ve insanlık gerekleri bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır. Bunlara karşı olan söylentiler ahlâk ve inanca uymaz. Gerçek ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar. Boş sözler, uydurmalar kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve olgunlaşma yeteneği olan milletimizin, sosyal ve fikrî inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller derhal yok edilmelidir.
Efendiler! Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum: Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile, insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız. 
Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz. Arkadaşlar, bu gazilik ve şehitlik diyarını terk ederken “Şehit Asker”i hep beraber saygıyla selâmlayalım.”
Hâkimiyet-i Milliye,: 31.08.1924

Kayseri'de 7,5 milyon yıllık dev fosil bulundu




Haberler.com


Geçen yıl Eylül ayında, Taşhan Mahallesi'ndeki Yamula Barajı kıyısında keçi otlatan çoban, dev fosil parçası buldu. Çobanın durumu bildirmesi üzerine bölgede kazı yapıldı. Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle bu yılki kazı çalışmaları Haziran ayında yeniden başladı. Kasım ayı sonuna kadar Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi ve Hacı Bayram Veli Üniversitesinden profesörlerin danışmanlık yaptığı ve 8 kişinin çalıştığı kazılarda bir ilk yaşandı. Kazıda dünyada ilk kez olduğu belirtilen tek parça halinde, 7,5 milyon yıl önce yaşadığı tahmin edilen 2 metre 70 santim boyunda 'Choerolophodon' cinsine ait fosil bulundu. Kafatası ve alt çenesi tam halde bulunan fosilin boyut olarak dünyanın en büyük fosillerinden birisi olduğu değerlendirildi.



"TARİHE IŞIK TUTMAYA DEVAM EDECEĞİZ"

Kazı alanında incelemede bulunan Kayseri Büyükşehir Belediyesi Başkanı Memduh Büyükkılıç, "Yaklaşık 7,5 milyon yıla tarihlendirilen 'Choerolophodon' cinsine ait bir fosil bulduk. Günümüz fillerinin atası olarak kabul ediliyor. Bugüne kadar kafatası ve alt çenesinin tam olarak bulunduğu ilk fosil olarak dünya literatürüne girdi. Kazıları devam ettirip, tarihe ışık tutmaya devam edeceğiz" dedi.



"FİLİN ATASI"

Hacı Bayram Veli Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Okşan Başoğlu, kazı çalışmalarının devam ettiğini söyleyerek, "Kazı ekibimiz dünyada ilk kez tek parça halinde bozulmamış halde bulunan filin atası olarak değerlendirilen 7,5 milyon yıl önce yaşamış 'Choerolophodon' cinsine ait canlının fosilini buldu. Bölgede yapılan çalışmaların uzun yıllar sürmesi bekleniyor. Bu kazı çalışmaları sonrası ortaya çıkan fosilleri görmek için Alman ve Finlandiyalı bilim insanları Kayseri'ye gelmek istiyor. Bu bölge daha fazla sürprizlere gebe görünüyor. Bulunan fosil, alçılama yöntemi ile kazı yerinden alınarak bilim merkezine götürülecek" diye konuştu.

Bölgedeki çalışmaların 30 yıl sürmesi bekleniyor.

Kaynak: DHA

20190828

🇹🇷🗣1. Maarif Kongresi’nin Açış Konuşması



1. MAARİF KONGRESİ’NİN AÇIŞ KONUŞMASI

15 Temmuz 1921

Mustafa Kemal Atatürk

Muhterem Hanımlar, Efendiler

Harb-i umûmî memleketimize bir mağlûbiyet tevcîh etti. Düşmanlarımız bunu vesile kılarak, milletimizi tamamen imhâ etmek istediler. Buna karşı vukûa gelen galeyân-ı milliyye, Ankara, muazzam bir sahne oldu. Bizi yaşatmamak isteyenlere karşı yaşamak hakkımızı müdafaa etmek üzere toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, burada, Ankara’da toplandı. Bugün, Ankara, millî Türkiye’nin “millî maarifini” kuracak olan Türkiye Muallime ve Muallimler Kongresi’nin toplantısına sahne olmakla da iftihar etmektedir.

Asırların yüklü olduğu derin bir ihmal-i idarinin bünye-i devlette vücuda getirdiği yaraları tedavi için harcanacak himmetlerin en büyüğünü hiç şüphesiz irfan yolunda hazırlamamız lâzımdır.

Gerçi bugün maddî ve manevî kuvvet kaynaklarımızı, hudud-ı milliyemiz dahilindeki memleketlerimizde işgalci bulunan düşmanlara karşı kullanmak mecburiyetindeyiz. İrfan-ı memleket için tahsîs edilebilen şey, müstakbel maarifimize dayanak noktası olacak bir temel kurmağa kâfi değildir. Ancak vâsi ve kâfi şartlar ve vasıtalara malik oluncaya kadar geçecek mücadele günlerinde dahi kemal-i dikkat ve itina ile işleyüp çizilmiş bir millî terbiye programı vücuda getirmeğe ve mevcut maarif teşkilâtımızı bugünden verimli bir faaliyetle çalıştıracak esasları hazırlamaya mesai sarf etmeliyiz.

Şimdiye kadar takip olunan tahsîl ve terbiye usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fıtri niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliyye ve tarihiyyemizle mütenâsip bir kültür kastediyorum. Çünkü davayı millîmizin inkişâf-ı tâmmı, ancak böyle bir kültür ile temin edilebilir. Lâ-ale’t-tayîn bir ecnebi kültürü, şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin yıkıcı neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (Harâset-i Fikriye) zeminle mütenasiptir. O zemin, milletin seciyesidir.

Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa mevcudiyeti ile, hakkı ile, birliği ile taarruz eden bi’l-ûmum yabancı unsurlarla mücâdele lüzûmu ve efkâr-ı milliyeyi kemali istiğrak ile her mukâbil fikre karşı şiddetle ve fedakârane müdafaa zarûreti telkîn edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvâ-yi ruhiyyesine bu evsâf ve kabiliyetin zerki mühimdir. Dâimi ve müthiş bir mücâdele şeklinde tebârüz eden hayat-ı akvamın felsefesi, müstakil ve mesut kalmak isteyen her millet için bu evsafı kemal-i şiddetle talep etmektedir.

Teferruâtını tamamen erbâb-ı ihtisasına bırakmak istediğim bu mesele hakkındaki umûmî nokta-i nazarımı ikmalen ifade için yeni neslin techiz olunacağı evsaf-ı maneviyye meyânında kuvvetli bir aşk-ı fazilet ve kuvvetli bir fikr-i intizam ve inzibattan da bahsetmek zaruretindeyim.

İşte biz, bu kongrenizden yalnız, çizilmiş eski yollarda âlelâde yürümenin tarzı hakkında müdavele-i efkâr etmeği değil belki serdettiğim şartları hâiz yeni bir san’at ve marifet yolu bulup millete göstermek ve o yolda yeni nesli yürütmek için rehber olmak gibi mukaddes bir hizmet bekliyoruz. Maârif Vekâleti’nin halkı tanımış, muhiti ve memleketi takdir etmiş muallim ve mütehassıslardan mürekkep bir ilim ve irfan kongresini Ankara’da toplamağı düşünmüş olmasını ve bugünkü zor şartlara rağmen bu teşebbüsünde muvaffak olmuş bulunmasını kemal-i takdir ile yâd ederim.

Huzurunuzda ve huzur-ı millette millî maârifimiz hakkındaki nokta-i nazarımı ifadeye imkân veren bu vesileden istifade ederek geleceğimizin kurtuluşunun aziz öncüleri olan Türkiye muallime ve muallimleri hakkındaki hürmet dolu hislerimi zikretmek isterim.

İstikbal için hazırlanan vatan evlatlarına, hiç bir zorluk karşısında teslim olmayarak, kemâl-i sabır ve metânetle çalışmalarını ve tahsildeki çocuklarımızın ebeveynine de yavrularının ikmâl-i tahsil için her fedakârlıktan kaçınmalarını tavsiye ederim. Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin ne kadar sebatkâr oldukları tarihen müsbettir. Silâhıyla olduğu gibi, dimağıyla da mücâdele mecbûriyetinde olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. Milletimizin saf seciyesi istidât ile doludur. Ancak bu tabiî istidâdı inkişâf ettirebilecek usullerle mücehhez vatandaşlar lâzımdır. Bu vazife de sizlere teveccüh ediyor. Hükümet-i milliyemizin, kemal-i ciddiyet ve samimiyetle arzu ettiği derecede Türkiye muallime ve muallimlerinin hayat ve refâhını henüz temîn edememekte olduğunu bilirim. Fakat milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi yerine getiren yüce heyetinizin bugünün vaziyetini nazar-ı itibâra alacağından ve her zorluğa göğüs germe ile bu yolda gâyet metânetle yürüyeceğinden şüphem yoktur.

Vazifeniz pek mühim ve hayatîdir. Bunda muvaffak olmanızı Cenâb-ı Hakk’tan temenni ederim.

📷 Fotoğraf Arşivi: Ankara Palas'ta 1935'te yılbaşı geçirmek isteyenler...


20190827

✍️Türkiye'de en çok yetişen ne?

Ermenistan'daki skandal heykel


📷 🇹🇷 ✍️'İşte o An' - “efsane fotoğraf”



İşte o An

Bugün 26 Ağustos… Hiç düşündünüz mü, büyük taarruz'dan neden sadece bu “efsane fotoğraf” vardır da, başka fotoğraf yoktur?

26 Ağustos 1922.
Afyon Kocatepe.
Saat 11'di.
Büyük taarruz şafak vakti saat beşte başlamıştı, Mustafa Kemal hamleleri adım adım takip ediyor, sahra telefonuyla emirler yağdırıyordu, bi ara diğer komutanların yanından ayrıldı, tek başına, uçurum kenarına kayalıklara doğru yürüdü, dürbünle düşman hattına bakıyordu, dalgın, düşünceliydi, parmaklarını cigara içer gibi dudaklarına götürdüğü an… Deklanşöre bastı Etem Tem.

Yedek subaydı. Mülkiye mezunuydu. İstanbul'da fotoğrafçılık yapıyordu. Birinci dünya savaşında Kafkas cephesinde vuruşmuş, Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu'ya geçmiş, Garp Cephesi'nde görevlendirilmişti, kuvayi milliye'nin resmi fotoğrafçısıydı, büyük taarruz'u kare kare görüntülemişti, 10×15 cam negatif çeken Alman malı Reflex ICA fotoğraf makinesi vardı.

“İşte o an”dan sonrasını, 1960 yılında Ulus gazetesi için yapılan röportajda, Fikret Otyam'a anlattı.

“Tek başına, kayalık tepenin ucuna geldi, başparmağı dudaklarının arasındaydı, objektifimi çevirdim, adeta nefes almıyordum, deklanşöre bastım. Günler geçti, 2 Eylül'de Uşak'a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde filmi yıkadım. Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah koşarak götürdüm, içeri aldılar, berberi tıraş ediyordu, odada bir masa, bir portatif karyola, iki iskemle vardı, fotoğrafları aldı, baktı, “çok güzel” dedi.

“9 Eylül… İzmir'e girdik. Günbatımına yakındı, ilk işim bir fotoğrafçı aramak oldu, bir Rum fotoğrafçı buldum. Kocatepe'de çektiğim filmleri verdim, yıkanıp basılana kadar etrafta dolaştım, zaman doldurup yeniden geldim, fotoğrafçı beni görünce “hepsi harika” diye bağırdı, baktım, fotoğraflar henüz yaştı, doya doya baktım, hakikaten hepsi harikaydı, taa Uşak'tan İzmir'e kadar bu anı bekliyordum, fotoğrafların kuruyup hazır hale gelmesi için biraz daha zaman lazımdı, sabah gelip almak üzere ayrıldım, karargaha, Bornova'ya döndüm, ertesi sabah erkenden otomobille İzmir'e indim ama, görmeliydiniz, cayır cayır yanıyordu İzmir, ahali sokaklara yollara dökülmüştü, ne dost belliydi ne düşman, fotoğrafçı dükkanının olduğu yere güçlükle varabildim, fakat ne göreyim, gözlerime inanamadım, dükkan yanmıştı, elimde kala kala Uşak'taki o ahır bozması yerde yıkayabildiğim bir kaç fotoğraf kalmıştı, ötekilerin hepsi İzmir'deki fotoğrafçı dükkanıyla birlikte kül oldu.”

Evet… Maalesef işte bu hazin sebeple, büyük taarruz'a dair 26 Ağustos'tan başka fotoğrafı yoktur Mustafa Kemal'in, tek karedir.

Ve aslına bakarsınız, Kurtuluş Savaşı başından sonuna kadar her yönüyle olduğu gibi, kurtulan tek kare fotoğrafıyla da “mucize”dir.

Çünkü, can pazarının ortasında harabe bir ahırda basılan bu fotoğraf kadar… Tarihi böylesine “anıtsal” anlatabilen bir kare yoktur.


Yılmaz Özdil
Alıntı: Sözcü Gazetesi

📅 Tarihte Bugün - 28 Ağustos

20190826

🗣''Türkler 🇹🇷 olmadan savaş olur mu hiç''

'Türklere Anadolu'nun kapılarını açan komutan: Sultan Alparslan'

🇹🇷 ⚔️ Malazgirt Zaferi (1071) ve 🇹🇷⚔️Büyük Taarruz (1922) 🧿🧿🧿


Bugün tarihimizdeki iki dönüm noktasının yıl dönümü:
Malazgirt Zaferi (1071)
Büyük Taarruz (1922) 

Birisi Anadolu'yu 🇹🇷 Türk Yurdu yaptı, diğerinde Anadolu emperyalistlerden kurtuldu. 
Kutlu olsun.

Alıntı: Sosyal Medya- TGB


''26 Ağustos 1071 Türklerin Anadolu’ya giriş tarihidir; 
26 Ağustos 1922 ise Anadolu’dan asla çıkmayacağımızın belgesidir.''

Alıntı: Sosyal Medya

🍇Ege'de bir köy evi🍇🏡

✍️ 🧿Avrasya kültürünün mitolojik kökleri: 🇹🇷Türk kültüründe 'ejder'in 'evren'selliği - Mehmet Ulusoy

Avrasya kültürünün mitolojik kökleri: Türk kültüründe 'ejder'in 'evren'selliği
Mehmet Ulusoy

aydinlik.com.tr, 30.5.2019

Türk kültürünün mitolojik, tarihsel köklerini incelerken, özellikle kutsal dağ, kutsal ağaç/Hayat Ağacı, Huma Kuşu/Umay, Sungur Kuşu, Kartal, Ejder/yılan (Evren) gibi Türklerin kültürel değer ve inançlarını simgeleştiren ve bunları günümüze taşıyan doğa varlıkları ile karşılaşırız. İnsanın insanlaşma evriminin en yakın 100 bin yıllık sürecini düşündüğümüzde, onu bile çok az bildiğimiz tarihsel dönem en fazla 5-6 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu çok sınırlı bilgiyle, özellikle ruhsal oluşumu açısında insanı ve toplumları her yönüyle açıklamak olanaksızdır. İnsan davranışlarının şifreleri, ilk örnekleri ya da kök hücreleri mitolojik çağlarda saklıdır. On binlerce yılı kapsayan bu dönem, insanlığın ya da toplumların, çok küçük bir bölümünü bilincin oluşturduğu, ruhsal, bilicaltı dünyasıdır.


Toplumsal bilinçaltı dünyası günümüze, tabularla, törelerle, efsanelerle, çeşitli inanç biçimleriyle, nedeni açıklanamayan tepkisellikler, değer yargıları, sezgiler ve hayalgücüne yansıyan büyük düşünsel ve ruhsal enerji patlamaları biçiminde taşınmıştır. İnsanlaşmanın temel hedefi bunları bilince yükseltmektir. Kuşkusuz bu binlerce yıllık kültürel-insani enerji birikiminin çağdaş dışavurumlarının en belirgin biçimleri sanat ve edebiyattır. Sanat ve edebiyatımızın ulusal devrimci niteliğini yükseltirken ulusal kimliğimizin mitolojik köklerinden gelen simge, imge ve değerler hâlâ büyük ölçüde gizemini korumaktadır. Ejder ya da evren imgesi ve simgesi bu birikimin en önemli ögelerindendir.

Türk mitolojisi ve kültürü üzerine, geçmişe göre çok daha zengin, yeni kaynaklara, yeni bilgilere dayanan ve Türklerin tarihte oynadıkları siyasal ve kültürel rolü, bütün Batı merkezli yalan ve çarpıtmalara rağmen gözler önüne seren bilimsel, gurur verici çalışmalar var önümüzde. Bunlardan biri de, bu alanda önde gelen bilim insanı, Türkçülüğün önderlerinden Ahmet Ferit Tek'in kızı Emel Esin'indir. Onun, “Türk Kozmolojisine Giriş”, “Orta Asya'dan Osmanlı'ya Türk Sanatında İkonogratik Motifler” ve “Türklerde Maddi Kültürün Oluşumu” başlıklı üç ciltlik kapsamlı yapıtı, bu konuda en ciddi, en geniş ve güvenilir kaynaklardan biridir. Yazımızda özellikle Esin'in yapıtlarından temel kaynak alarak yararlanacağız.


EVRENSELCİ GÖKSEL MOTİFLER VE ÇİFT BAŞLI EJDER/EVREN

Emel Esin'in vurguladığı gibi, Türklerin ve Çinlerin ortak mitolojik-kültürel geçmişini, elimizdeki verilere dayanarak, MÖ. iki binli yıllarda oluşan ve kurucularının Türk kökenli olduğu vurgulanan Chou (Çu) uygarlığı ve kültüründen başlatabiliriz. Bu kültürün felsefi temelini, evrendeki her şeyin ve olayın, birbirini tamamlayan iki karşıt ilkenin, -Çinlerde Yang-Ying, Türklerde Yaruk-Kararıg (aydınlık-karanlık)- mücadelesi tarafından belirlendiğini ileri süren Taocu düşünce oluşturuyordu. Başka deyişle, Marks ve Engels'in, tarihsellik boyutunu katarak en son ve evrensel niteliğini verdiği karşıtların birliği ve mücadelesine dayanan Diyalektik Maddecilik, daha ilkel ve kaba olmakla birlikte Taoculukta da, çatışan karşıtların bir bütünün parçaları olarak birbirlerini tamamlaması biçiminde ifade edilmekteydi. Gerek İskitlerde, gerek Hunlarda ve Göktürklerde, yani İslam öncesi Türklerde egemen düşünce biçimi ve sanat üslubu bu doğacı/maddeci diyalektiğe dayanıyordu.

Yani diyebiliriz ki, doğacı Çin felsefesi olarak bilinen bu diyalektik düşüncenin, kökensel kaynakları esas olarak Çin'de değil, İç ve Orta Asya'da, Turan coğrafyasındadır. Ne var ki, en az ikibin beşyüz yıllık kesintisiz varlığını sürdüren ve böylece tarihsel ve düşünsel bilgi birikimini günümüze kadar taşıyan Çin uygarlığı, haklı olarak Taoculuğu daha sonra da geliştirerek bir Çin felsefesine dönüştürmüştür. Ancak kökeni ne olursa olsun Taoculuk Asya toplumlarının en yaygın düşünce biçimlerinden biridir.

Taocu felsefedeki karşıt-bütünselci (zıtların birliği) ilkelerin niteliklerini açarsak, Türk kültüründeki bazı kavram ve motifleri de daha iyi anlayabiliriz. Yukarıda sözünü ettiğimiz Yang ve Yaruk ilkesi şu unsurlarda simgeleşmekte ya da görünüm kazanmaktaydı: Güneşin zirvede göründüğü gün ortası, öğle saati, yaz mevsimi, ateş unsuru, kızıl renk, tek sayılar, hükümdarın kişiliği, erillik kavramı... Yang ve Yaruk ilkesinin astrolojik simgeleri, güneş ve Türkçe Kızıl Sagızgan (Saksağan), Çince Kızıl Kuş denen takımyıldızıdır. Gök ibadeti bu gibi simgelerle yapılırdı. Ying ve Kararıg ilkesinin en üst noktası ise, yer-suların dibinde, Türkçede tağdın (dağ yönü) denen kuzey yönünde, gece ve kış mevsiminde, su unsurunda, kara renkte, çift sayılarda, dişilik kavramında kendini gösteriyordu. Kararıg ilkesinin astrolojik simgeleri, ay ve Türkçede karayılan, Çincede kaplumbağa ve yılanadını taşıyan takımyıldızıdır.

Burada, Türk ve Çin mitolojilerindeki ejder ya da yılan, olumsuzu/düşmanı simgeleyen bir varlık değil, tam aksine, toprak ananın, üretimin, bereketin, ölümün ve yeniden dirilişin (hem öldüren hem sağaltan), yani evrensel sonsuz döngünün (evrilme) simgesidir. Bilindiği gibi, ejderin ya da yılanın döngüsel sonsuzluğu ifade eden özelliği, yılanın yılda bir deri değiştirip kendini yenilemesiyle somutlaştırılır; ölürken aynı zamanda dirildiği, yeniden doğduğu anlatılmak istenir. Böylece yılan, ejder (evren), yaruk-kararuk (aydınlık-karanlık) ikili bütünlüğünün birbirine dönüştüğü sonsuz döngüselliğin simgesel varlıkları oluyor.

Anadolu efsanelerinden çok bilinen Şahmaran (Yılanların şahı) efsanesi, Türk mitolojisindeki yer-su dünyasının, yeraltının ve suların egemen varlığı ejder/yılan inancının, tipik bir devamı niteliğindedir. Özellikle Güney ve Güneydoğu Anadolu'da yaygın olarak bilinen, sevilen, hatta bereket, uğur getirmesi umuduyla evlere resimleri asılan bir efsanevi yaratık olması, onun mitolojik kutsallığını kanıtlamaktadır. Ejderhaya olumsuzluk yükleyen Batı Asya dinsel inançlarına karşı, ona uğur ve şifa getirici olumluluk yükleyen bu kutsallığı koruyabilmek için, Türk halkı, Orta Asya hayvan sanatında uygulanan Grifon üslubuyla, gövdesi yılanken başını dünyalar güzeli ve iyi yürekli bir kıza çevirmiştir.

Anadolu kültüründe, ejder-ha ile evrilme ve evren arasındaki bu mitsel-düşünsel ilişki, Şeyh Nasurüddin Mahmut El Hoyi'nin (Nasrettin Hoca) “Ahi Evren” lakabında simgeleşir. Debbağların piri ve Ahiliğin kurucusu Ahi Evren, aynı zamanda Tıp bilgisine de sahiptir, yani tabiptir ve yılan zehirinin çok zararlı ve aynı zamanda çok yararlı ikili karakterini bilmektedir. Debbağhanesinin mahzeninde yılan beslemesi ve yılan zehirinden ilaç üretmesi nedeniyle Evren (ejder) lakabı verilmiştir kendisine.(1)

Türk mitolojisi ve kültürünün temel simgesel motiflerinden olan Hayat Ağacı'nın koruyucusu ve tamamlayıcısı, birbirine dolanmış (yang-ying karşıtlığı ve özdeşliği) çift başlı ejder-ha (evren) ya da yılandır. Bunun diğer versiyonları, Hayat Ağacı'nın iki yanında yer alan çifte boğa -daha doğrusu boğa ve inek- ile Selçuklu, Osmanlı ve genellikle bütün Türk süsleme ve armalarında, halılarda yer alan Çift başlı ejder ve kartal motifleridir. Kartal'ın yerini, daha efsanevi bir kuş olan, bazı yorumlara göre, genellikle kuş donunda gözüken Umay'ın bir görüntüsü olarak Sungur kuşu almaktadır. Hemen belirtelim; çift başların biri dişi biri erkektir; böylece dişi ve erkek, birbirini tamamlayan karşıtlar olarak evrensel bütünlüğü, birliği simgelemektedir.

Anadoluda bu düşüncenin sanata yansımalarına bakalım: 
  • Erzurum Çifte Minareli Medrese'de hayat ağacı ve ejder, 
  • Çankırı Darüşşifa'da kabartma olarak çift başlı ejder, 
  • Ahlat Selçuklu mezar taşlarında çok sayıda çift başlı ejder 
motiflerine rastlarız.
 

Ayrıca değişik ejder motiflerine, Kırşehir / Kesikköprü Han, Ani Kalesi, Burdur / Susuz Han, Erzurum / Emir Saltık Kümbeti, Kayseri / Karatay Han ve çok sayıda Anadolu çeşmesinde, (su tanrısı olarak) ağzından su fışkırtan ejder başlı oluk motifleri ile karşılaşırız. Diyarbakır Artuklu Hükümdarının ambleminin çift başlı ejder olduğunu da unutmayalım.(2)

Bilindiği gibi Tıbbın simgesi, birbirine sarmalanmış çift başlı yılandır. Çünkü, yılan (ejder), ikili özelliğiyle ölümün ve yeniden doğumun, dolayısıyla evrensel bütünselliğin, sonsuz yaşam döngüsünün simgesidir. Bu anlamda, solucandan Gök Ejderine kadar değişiklikler gösteren ejder/yılan, Yer Ana kültüne bağlı en eski inançlardaki doğum-ölüm-yeniden doğum... sarmal diyalektik döngüsünün, üremenin, çoğalmanın kaynağı yer/yeraltı tanrısıyla bütünleşen, onu simgeleyen bir kutsal varlıktır.

SONSUZ GÜÇ, DEVLET/EGEMENLİK VE BEREKET SİMGESİ OLARAK EJDER

Türkler sadece gök kürenin Kutupyıldızı etrafında döndüğüne değil, aynı zamanda yuvarlak kavramına karşılık gelebilecek, yıldızları taşıyan bir tekerleğin, “gök çarkı”nın döndüğüne de inanıyorlardı. Kutadgu Bilig'te, gök çarkının dönüşünün evren'in (ejderin) sarılma hareketiyle (evrilmek) meydana geldiği belirtilir. Bir gök ejderi olan evren, Chou'lar, Doğu Hunları ve Türklerin (Kök Türkler ve Uygurlar) inancına göre, gök kubbenin ve yağmurun simgesi olarak kabul edilen Gök Ejder (Kök Luu) takımyıldızıyla özdeşleşmektedir. Kök Türk ve Uygur kağanları, dikili taşlar üzerinde çift başlı gök ejderi biçimindeki Kök Luu olarak betimlenen simgesel figürlerle gökten kut (kutsanmış onay) alırlardı. Hunların merkezlerinin Ejder şehri olarak anılması da, güç, kuvvet sembolü olarak ejderin Türklerde yüksek bir değere sahip olduğunu gösteriyordu.(3)

Orhun anıtlarında, Kül-tegin anıt mezarında “Kil duvarlar üzerinde ejderha meskeleri bulunmaktadır. (...) Başın üzerinde beş dişli bir taç, onun üzerine ise, kartala benzeyen bir kuş resmi tasvir edilmiştir.”(4) Burada, hem İslam öncesi Türk kültüründe ejderhanın kutsallığı, hem de “kartala benzeyen kuş”la Umay'ın tanrısallığı görülmektedir.

Pazırık'ta çıkan bir betimden anlıyoruz ki, evren, aynı zamanda baharda göğe çıkarken eril, kışın yerin altındayken dişil, karma bir varlık olabilmektedir. Buradaki sözkonusu evren betimlemesinde, insan başlı, boynuzlu, pars gövdeli, kuş kanatlı bir varlık olabilmektedir. Pars gövdesinin üzerindeki benekler Çatalhöyük'te çift çift yapılan pars kabartmalarının üzerindeki beneklerle tıpa tıp aynıdır. (5)

Evrenin bütün tezahürlerini gök ve yer-sub'un (yer-su: yeryüzü) temsil ettiği birbirine karşıt, fakat birbirini tamamlayan iki evrensel “nefes”ten oluşmuş olarak kabul eden sistem, proto-Türk ve Türklerin en eski ve öz kozmolojisidir (evrenin oluşumu, dünyanın ve insanlığın yaratılışı ile ilgili düşünce). Doğu Asya tarihçisi Eberhard'ın, çoğunluğunu Türk olarak değerlendirdiği Chou (Çu)'lardan (MÖ: 1059-249) önce, bugünkü kuzey Çin'e egemen olan Şang sülalesi döneminde, Ti denilen gök tanrısına, doğa güçlerine ve atalara ibadet ediliyordu. Çu'lar bu kozmolojiyi anavatanları olan İç Asya'dan getirmişlerdi.(6)

Ayrıca Çu'larla başlayan evrenselcilik Çin'de gelişirken, bir yandan da Çinlerin Hu dediği ve Çin'in kuzeyi ile batısında yaşayan Çinli olmayan kavimler, yani Türkler, Çu'ların diğer mirasçıları olarak aynı kozmolojiye sahip bulunuyorlardı. İlkel doğacı diyalektik dediğimiz bu Taoculuğun ilkeleri bütün Hu'larda yaygındı. “Kök-Türklerin Kağan soyu, Çinlilerin As-hi-na [Asena] dediği boy, IV.-V. yüzyıllarda tarih sahnesine ilk çıktığı zaman Yaşıl-ögüz (Hoang-ho) Irmağı'nın batısındaki Ding-liang'da, bir Taoist türbe olan dağın civarına yaşamaktaydı. Batılıların 'despotik' dediği Merkeziyetçi devlet felsefesi ise, gerek Hsiung-nular [Hunlar], gerekse Kök Türkler tarafından kabul edilmekte, fakat kendilerine göre yorumlamaktaydılar.”(7)

Hükümdarların evrene boyun eğmesi ve böylece hanedan arması niteliği belirginleşen çift evren motifi, taht motifi olduğu gibi, bayrak ve tuğların üzerinde de yer almaktadır. Oğuz Türkçesinde Evren'in bir anlamı da Alp'tir.(8)

Kuşkusuz, birbirine sarmalanmış çift başlı ejder ve çift başlı yılan da, doğanın sonsuz döngüsel evrimini, diyalektik karşıt ilkelerin mücadelesini ve birliğini anlatmaktadır. Evrensel bütünlük, bir, yaratılışta (kozmogoni) gök ve yer olarak ikiye bölünmüştü. Ejder bu ikiliği iki biçimde evrensel bütünlüğe bağlamaktadır: Birincisi, bir çok efsaneye yansıyan (eril ve dişil) çift başlı ejder (yılan) motifiyle; ikincisi, tek bir ejderin (evren) kuyruğunu ısırarak (yakalayarak) oluşturduğu dairesellik ya da döngüsellikle. Başın kuyruğu tutması, sonun aynı zamanda baş, yani başlangıç olduğunu göstermektedir. Demek ki, İç Asya'da doğacı Türk-Altay kültürünün bir devamı olarak Taocu diyalektik maddeci düşünce, Heraklitos'tan çok daha önce Asya'nın merkezinde ortaya çıkmıştı.

MISIR-AKDENİZ KÜLTÜRÜNDE VE İSLAMDA EJDER/EVREN NEDEN DÜŞMANLAŞTIRILDI?

İslam öncesinde Türklerde bereket, refah, güç ve kuvvet simgesi olarak kabul edilen bu efsanevi yaratık, İslamiyetle birlikte Batı Asya ve Akdeniz kültürleriyle ilişkiye geçildiğinde, sözkonusu olumlu özelliklerini yitirmiş, daha çok kötülüğün simge olmuştur. Çünkü, Türklerin hayvanlar, dağlar ve ağaçlar-ormanlar üzerinden imgeleştirdiği, ve ister istemez olumlu-olumsuz iki yanın birliğini benimseyen doğacı maddecilik, büyük ölçüde düalist yanı ağır basan Mısır-Akdeniz merkezli dinlerce savunulamazdı.

Türklerde İslamiyetin kabul edilmesiyle birlikte mitolojik tarih yeniden biçimlendirilmekte ve keza Araplarda ve İran'da, kahramanlığın ölçütü ejderhayı öldürmek haline gelmektedir. Diyebiliriz ki, 
Akdeniz merkezli, Yunan, Roma Bizans, İbrani-Arap, İran uygarlıklarının mitolojilerinde, daha sonra İslam tarihi ve kültüründe ejderhanın baş düşman olmasının, ona “barbar” Türkler için kullanılan “Yecüc-mecüc” deyiminin eklenmesinin nesnel ekonomik-toplumsal temeli vardı. Kuşkusuz bu temeli, yükselen ve dünyanın merkezi İpek Yolu'na egemen olan “barbar” Türk ve Çin gücüne karşı ekonomik-siyasi savaş oluşturuyordu.

Hint mitolojisinde de ejderha bütün kötülüklerin kaynağıdır, uygarlığın düşmanıdır. Orada suları “bağlayan”, güneşi “tutan”, evrenin kaostan düzene, uygarlığa geçişi engelleyen güç olarak simgeleştirilir. Hint mitolojisinin savaş tanrısı İndra'nın en büyük mücadeleleri, kahramanlıkları yer altı canavarı ejderhaya karşıdır.

TÜRK HAYVANSAL SANAT ÜSLUBUNDAKİ ÖZGÜNLÜKLER

Bilindiği gibi, İslam öncesi Türk sanatında özellikle Grifon (gövdesi ve başı farklı hayvanlardan oluşan sanat) ve çift başlı ağırlıklı hayvan motifi benzersizdir ve çok derin bir tarihsel-kültürel anlama sahiptir. bnda sıklıkla görülen çift evren, veya dört yönü gösteren dört evren betiminin ikonografisi çok eskidir. Her ikisi de Altay kökenli olan iki kültürde; Sümer sanatının çift yılan motifi, Sind havzasında çift evren olarak karşımıza çıkmaktadır. Hindistan'daki Harappa mühürlerinin biri üzerinde, yılan bedenli, at başlı, tek boynuzlu bir çift ejder ağaca sarılmaktadır. MÖ. VII.-V. yüzyıllarda, Asya göçebe sanatında, Ordos, Sibirya ve Luristan'da çift başlı ejder motifi yaygın haldedir.

Çin, Hint ve diğer Asya kültürleri Türklerin evren motifine etkide bulunmuşlarsa da, üslup bakımından Türk santçıları kendi özgünlüklerini korumuşlardır. Çinlerde eğri çizgilerden oluşmuş, adeta yazıya benzeyen evren betimi, Türk sanatında yoktur. Hint sanatındaki evren betimleri de farklıdır. Türkler, alplik işareti olan evren motifini ateşte ısıtılıp suya batırılan yatağan, pala ve kılıç kabzalarında Avrasya göçebe kültüründen devraldılar. Proto-Türk jonkların, kükreyen evren şeklinde oyulmuş boynuz boruları üfleyerek evren sesi çıkardıkları gibi, Türk erenler de evren şeklinde boznuzdan yapılmış, ağzı olan “Yuf Borusu” çalıyorlardı.

Türk sanat üslubunun en önemli ve belirleyici özelliklerinden biri, soyut biçimleri gerçeği kadar canlı gösterme arzusudur; yani maddecidir, gerçekçidir. Çinler veya İranlılar, süslemeli veya biraz basmakalıp çizgilerle ejderi betimlerlerken, Türk sanatçısı canlı bir canavar göstermek ister; bunu da belli ölçüde başarmıştır. Bunun sırrı şudur: Türk sanatçısı, karma bir hayvan olarak gösterilen evren'in vücudunun her ayrı kısmını doğadan esinlenmiş olarak betimlemektedir. Uygur ve Osmanlı ressamları timsah-evrenlerin yapışkan ve pullu derisini, pars-evrenlerin benekli tüylerini, geyik-evrenlerin boynuzlarını doğal bir biçimde çizmeye özen göstermişlerdir.(9)

(1) Ahi Evren, Tasavvufi Düşüncenin Esasları, tercüme, inceleme ve Araştırma: Prof. Dr. Mikail Bayram, NKM Yayınları, Konya, 2008, s. 25, 26 vd.

(2) Bkz. Emel Esin, Türk Sanatında İkonogratik Motifler, “Rersimler” bölümü, s. 330 vd.

(3) Yaşar Çoruhlu, Orta Asya'dan Osmanlıya Türk Mitolojisinin Anahatları, Kabalcı Yayınevi, ikinci basım, İstanbul, 2006. s. 137.

(4) L. N. Gumilev, Eski Türkler, Selenge Yayınları, dördüncü baskı, İstanbul, 2003, s. 400.

(5) Yıdız Cıbıroğlu, Türk Sanatında Gizli Yüz, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2008, s. 116.

(6) Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2001, s. 19 vd; Emel Esin, Türk Sanatında İkonografik Motifler, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2004, s. 16-54, 120-121.

(7) Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, s. 21.

(8) Emel Esin, Türk Sanatında İkonogratik Motifler, s. 134, 135 vd. (9) Emel Esin, age, s. 141, 142.

📰✍️🇹🇷Milli Devlet Devrimci İradeyle korunur ve güçlenir -Ercan Dolapçı

Milli devlet devrimci iradeyle korunur ve güçlenir İşgale uğradık, ordumuzu örgütledik, emperyalizmi yendik, Cumhuriyetimizi, millî devletim...