20170627

Gaspıralı’nın Türk Dünyasında Verdiği Dil ve Kültür Mücadelesi – Prof. Dr. Mehmet SARAY




Gaspıralı’nın Türk Dünyasında Verdiği Dil ve Kültür Mücadelesi – Prof. Dr. Mehmet SARAY
26, MAY 2017> AJANSTÜRK> PROF. DR. MEHMET SARAY ARŞİVİ

Gaspıralı İsmail Bey, yetişme yıllarında 1874’de ilk İstanbul’a gelmişti. Bir sene kadar kaldığı İstanbul’da İsmail Bey’in dikkatini çeken en önemli meselelerden biri de Türk dili üzerinde yapılan münakaşalar idi. Tanzimat’la başlayan ve 1860’lı ve 1870’li yıllarda Osmanlı aydınları arasında uzun tartışmalara sahne olan dil meselesi Gaspıralı’yı son derece etkilemişti. İşte bu sıralar tanıdığı “Şemseddin Sami, Ahmed Midhat, Mehmed Emin ve Necib Asım Beyler gibi Osmanlı aydınları ile dostluğunu daha da geliştirmiş ve ömrünün sonuna kadar da devam ettirmiştir. Bilâhare pek çok kişinin de katılacağı bu Türk aydınlarına göre, Türklerin kültür sahasında kalkınabilmesi için Türkçe’nin millî dil olarak mutlaka geliştirilmesi gerekiyordu.

Yukarıda zikredilen fikir adamlarının görüşlerini bir bir açıklamadan evvel, burada, dil ve milliyetçilik meselesinin Osmanlı Türkiyesinde nasıl geliştiğini kısaca izah etmekte fayda vardır:

Fransız ihtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik fikirleri kısa zamanda Osmanlı imparatorluğuna da sıçramıştı. Uzun zamandır arayış içinde olan Osmanlı aydınları bu fikrin tesirinde kalırken, bilhassa gayr-i müslim ahali arasında da bu fikirler yayılmaya başlamıştı. Hatta bazı Avrupa devletleri Osmanlı teb’ası olan gayr-i müslim milletleri ayrı devletler kurmaya teşvik etmişti. Dışarıdan yapılan bu baskıları hafifletmek ve bu arada kendini yenilemek ihtiyacını duyan Osmanlı devleti Tanzimat ve Islahat Fermanları ile bir serî kararlar alıp ilân etmişti. Alınan bu kararlarla gayr-i müslim halklara Avrupa devletlerinin yardım yapmaları serbest bırakılmıştı. Bundan istifade eden Avrupa devletleri Osmanlı teb’ası olan gayr-ı müslim milletler için okullar açmaya ve kendi dillerinde eğitim yaptırmaya ve bu arada, bu milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmaya başlamışlardı.

Bütün bu gelişmeler, Osmanlı aydınlarını, devletin esas unsuru olan Türklüğü korumaya yöneltmişti. İşte bu yönelişin içinde Türk dilini ve milletini düşünmek ve araştırmak ayrı bir ehemmiyet kazanmıştır. Bu akımın ilk öncüleri olan Şinasi Efendi ile Ziya Paşa, “Osmanlılık” ve “Osmanlı Dili”ni, Türkçülük ve Türk Dili karşılığında ele alıp kullanmıştır. Nitekim bu ikiliden Ziya Paşa, yazdığı “Şiir ve İnşa” makalesinde “Osmanlı” kelimesini “Türk” karşılığında kullanarak eski Osmanlı edib şâirlerinin kullandıkları Arapça ve Farsça ağırlıklı dili tenkîd ederken şöyle diyordu: “Hayır bunların hiç biri Osmanlı şiiri değildir… Acaba bizim milletimizin, yâni Türk milletinin bir dili ve şiiri var mıdır? Ve bunu yenileştirip arındırmak mümkün müdür?”(1) Dilde Türkçülüğü ortaya atan Ziya Paşa’dan sonra Türk aydınları dil araştırmalarına ağırlık vermişlerdir. Bunun öncülüğünü yapan ise ünlü devlet ve fikir adamlarımızdan Ahmed Vefik Paşa olmuştur. Ahmed Vefik Paşa, hem Osmanlı lehçelerinin ve hem de diğer Türk lehçelerinin öğrenilmesini, araştırılıp geliştirilmesini savunmuştur. Hazırladığı “Lehçe-i Osmanî” adlı eserinin önsözünde Ahmed Vefik Paşa şöyle demektedir:

“Türk dillerinden Türkiye’de ilk yayınlanan Oğuz şubesidir. Tataristan ve Türkistan’ı bir zaman Doğu Denizinden Macaristan’a kadar kavrayan dile hâlâ “Guz” (Oğuz) dili deniliyor. Onun yenisi (olan) Türkmen dili İran ve Suriye’yi kaplayıp Anadolu’ya inmiş, zaman içerisinde Osmanlı lehçesini oluşturmuştur. Fergana’dan Hindistan’a kadar yayılıp, Halacî Afganistan diline karışmıştır. Eski bölümlerden Kıpçak dili, Hîve’den başlayarak Sibirya ve Kırgız, Kuman, Bulgar, Kazan bölgelerini çepeçevre kuşatmıştır. Uygur dili, Çin yörelerinden Kaşgâr’a kadar yayılıp, oradan 700 yıllarında (H) Cengizoğulları Türklük ve islâmiyet halkasına katıldıklarında Çağatayca dili olarak doğmuştur.

Bugün Oğuz, Kıpçak ve Çağatay kitapları, “Mahbub-ül-Kulûb” gibi güzel eserleri ve özellikle 600’den 800’e (H), kadarki yıllardaki Selçuklu Türkmen’i ve Osmanlı kitapları bolca basılmış ve bunların incelenmesi sonucu, Türk dili lehçeleri arasındaki farklılıklar ortaya çıkmıştır”(2).

Ahmed Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî’sinde, kök bakımından Arapça ve Farsça olmayan Türkçe kelimeleri, Arapça ve Farsça kökten gelenlerden ayırarak bir bölüm halinde vermiştir. Böylece, Osmanlı dil denizinde boğulmuş çok değerli Türkçe kelimelerimizin bolluğunu ve önemini göstermiştir. Türk dilinin, Osmanlı lehçesinden başka lehçeleri olduğunu meydana koyarak, gerçek bilim meraklılarını o lehçeler üzerinde inceleme yapmaya sevk etmiştir. Ayrıca, bir tarih kitabı olan Ebülgâzi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türkî” adlı eserini Çağatay lehçesinden çevirerek dikkatleri Türklerin müşterek tarihine ve kültürüne de çekmiştir.

Ahmed Vefik Paşa’dan sonra gelen Mustafa Celâlettin Paşa ise, Türk filolojisinden başka, Türklerin etnoloji ve tarihi ile ilgilenmiştir. İlmîliği üzerinde bâzı kuşkular duyulmasına rağmen Mustafa Celâlettin, yazdığı “Eski ve Yeni Türkler” adlı eserinde yalnız Türk filolojisi üzerinde değil aynı zamanda tarihi ve etnoloji üzerinde de bilgiler vermiştir(3).

1856-1870 arasında Şinasî Efendi ve Ziya Paşa ile başlayan, Ahmed Vefik Paşa ve Mustafa Celâlettin Paşa ile gelişen Türk dili ve tarihi çalışmalarının, 1870-1880 yılları arasında yepyeni bir safhaya girdiğini görmekteyiz. Bu devrin en ünlü Türkçüleri Süleyman Paşa, Buharalı Özbel Şeyhi Süleyman Efendi, Ahmed Midhat Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa’dır.

Sarf-ı Türkî (Türk Dilbilgisi), Kebît-i ilmihal (Büyük İlmihal) Sagîr-i ilmihal (Küçük İlmihal), Mebâni ü’l-İnşa (Düzyazının Temeli ve Tarih-i Âlem (Dünya Tarihi) gibi eserleri askerî okullar için yazan Süleyman Paşa, açık ve sade bir Türkçe kullanarak dilimizin Arapça ve Farsça nüfuzundan nasıl kurtarılacağını göstermiştir (4).

Buharalı bir Özbek Türk’ü olan ve İstanbul’a yerleşen Şeyh Süleyman Efendi ise, yazdığı “Lûgat-ı Çağatay” (Çağatay Sözlüğü) ve “Türk Osmanî” (Osmanlı Türkçesi) adlı eserleri ile Doğu Türkleri (Türkistan ile Batı Türkleri (Osmanlı)’nin aynı milletin evlatları ve dillerinin de bir olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Çağatay lehçesini Osmanlı lehçesinin kaynağı olduğunu söyleyen Şeyh Süleyman Efendi eserinin önsözünde “Bugün Osmanlı ülkesinde kullanılan Osmanlı dili, Çağatay dilinden yâni Maveraünnehr ülkesinde şimdi kullanılan (dilin) şubelerindendir ifadesi ile müşterek Türk diline dikkatleri çekmiştir(5).

Yazılarında mümkün olduğu kadar halkın dilini kullanan, milletin anlamadığı Arapça ve Farsça kelimelerden uzak duran Ahmed Midhat Efendi,Yusuf Akçuraoğlu’na göre, dikkatleri Türkçülüğe yönelten ilk Türk aydını idi. “Dilinde, üslûbunda en çok Türkçülük eden” Ahmed Midhat Efendi, çağdaşlarından farklı olarak “Avrupa medeniyetinde en önemli yerin milliyet fikri olduğunu” gören bir müellifti(6),

“Kısas-ı Enbiya” adlı eserinde dilde Türkçülüğe hizmet eden Ahmed Cevdet Paşa “Tarih-i Cevdet” adlı meşhur tarihi ile de Türklüğe, Türk soyuna en çok önem veren bir müellif olmuştur. Osmanlı tarihçileri içinde devletin Batı siyasetini tenkîd ederek “Avrupa fetihleri ile uğraşmaktan Kazan ve Ejderhan Hanlıklarının alınıp korunması, yüce devletimiz için daha yararlı olurdu. Çünkü Kafkas, Ejderhan ve Kazan halkı ile yakınlık, soy birliği ve çoğu ile din ve mezhep birliğimiz bulunuyor. Bu yüzden onlar Osmanlıya katılırlardı. O durumda onlar da Kırım gibi Osmanlı eyaletleri arasına girerdi. Ve Ejderhan ve Kazan sayesinde büyük Tataristan taraflarında dahi Osmanlı devletinin hâkimiyeti yürürlükte kalırdı” şeklinde dikkatleri Asya Türklüğüne çekmesi Türk Dünyasında dil ve kültür birliğine olduğu kadar, siyasî birliğe de inandığını ortaya koymuştur(7).

1880’lerden 1900’lere kadar geçen devrede yetişen ve öncülüğünü Şernseddin Sami Bey, Necip Asım Bey ve Şair Mehmed Emin (Yurdakul) Bey’in yaptığı grup ise, bütün Türk dünyasının dil ve kültür birliği içinde bulunması gerektiğini en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Kamus-ı Fransevî, Kamusu’l-Alâm ve Kamus-ı Türkî gibi çok faydalı eserlerin müellifi olan Şemseddin Sami Bey, Türk kökenli olmamakla birlikte Türklüğe gönül vermiş ender kişilerden biri idi. Kamus-ı Türkî’sinin mukaddimesinde, “.. Dilimiz Türk dilidir. Bu dile mahsus lûgata başka isim düşünmek yanlıştır” diyerek Türk dili gerçeğini açıkça ifade etmiştir. Türkçe konuşulan Türk ülkeleri hakkında geniş bilgi verdikten sonra Şemseddin Sami Bey, mukaddimesine şöyle devam etmektedir: 


“Doğu Türkçesiyle Batı Türkçesi arasındaki fark, sanıldığı gibi, italyanca ile Lâtince veya. İspanyolca ile Fransızca arasındaki fark gibi değildir. Bu fark iki Türkçeden her birini, diğerinden büsbütün ayrı ve kendi başına bir dil saydıracak kadar olmayıp, ancak Kuzey ile Güney Almanya, Toskana İtalyancası ile Napoli İtalyancası veya Mısır Arapçası ile Fas, Tunus gibi Kuzey Afrika Arapçaları arasındaki fark derecesindedir ve Doğu Türkçe’siyle Batı Türkçesi tek bir dildir, ikisi de Türkçedir”. 

Bunun içindir ki,

Bizlerin ihmal edip unuttuğumuz, Doğu Türkçesinde kullanılan Türkçe kelimelerin, bilhassa bunlardan değerli ve gerekli olanlarının alınarak bunların bizim Türkçemize katılması yöntemi ile canlandırılmaları ve yayılmaları, yâni iki lehçenin birleştirilmesi amacına hizmet etmek emelindeyim”
 diyerek Türkler arasındaki dil birliğinin önemini izah ile bu önemli vazifeyi ifa etmeye çalıştığını samimiyetle açıklamıştır(8)

Osmanlı Türkiyesindeki bu dil birliği tartışmalarını iyi etüd eden ve heyecanla benimseyen Gaspıralı İsmail Bey, Bahçesaray’a dönüşünde Kırım Türkçesine de aynı usûlü, yâni sade ve basit dil kullanma yolunu tatbik etmeye başlamıştır. Kısa zamanda bu husustaki fikirlerini geliş tiren İsmail Bey, bütün Türklerin anlayabileceği bir lisan geliştirmenin ne kadar hayatî bir önemi haiz olduğunu görerek ona göre çalışmalarını başlatmıştır. Gaspıralı’nın istediği öyle bir dil olmalı ki, konuşulduğu ve yazıldığı zaman 
“İstanbul’daki hamal ve kayıkçı ile Şarkî Türkistan’daki deve sürücüsü ve koyun çobanı da anlayabilmelidir.” 

Türkler için bu umumî dili gerçekleştirmek maksadiyle Gaspıralı’nın şu esaslara dikkat ettiğini görüyoruz:

a) Yaşayan Türk lehçelerinin pek kaba olmayan mahallî kelimeleri Osmanlı Türkçesinin en gelişmiş şekli olan İstanbul şivesine uydurularak kullanılmalı,
b) Mümkün mertebe ecnebi lisan ve kaideleri Türkçe’den çıkarılmalı,
c) Okur yazarlar tarafından anlaşılmayan Arapça ve Farsça tabirlerin tasfiye edilmeli.

Gaspıralı, bu prensipleri, Tercüman gazetesi başta olmak üzere, yazı yazdığı bütün dergi ve gazetelerde titizlikle uygulamıştır. Nitekim, kendisinden naklen sık sık verdiğimiz konuşmaları ve makaleleri dikkatle incelenirse bu prensiplere nasıl başarıyla uyduğu görülecektir. Onun bu gayreti Türk dünyasındaki bütün meslektaşları tarafından takdirle karşılanmıştır. Nitekim, bir meslektaşı 1910’da yazdığı “Til (dil) Yarışı” adlı eserinde Gaspıralı İsmail Bey’in bu husustaki çalışmalarını şöyle övmüştür: “Anadilimizin bugün selâmmet olan en büyük hadimini göstermek lâzım olsa, şüphe yoktur ki, bu zat, Tercüman muharriri Gaspıralı İsmail Bey’dir. Her kim anlarlık revişte (tarzda) açık ifadeli ve ruhlu olan kısa cümleler, güzel ve edebî tabirler usûlünü (kimin ortaya koyduğunu merak ediyorsa söyleyelim) bu zat meydana koymuştur. O’nun ibarelerinde garip kelimeler, çıkışsız cümleler, bir mâna için birkaç müteradif lâfzalar olmaz, İsmail Bey’den sonra yetişmiş muharirlerimizin tahrir ve telifte tebeleri farklı ise de, her birisi kendisine şakirttir. Türk dilinin birinci ıslahçısı Ali Şir Nevaî ise, ikincisi, hiç şüphesiz, İsmail Bey’dir”(9).

Gaspıralı İsmail Bey’in, Türkçe’nin bütün Türk dünyasının kullanabileceği lisan hâline gelmesi için verdiği bu sessiz ve asîl mücadele son derece başarılı olmuştur. Nitekim Tercüman gazetesinde kullandığı sade Türkçe, gazetenin ulaştığı her yerde, bilhassa Kazan’da, Şarkî ve Garbı Türkistan’da, Azerbaycan’da, Balkanlarda ve Osmanlı Türkiyesinde yaşayan bütün Türkler tarafından anlaşılan bir lisan haline gelmiştir. 

Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde bu mevzuda şunları söyler: 

“Tercüman gazetesini Şimal Türkleri olduğu kadar Şark Türkleri ile Garb Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil olduğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildir” (10).

Gaspıralı İsmail Bey, başlangıç yıllarında, Türk dünyasında dil birliğini sağlamak için başlattığı bu büyük mücadelede neler yapmak istediğini, hedefinin neler olduğunu mümkün olduğu kadar açıkça söylemekten çekinmiştir. Bunun en büyük sebebi, Rusya’da yaşayan müslüman Türklerin ilerlemeleri için gösterdiği gayretlerden zaten kâfi derecede tedirgin olmuş olan Rus hükümetinin ve Ilminskiy grubunun muhalefetini tamamiyle karşısına almamaktı. Rusya’da yaşayan müslüman Türk topluluklarının mümkün olduğu kadar Osmanlı Türkçesi etrafında toplanmalarını açıkça yazıp ilân etmesi elbette Rusları kızdıracaktı. O, bu hedefe mümkün olduğu kadar sessizce varmayı tercih etmiştir. Nitekim, Tercüman gazetesinde mümkün olduğu kadar bu mevzuda az yazmaya dikkat etmiştir. O, mümkün olduğu kadar meslektaşlarını sade dil kullanmaya teşvik etmiştir. Bunun en güzel misalini, kendi açtığı yolda yürüyerek Rusya’daki Türklerin millî şuurlarını kuvvetlendirmede oldukça büyük hizmetleri geçecek olan, 1906’dan itibaren Azerbaycan’da çıkmaya başlayan “Füyuzat” mecmuasının editörüne bir mektup yazarak sade dilde neşriyat yapmasını rica eden aşağıdaki yazısı teşkil eder. “Füyuzat’ın birinci sayısını aldım. Güzel tertip ve tab olunmuş, hayırlı olsun. Lisanını biraz daha sadeleştirirseniz avam arasında daha ziyade münteşir mucip olurdu, zannındayım. Yazmaktan usanmıyorum, lâkin lisansızlıktan canım yandı. Volga, Kazan ve bu aralık çıkardıkları gazeteleri muhtelif ve kaba dilleri ve “Tatarlıkları” Millet gazetesinin tesisine beni mecbur etti. Sade Türkçeyi intişara mahsus olacaktır”(11).

Tam bu sıralarda Rusya’da başlayan siyasî ve içtimaî gelişmeler Gaspıralı İsmail Bey ve arkadaşlarını daha açık ve aktif mücadeleye sevk etmiştir. 1905 Meşrutî hareketiyle kurulan Rusya Devlet Duması (Mebusan Meclisi)’nda müslüman Türklere de temsil hakkı verilmişti. Türkler bu hakkı en iyi şekilde kullanıp mümkün olduğu kadar çok sayıda temsilciyi Duma’ya sokmaya muvaffak olmuşlardır.

1905 Ağustosunda bir araya gelen Gaspıralı İsmail Bey, Topçubaşı Ali Merdan Bey ve Akçuraoğlu Yusuf Bey, “Rusya Müslümanları Ittifakı”nı kurarak Türklerin haklarını “Duma”da nasıl savunmak gerektiği hususunda çalışmalara başladı, ittifakın savunduğu prensiplerin başında “Vicdan hürriyeti, bütün Rusya vatandaşları arasında hukukta müsavat, kültür sahasında millî gelişmeye kanunen müsaade” edilmesi geliyordu. 1906 yılının Ocağında Petersburg’da toplanan ikinci kongre “İttifak”ın nizamnamesini müzakere ve kabul etmiş, -aynı yılın Ağustosunda Topçubaşı Ali Merdan Bey’in riyasetinde ve Gaspıralı İsmail Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Sadri Maksudî (Arsal) Bey, Fatih Kerimi Bey ve diğerlerinin iştiraki ile Nijini-Novgorod’da toplanan üçüncü kongre “İttifak”ın probgramını kabul ve Ali Merdan Bey’in riyasetinde merkez komitesi tesbit etmişti(12).

Bu kongrede Gaspıralı İsmail Bey, dil birliği hakkında aşağıdaki teklifi yapmış ve bu teklif alkışlarla ve oybirliği ile kabul edilmiştir:

“Umumen Türklerin aslı nesli birdir. Zaman ve mekân ihtilâfiyle şive ve âdetlerimizde ihtilâf peyda olmuştur. Bu ihtilâf yekdiğerimizi anlamayacak dereceye gelmiştir. Bundan sonra mekteplerimizi bir olan lisan-ı edebimize hadim olacak hale getirmek lâzımdır. Kongrenin mektep ve medrese komisyonu tarafından hazırlanmış lâyihasında iptidaî mekteblerimiz için dört sene-i tedrisiyye tâyin olunmuştur. Bunun üç senesinde sade mahallî şive ile tedrisat icra edilip, son senesinde umumî Türk lisaniyle yazılmış kitaplar okutulmalıdır. Bu sayede tedricen muhtelif şive ve lehçeler birleşmiş olur”(l3).

Programını “kanun dairesinde” tatbik edebileceğini ümit eden “İttifak”ın bütün Rusya imparatorluğu ölçüsündeki müşterek organı Gaspıralı İsmail Bey’in “TERCÜMAN” gazetesi oluyordu.

Bugün yetmiş küsur senelik karanlık bir devirden sonra, Sovyetler Birliği”nde yaşayan Türk kardeşlerimizle her türlü kültürel münasebeti kurmuş bulunmaktayız. Gerçekleşmesini çok arzu ettiğimiz dil ve kültür birliği ülküsü için, Gaspıralı’nın ruhunun şad olması için, bütün Türklerin anacağı bir tek iş kalmıştır. O da, Türkiye’nin geçirdiği tecrübelerden faydalanarak Lâtin alfabesi temelinde birer alfabe hazırlamaktır. Türk cumhuriyetlerinin, kendi ihtiyaçlarına göre Türk alfabesinde yapacağı ayarlamalarla benimseyecekleri bir alfabe şekli meseleyi halletmede büyük bir adım olacaktır (l4).

Prof. Dr. Mehmet SARAY

1) Y. Akçuraoğlu, Türkçülük ve Dış Türkler, Token Yay. neşri, İstanbul, 1990, s. 23.

2) A. Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî, İstanbul, 1308 (1890).

3) Akçuraoğlu, aynı eser, s. 28-30.

4) Akçuraoğlu, aynı eser, s. 43-45.

5) Akçuraoğlu, aynı eser, s. 47-50.

6) Y. Akçuraoğlu, “Ahmed Midhat Efendi”, Türk Yurdu, C. 3, s. 178.

7) A hmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul, 1301, C. I, s. 24-25, 34, 73.

8) Şemseddin Sami Bey, Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1317, s, 2 vd.

9 ) R- Fahrettin, Til Yarışı, Orenburg Vakit Matbaası, 1910’dan naklen veren Kırımer, aynı eser, s. 74.

10 ) Z. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul, 1976, s. 5.

11) A. Caferoğlu, İsmail Gaspıralı. Ölümünün 50. Yıldönümü Münasebetiyle Bir Etüt İstanbul, 1964, s. 13. l

12) H. Baykara, Azerbaycan istiklâl Mücadelesi Tarihi, İstanbul, 1975, s. 143-158. l

13) M. Bala. “Rusya İhtilâlinde Türkler”, Dergi, Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü,Münih, No. 9 (1957), s. 6.

14) Bu hususta daha geniş tafsilat, yakında çıkacak olan “Gaspıralı’dan Atatürk’e Türk Dünyasında Dil ve Kültür Birliği” adlı araştırmamızda verilmiştir.

http://www.ajansturk.tv/yazarlar/gaspiralinin-turk-dunyasinda-verdigi-dil-ve-kultur-mucadelesi-prof-dr-mehmet-saray/

BALKANLARDA MÜSLÜMANLARIN TÜRKLÜĞÜ

BALKANLARDA MÜSLÜMANLARIN TÜRKLÜĞÜ

 

Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize o saygıyı duygu planında, fikir planında, eylemli olarak tüm eylemlerimiz ve davranışlarımızla gösterelim ve bilelim ki ulusal benliğini bulmayan uluslar başka uluslar için birer avdır. 


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK


Balkan Müslümanlarının Türk'lüğü


"Türk", "Müslüman" ya da "Osmanlı" kelimeleri aynı anlama geliyorlardı ve Boşnaklar bu kavramlarla özdeşleştirildikleri için düşman sayılıyorlardı. "Türk" ya da "Osmanlı" kavramı, Türkiye'nin etkisini sınırlarının çok ötesine taşıyan büyük bir
vizyonun adıdır. Balkanlar da olduğu gibi...



Bugün başta Sırplar olmak üzere diğer tüm Balkan milliyetçileri, Boşnakları, Arnavutları ya da Pomakları, yani etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan Balkan Müslümanlarını "Türk" olarak tanımlamakta sakınca görmüyorlar. Bunun nedeni ise, etnik kökenleri ne olursa olsun, Balkanlar'daki tüm Müslümanların, aralarında yaşadıkları Hıristiyan uluslardan ayrı bir "millet" olarak algılanmaları. Bu "millet"in ismi ise, her ne kadar etnik bir Türklüğü ifade etmese de, "Türk Milleti"... Florida Üniversitesi'nden Balkan tarihçisi Maria Todorova, bu durumu şöyle açıklıyor:


"Balkan milliyetçiliği Ortodoks Hıristiyanların birliğini parçalarken, öte yandan tekvücut ve değişmez bir Müslüman cemaati imajı üretmiştir ve bunu da "millet" kavramı bazında görmektedir. Bir başka deyişle, Balkanlardaki Hıristiyan halklar kendi aralarında milliyetçilik kıstasına göre ayrımlar geliştirirken, öte yandan Müslümanlara, sanki bu insanlar tek bir milletmiş gibi davranmışlar ve bu yönde bir söylem geliştirmişlerdir. Bu Hıristiyan uygulamasının en açık örneği, Balkanlar'daki tüm Müslümanlara, etnik kökenlerine göre bir ayrım yapmadan, "Türk" denmesidir. Bu, bölgede hala çok yaygın olan bir kullanımdır."




Balkanlarda Asıl Hedef Türk-İslam Medeniyeti


Öte yandan, Balkan Müslümanlarının geneli de, milliyetçi söyleme adapte olmadıkları için ve Balkanlar'daki ulus-devlet oluşumları tarafından dışlandıkları için, kendilerini ayrı bir "millet" sayan bir toplumsal bilinci bugüne kadar korumuşlardır.1


Todorova'nın da belirttiği gibi, Balkan Müslümanları için dini kimlikleri her zaman için etnik kimliklerinden çok daha öncelikli olmuştur. Bulgaristan'da da durum böyledir; "Bulgar Müslümanları" olarak tanımlanabilecek olan Pomaklar kendilerini Bulgarlar'dan çok Türklere yakın hissederler. Bosna'daki durum daha da belirgindir; Sırplarla ya da Hırvatlarla tamamen aynı etnik kökene sahip olan ve aynı dili konuşan Boşnaklar, bu iki halkla hiç bir zaman bütünleşmemiş, kendilerini hep Osmanlı ekseninde görmüşlerdir. 


Balkan uzmanı Eran Frankel, aynı durumun Makedonya için de geçerli olduğunu vurgular. Frankel'e göre, "Makedonyalı Müslümanlar hiç bir zaman Makedonyalılık adına İslam'ı geri plana atmış ya da reddetmiş değildirler. Aksine, çoğu kez kendi Slavlıklarını reddetmişler ve Slav olmayan bir İslam kimliğini benimsemişlerdir."2 Yine Frankel'e göre Makedonya'daki Müslüman Arnavutlar ya da Çingeneler, kendilerine Slav kimliğini benimsemektense, "Türk" olarak tanımlanmayı tercih ederler.3


İşte bu nedenle de, Türkiye'nin Balkan yarımadasındaki "uzantısı" olan halklar, yalnızca birkaç milyonluk Balkan Türkü değil, nüfusları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanlarıdır. Çoğu etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan bu insanlar, kendilerini aynı dili konuştukları Sırplar'dan ya da Bulgarlar'dan çok Türklere yakın hissetmektedirler. 


Çünkü bu insanlar herşeyden önce "Osmanlı"dırlar ve Türkiye de Osmanlı'nın yegane mirasçısıdır. Üstteki satırları yazan Maria Todorova, bu konuda şöyle söyler:


"Türkiye'nin Balkanlar'daki etkisi oldukça komplekstir. Bu etki, öncelikle Balkanlardaki Türkçe konuşan nüfusa yöneliktir. Bu nüfusun büyük bölümü Bulgaristan'da yaşar, kalan kısmı ise çok daha az sayılarda Yunanistan, Romanya ve eski Yugoslavya'dadır. Ancak Türkiye'nin etki alanı bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda Slav diliyle konuşan Müslümanlar da Türkiye'nin etki alanı içindedirler".4


Todorova, Türk-olmayan Balkan Müslümanlarının kendilerini Türklükle özdeşleştirme eğilimlerine gösterge olarak ilginç bir noktanın daha altını çizer: 20. yüzyıl boyunca Balkanlar'dan Türkiye'ye göç eden Slav Müslümanlar (Arnavutlar dahil), Türk kimliğini benimseyerek Türk toplumu içinde asimile olmuşlardır. Bu durum, Todorova'ya göre, "Osmanlı mirasının Türk etkisine dönüşmesinin açık bir örneğidir".5


Kuşkusuz bu tarihsel gerçek Türkiye açısından son derece önemli bir stratejik avantajdır. Tüm Balkanlar'da, aslında etnik olarak "Türk" olmamalarına karşın, kendilerini "Türk" olarak gören ya da görmeye eğilimli büyük bir Müslüman nüfus vardır. Bu "fahri soydaşlarımız"ı bize bu denli bağlayan unsur ise, Osmanlı mirasıdır. 


İşte Türkiye'nin Osmanlı kimliğine sahip çıkması gerektiğini, çünkü bunun Türkiye için büyük bir stratejik avantaj oluşturduğunu söylemekle tam da bunu kastediyoruz. "Osmanlı" kavramı, Türkiye'nin etkisini sınırlarının çok ötesine taşıyan büyük bir vizyonun adıdır. Bu, Balkanlar'da olduğu gibi Ortadoğu'da da böyledir. 




"Türkleşmiş" Slavlara Soykırım


İşin önemli bir diğer yönü ise, Balkan Müslümanlarının "Türklüğü"nün aynı zamanda onların düşmanları tarafından da kabul görmesidir. Bu nedenle sözkonusu düşmanlar, kendileriyle aynı etnik kökenden gelen ancak kültürel olarak "Türk" olan bu insanlara karşı tarih boyunca "etnik temizlik"ler düzenlemişlerdir.


Balkanlar'daki Slav Müslümanların düşmanları tarafından "Türk" olarak görülmelerinin en somut örneği, Sırplar'ın Boşnaklar'a karşı besledikleri nefrette ortaya çıkar. 


Sırplar, Osmanlı'nın bölgeye hakim oluşuna dek güçlü bir Krallığa sahiptiler. Ancak 1389 yılındaki Kosova Savaşı, bu Krallığın sonunun başlangıcı oldu. 1459 yılında Sırp Krallığı tümüyle ortadan kaldırıldı ve tüm Sırp toprakları kesin olarak Osmanlı egemenliğine girdi. 


Sırplar, Osmanlı karşısındaki yenilgilerini hiç bir zaman kabullenemediler. Zaman içinde Sırpların mağlubiyetini "seçilmişlik"le kutsayan farklı efsane ve inançlar gelişti. Özellikle Kosova Savaşı hakkında ilginç inançlar üretilmişti.Bosnalı Müslümanlar, Sırpların gözünde, birer haindiler. Onları "İslamlaşmış Sırplar" olarak algılıyorlardı. Bosnalıların, Sırplara verilen "seçilmişlik" payesini bırakarak, kendilerini Osmanlı'ya sattıklarını düşünüyorlardı. 




600 Yıllık Nefret
Bu kompleks ve nefretler, yüzyıllar boyunca bilinçaltında kalmış, ancak dağlara çıkarak Osmanlı'ya karşı direnen "haiduk" (haydut) çetelerinin anılarıyla yaşamıştı. Osmanlı ordularının 1683'teki Viyana bozgununun ardından, Bosnalı Müslümanlara karşı duyulan nefret fırsat buldukça eyleme dönüşmeye başladı. İlk kan, 1702 yılında Karadağ'da döküldü. Başkent Çetine'deki sivil Müslüman nüfusa karşı gerçekleştirilen katliama Istraga Poturica (Türkleşmiş olanların imhası) adı verilmişti. Boşnaklar aslında "Türk" değil, sadece Müslüman olmuşlardı, ama bu ikisi Balkanlar'da aynı anlama geliyordu. 


Sırp milliyetçiliğinin 1980'lerdeki yükselişinde de hep aynı tema kullanıldı. "Türk", "Müslüman" ya da "Osmanlı" kelimeleri aynı anlama geliyorlardı ve Boşnaklar bu kavramlarla özdeşleştirildikleri için düşman sayılıyorlardı. Sırbistan'ın radikal milliyetci lideri Slobodan Miloseviç'in Kosova Savaşı'nın 600. yıl dönümünde Kosova'nın başkenti Piriştine'nin yakınlarındaki Gazimestan adlı ovada gerçekleştirdiği ünlü mitingin de teması yine aynıydı. Miloseviç 600 yıl önce yaşanan Kosova yenilgisine atıfta bulunmuş ve "bir daha yenilmeyeceğiz" demişti. Düşman yine aynıydı; Osmanlı. Nitekim mitingin yapıldığı alanın yakınlarında bir yere önceden kan renkli koca bir anıt kondurulmuş ve üstüne de Prens Lazar'ın şu sözleri kazınmıştı:


Her kim ki Sırp ve Sırp kökenlidir
Ve Kosova Ovası'na Türklerle savaşmaya gelmez
Onun ne erkek, ne dişi, zürriyeti olmasın
Onun hasadı olmasın.
1389-1989

Tüm bunlar, Balkan Müslümanları kadar İslam aleyhtarı Balkan milliyetçilerinin de İslam ve Türk kavramlarını özdeşleştirdiklerinin işaretleridir. Bu iki kavramı birleştiren ortak zemin ise, elbette ki Osmanlı kimliğidir.



Türkiye'ye Osmanlı'dan kalan büyük bir Balkan insiyatifi vardır. Bu bölgede varolan Türk-İslam kimliği, Türkiye'nin önündeki tarihsel bir sorumluluktur. Bu insanları korumak ve harekete geçirmek Türkiye için ciddi bir etki alanı oluşturabilir. 1912'ye kadar bizim olan topraklar üzerinde güçlü bir işbirliği kurmak, doğal bir hak ve sorumluluktur. Türkiye, Balkanlar'da bu şekilde bir etki alanı oluşturmakla diğer dış politika yönlerinde, Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu'da büyük bir stratejik avantaj ve siyasi güç elde edecektir. 


Perspektif
Devlet Kurumunun Önemi ve Anarşizm Yanılgısı
Anarşizm, sol ideolojilerin en marjinali olarak kabul edilir. Terim, "başsızlık" anlamı taşıyan Yunanca bir kelimeden gelir. Bu ideolojinin bağlıları, devletin topluma zarar veren bir kurum olduğunu iddia etmiş ve insanların özgürlük ve barışa ulaşabilmesi için devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuşlardır. Devletle beraber dine karşı da tavır almışlar ve dinin yok edilmesine çalışmışlardır. Fransız Devrimi'nin ardından ortaya çıkan bu ideoloji özellikle 19. yüzyılda yaygınlık kazanmış, Rusya'daki Bolşevik Devrimi'nin (1917) hazırlanmasında da rol oynamıştır.


Öncelikle anarşizmin tamamen hayali ve gerçeklerden uzak bir düşünce olduğuna dikkat etmek gerekir. Çünkü dünyanın hiç bir ülkesinde hiç bir zaman bu ideoloji uygulanmamıştır. hiç bir zaman bir devletin lağvedilmesi ve anarşist bir toplum kurulması gibi bir vakıa yaşanmamıştır. Sadece bazı kriz zamanlarında devletlerin otoritesi zayıflamış, bunun sonucunda ise topluma barış ve huzur değil, aksine sadece kavga, çatışma ve yağma gelmiştir. 


Başka türlüsü de mümkün değildir. Çünkü devletin olmadığı bir ortamda, toplumun kendi kendini düzenleyerek asayiş ve istikrar oluşturması imkansızdır. Devletin olmadığı bir ortamda kanunlar da olmayacaktır. Dolayısıyla "suç" kavramı ortadan kalkacak ve herkes istediği fiili rahatlıkla yapabilecektir. Dileyen kişi bir başkasının malına ya da canına kast ettiğinde, bu suçu "suç" olarak tanımlayacak ve engelleyecek bir otorite bulunmayacağı için, karşısında hiç bir engel de olmayacaktır. Hırsızlar istedikleri malı çalacaklar, katiller diledikleri insanı öldürecekler ve onları durduracak bir polis ya da yargılayacak bir mahkeme olmayacaktır. 


Böyle bir toplum ise kaçınılmaz olarak orman kanunlarının hakim olduğu bir "sürü"ye dönüşecektir. İnsanların huzurlarının, mallarının, canlarının ve ırzlarının hiç bir güvencesinin kalmayacağı bu sürü, gerçekte bir "insan toplumu"ndan ziyade, hayvan topluluğu gibi yaşayacaktır. İlginç olan ise, bu sonucun anarşistlerin felsefelerine zaten birebir uyuyor olmasıdır. Çünkü anarşistler de aynen Marksistler gibi Darwin'in ortaya attığı "insanın evrimi" masalına inanmakta ve dolayısıyla insanı "gelişmiş bir hayvan türü" olarak kabul etmektedirler. 


Ancak tarih, anarşizmin tamamen yanlış bir felsefe olduğunu sayısız örnekle ispatlamaktadır. Anarşistler, devletin ortadan kalkmasının barış ve huzur getireceğini öne sürmüşlerdir. Oysa siyasi tarihe bakıldığında, devlet otoritesinin ortadan kalktığı her dönemin son derece kanlı bir kaos ortamı olduğu görülür. Ortaçağ boyunca siyasi otoritenin ortadan kalktığı dönemler, hep yağma, talan ve katliam dönemleri olmuştur. Anarşizmin çıkış noktası sayılabilecek olan Fransız Devrimi, tarihin en kanlı siyasi hareketlerinden biridir. Fransız Devrimi'nde, özellikle de devrimin "Terör Dönemi" olarak bilinen evresinde, on binlerce insan idam edilmiş, devrimin Robespierre gibi en ateşli öncüleri de dahil olmak üzere çok sayıda insan giyotine gönderilmiştir. Devrimin ardından Fransa on beş yılı aşkın bir süre huzura kavuşamamıştır.Tarihin her döneminde tablo aynıdır. Devlet aleyhinde yapılan her türlü "devrim", devrimcilerin işe başlarken ortaya attıkları süslü sloganların aksine, mutlaka kan, acı ve gözyaşı getirmiştir.




Batı'nın Sevr Hayalleri


"Türkleri yok etme"ye yönelik emperyalist plan, hiç bir zaman da rafa kaldırılmadı. Birtakım Batılı çevreler "Sevr'i diriltme" heveslerinden asla vazgeçmediler. Bugün de hala bir kısmı bu hedefin peşinde koşuyorlar, bölücü teröre kanat gererek, Türkiye'nin milli ve manevi değerlerini hedef alarak Sevr'i diriltme planlarını yaşatıyorlar.
Geçen hafta Darwin’in Türkleri "medeni ırklar tarafından tarih sahnesinden silinecek olan aşağı bir ırk" olarak gören hezeyanlarını belirtmiş, Avrupa’da esen soydaşlarımızın maruz kaldığı ırkçı saldırıların temelinde bu Darwin’in şerefli Türk milletini heddef olan bu sözlerinin bulunduğunu ifade etmiştik. Darwin'in Türklere karşı "aşağı ırk" ya da "yokedilecek millet" gibi hakaretler yönelttiği dönem, Batı ile Osmanlı İmparatorluğu'nun ilişkisi açısından çok kritik bir dönemdi. 


Osmanlı İmparatorluğu bilindiği gibi 19. yüzyılın başından itibaren ciddi toprak kayıplarına maruz kaldı. Balkanlar'daki azınlıklar birer birer isyan ettiler. Rusya ise Kırım ve Kafkasya gibi bölgeleri aşamalı biçimde işgal etti. Bu dönemde İngiltere ve Fransa gibi Batılı güçler ise dönem dönem Osmanlı İmparatorluğu'na karşı destek verir yönde politikalar izlediler, çünkü Rusya'nın ilerlemesine karşı Osmanlı'yı bir denge unsuru olarak görüyorlardı.


Ancak İngiltere ve Fransa'nın bu politikası, 1870'lerde değişmeye başladı. 1878'deki Berlin Kongresi ise, tarihçilerin ortak görüşüne göre, tam bir dönüm noktası oldu. Çünkü bu Kongre'nin ardından İngiltere ve Fransa da Rusya ile elbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalayıp bölüşme stratejisi izlemeye başladılar. İngiltere uzun süredir gözünü diktiği Mısır'ı 1882 yılında işgal etti. Bu işgal döneminde Türk düşmanı tavrıyla öne çıkan İngiliz Lord Gladstone Londra'da Türklerle ilgili bir broşür yayınlamış ve Osmanlı'yı alabildiğine kötüleyen broşürde "Türklerin mahvedip aşağıladıkları vilayetlerdeki tüm istismarlarını ortadan kaldırmak için en iyi yol olarakpılı-pırtılarını toplayıp uzaklaşmaları…" gerektiği çağrısını yapmıştı.1


İngiltere'nin Mısır işgalinin ardından Fransızlar Cezayir ve Tunus'u işgal ettiler. Bu çabalar bilindiği gibi Trablusgarp ve Balkan Savaşları, sonra da I. Dünya Savaşı sonucunda nihayete ulaştırıldı ve Osmanlı topraklarının çok büyük bölümü İngiltere ve Fransa arasında paylaşıldı. Türk düşmanı Lord Curzon bu olaylar sırasında şöyle diyordu: 


Türkler Avrupa'dan atılmalıdır. ABD'li senatör Lodge'ın dediği gibi İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu olan savaşların yaratıcısı, komşuları için bir aşağılanma olan Türkler Avrupa'dan silinmelidir…2


İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Kitchener Balkan Savaşları'nın sonucu karşısındaki memnuniyetini "Türklerin çöküşü tamamlanmış görünüyor" sözüyle ifade etmişti.3


Darwin'in "Avrupalı ırklar olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından yok edileceğini görüyorum" şeklindeki sözleri, işte tam bu emperyalist sürecin başlarına denk geliyordu. Darwin bu sözleri 1881 yılında, yani İngiltere'nin Mısır işgali sırasında söylemişti. Anlaşılan Victoria İngilteresi'nin stratejistleri, ona, Mısır işgali ile başlayan sürecin "Türkleri yok etme" ile sonuçlanacağını haber vermişler ve bu plana bilimsel bir destek bulmasını istemişlerdi. Darwin, "yaşam mücadelesi", "ırklar arasındaki doğal seçme" gibi sözde bilimsel kavramlarla işte bu "Türkleri yok etme" hedefine zemin hazırlamaya çalıştı.




Sevr'i Hortlatma Düşüncesi


Oysa bildiğimiz gibi bu hedef amacına ulaşamadı. İngiliz-Fransız ittifakının, yanlarına Yunanlılar gibi küçük unsurları da katarak uyguladıkları "Türkleri yok etme" planı, Sevr Anlaşması ile uygulamaya kondu, ama gerçekleşmedi. Türk Milleti, varını yoğunu ortaya koyarak, bu plana karşı kahramanca direndi, Milli Mücadele'yi organize etti ve kazandı. 


Ancak yine bilindiği gibi, "Türkleri yok etme"ye yönelik bu emperyalist plan, hiç bir zaman da rafa kaldırılmadı. Birtakım Batılı çevreler "Sevr'i diriltme" heveslerinden asla vazgeçmediler. Bugün de hala bir kısmı bu hedefin peşinde koşuyorlar, bölücü teröre kanat gererek, Türkiye'nin milli ve manevi değerlerini hedef alarak Sevr'i diriltme planlarını yaşatıyorlar.


İlginç olan ise, Darwinizm'in hala bu planda önemli bir yer tutması. Darwinizm bundan 130 yıl önce, "Türkleri yok etme" planına, "Türk milleti aşağı ırktır" gibi bir iddia ortaya atarak destek vermişti. Şimdi ise, Türk Milleti'ni, onu ayakta tutan milli ve manevi değerlerden koparmayı hedefleyen materyalist felsefeyi destekleyerek hedef alıyor. Müslüman Türk Milleti'ne ateizm ve materyalizm gibi batıl inanışları aşılamaya çalışarak, "Türkleri yok etme" planına bir başka açıdan destek veriyor. 


İşin en garip yönü ise, bazı Türk bilimadamlarının da büyük bir gaflet içinde bu teoriye sahip çıkmaları. Bu bilimadamları, bilimsel hiç bir dayanağı olmadığını bildikleri Darwinizm'i ısrarla savunarak,gerçekte büyük bir tarihsel vebal yükleniyorlar.



http://www.westtrakien.com/balkanlar/balkanlardatuerkluek/index.html

YUNANİSTAN'DAKİ HRİSTİYAN TÜRKLER NİYE RUMLAŞMIYOR?

YUNANİSTAN'DAKİ HRİSTİYAN TÜRKLER NİYE RUMLAŞMIYOR?

13 Kasım 2010 Cumartesi
 27.03.2010 14:33

Perperoglou ismini ilk kez duyduğumda televizyonda Türk Telekom’un Panionios ile oynadığı maçı seyrediyordum. Maçı anlatan kişi oyuncuyla ilgi olarak her hangi bir açıklama yapmıyordu, ‘perperouglu’na bir kez bile ‘berberoğlu” demedi, isim benzerliğine dikkat çekmedi, ancak BERBEROĞLU ismi ağzıma pelesenk olmuştu.

Panionios’da geçen üç sezonun ardından Yunanistan ile Avrupa basketbolunun ünlü kulüplerinden Panathinaikos’a transfer olan Berberoglu’nun ilk adından dolayı Batı Trakya Türklerinden olamazdı.

Ancak, kimdi bu Türkçe soyadlı basketbolcu?

1924’teki Türk-Yunan nüfus değişiminde dinin esas alındığını, Anadolu’daki Ortodokslar ile Batı Trakya ve Rumeli’deki Müslümanların konuştukları dile bakılmaksızın karşılıklı olarak göç ettirildiklerini okumuştum.

COGİTO OSMANLI ÖZEL SAYISI

İlk işareti, başucu kitabına dönüşen COGİTO’nun Yaz 1999 tarihli Osmanlı Özel Sayısı’nda gördüm. Ahmet Kuyaş ile konuşan Cemal Kafadar’ın aşağıdaki açıklaması Ortodoks Karamanlılar üzerine ilgimin yoğunlaşmasına neden oldu.

“…Mesela Karamanlılar (Karamanlides)… genel olarak söylenen, onların dil açısından Türkleşmiş, Anadolulu Ortodoks Hıristiyanlar olduğuydu. Bunu kabul etmeyenlerin tavrı son zamanlarda biraz daha ön plana çıktı. Yani “ belki de Karamanlılar tam olarak Müslümanlaşmadan Anadolu’ya gelmiş ve burada Ortodoks Hıristiyan olarak din değiştirmiş olabilirler ” görüşü bence önemli. Bu soruyla uğraşmak gerekir. Mesela Kıpçak Türkçesi konuşan Ermeni kilisesine mensup cemaatlar de var. Bugün Polonya’da ‘Ermeno-Kıpçak’ diye bir hadise var. Bu Karamanlılara çok benziyor. Oğuzca konuşan Ortodoks Hıristiyanlar ve Kıpçakça konuşan Ermeniler… Bu konuyu yorumlamakta o kadar aceleci olmamak gerektiği kanısındayız şimdilerde.”

Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’a destek olan Türk Ortodoks Patriği, 2002’de ölen üçüncü patrik Selçuk Erenol ve onun açıklamaları, Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini başlıklı kitabıyla tanıdığım İngiliz yazar Louis de Bernieres’in Kanatsız Kuşlar adlı kitabına mekan olan yerler ile Ergenekon kapsamında göz altına alınan Sevgi Erenol…

Merak bir kez depreşmişti, mutlaka karşılanmalıydı.

Mülkiye’nin arka bahçesinedki café-kitapçıyı gezerken Yonca Anzerlioğlu’nun 2003 basımı Karamanlı Ortodoks Türkler kitabını görünce kırk yıllık dostuma rastlamış gibi oldum. Kapağı kahverengi birinci hamura kağıda basılmış, fotoğraflarla bezenmiş kitabın daha nelerin kapısını çalacağını tahmin bile edemiyordum.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyan Batı ve özellikle Protestan Amerikalılarca Anadolu’da yürütülen asimilasyon çabalarıyla ilgili beş bulgu ile kapıyı aralayalım.

BEŞ BULGU

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Anadolu’yu mesken tutan ABCFM American Board of Commissioners for Missions üyesi olan Amerikalı Protestan misyonerlerin hedefinde Grek, Ermeni ve Asuriler bulunuyordu. Cahil ve sözde Hıristiyan olan bu topluluklar içinden Gregoryan Ermeni azınlığın protestanlaştırılması faaliyeti Ermeni cemaatini bölüp kargaşaya sürükler, aralarından ayrılıkçı unsurlar çıkar.(1)


2. ABCFM’nin Arapgir şubesinden Dunmore’in Ekim 1854 tarihli mektubunda “…Gerçekten de olağanüstü insanlar ve ilgimizi hak ediyorlar. Her ne kadar Müslümanlar onları kendilerinden saysalar da onlar Muhammet’in takipçisi değiller. Onlar Tanrı’nın oğlu İsa’ya inanıyorlar, en azından bilebildikleri kadarıyla... Hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman Müslümanlar gibi namaz kılmıyorlar, oruç da tutmuyorlar. Kendilerine özgü insanlar ve İncil’in mesajına açıklar... Bazı tuhaf inanışları ve putataparlıkla alakalı uygulamaları var. Mesela küçük siyah bir odun parçası bulduklarında bir evliyanın ya da atının kalıntısıdır diye ona tapınmaya başlıyorlar…Türkler onları da Kürtler gibi beş para etmez sapkınlar (heretics) olarak görüyor ve hiç umursamıyorlar ve sanırım hepsi açıkça gerçeği [Hıristiyanlığı] kucaklasalar bile o taraftan [Türklerden] ciddi bir güçlükle karşılaşılmaz” 

ifadeleriyle yer alan Kızılbaşlar, Dunmore’un alandan ayrılmasıyla yerini alan Perry’e 1880’de “Hıristiyan bir uygarlığın parçası olmaları durumunda İmparatorluğun en mükemmel ırklarından olacak bu insanlar halihazırda dini ve ahlaki etkilere pek de açık görünmüyorlar” mektubunu yazdırtır.(2)

3. Amerikalı prostestanların uğradığı başarısızlığın benzerini aynı dönemde Türkçe konuşan Karamanlı Ortodoks Türklere Yunanca öğretmeye çalışan Atina destekli Patrikhane’nin eğitmenleri de yaşar: J.Jonanidis 1914 tarihli salnamenin yazılışı sırasında “Hemşehrilerimizin bazıları, Anadolu dilini terk etmemizi ve bu salnameyi Yunanca yayınlamamızı tavsiye ediyor. Onlara şu soruyla cevap veriyoruz. Yunancayı yeterince bilenler yüzde kaçtır bilmeyenler kaç? Bu türden bir eseri anlamak içinse iyi Yunanca bilmek gerekir. Vaktiyle okullarımızda Yunanca öğrenmiş olanlardan hangisinin aklındadır bunlar?” demiştir.(3)

4. 1778 yılına kadar Kırım’da Kırım hanlığı idaresinde altında yaşayan Urumlar(Türkçe konuşan Ortodokslar), Rus İmparatoriçesi II. Katerina döneminde diğer Hıristiyan topluluklar, Ermeni ve Yunanlılar ile birlikte Kırım’dan çıkarılıp Donetsk havzasında iskan edilirler. Resmi kayıtlarda Grek-Yunanlı olarak adlandırılan Urumlar, kendilerini asla Yunanlı olarak görmemekte ve Yunanlılardan dini inançları hariç tamamen farklı olduklarını açıkça vurgulamaktadırlar. Urumlar kendi aralarında bizces dedikleri dillerini konuşmaya devam ettikleri ve genç kuşaklara aktarmaya başarılı oldukları söylenebilir. Konuştukları dil tam anlamıyla Türkçe’dir.(4)

5. 1990’da Ukrayna topraklarında yaşamakta olan tüm Urum ve Yunanlıları bir çatı altında toplamak amacıyla kurulan ve doğrudan Yunaniştan bağlantılı olan Grek Federasyonu özellikle Türkçe konuşan Urumlar aslen Helen soyundan geldiklerini kabul ettirmeye çalıştıkları, Yunanca öğretip Yunan vatandaşlığına geçirmeye çabaladıklarından federasyon parçalanır(5).

Asimilasyon çabaları yalnızca Ermeniler üzerinde sonuç verir ve onlar da Osmanlı’ya karşı cephe gerisinde terör ve Türk katliamlarına başvurmalarının sonucunu tehcirle öderler. Ne Kızılbaş Türkler ne de adlarına Gagavuz, Urum denilen Türkçe konuşan Ortodokslar asimilasyona cevap verirler. Asimile etme çabası 19. yüzyılda Anadolu’da, 21. yüzyılda Ukrayna’da sonuçsuz kalır.


Anzerlioğlu’nun, düğünleri, oyunları, yemekleri, büyüğe saygı, yardımlaşma, misafirperverlik, türküler, maniler, yaşanılan mekanlar, bugün dahi folklor oynarken ve özel günlerde giyilen kıyafetler ve soy isimlerdeki öz Türkçe isimleriyle Gagavuz ve Müslüman Türklerle ortak nitelikler sergileyen Karamanlı Ortodokslar Türklerin basılı eserlerine ilişkin verdiği bazı detaylar özellikle Aleviler açısından önem taşımaktadır.

Türkçe konuşan Karamanlı Türklerin kendilerine ait olan veya ağırlıkla onlara hitap eden Yunan harfleriyle basılmış eserler arasında din dışı olanlar kategorisinde, Halk Diliyle Atasözleri, Bilinen Köroğlu Hikayelerinden, Nasrettin Hoca hikayelerine ilaveten 1909’da Şah İsmail ve Aşık Garip hikayelerinin yayınlandığı belirtilmektedir.(s.179)

TELLİ KURAN
Aleviliğin yedi ulu ozanından biri olan Şah İsmail Hatai ile birlikte ismi geçen Aşık Garip hakkında internette yapılan ufak bir araştırma 16. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen bu halk şairinin Alevilerin ‘telli kuran’ dediği sazla ilgili KOLUNA BAĞLADIM TELİ adlı şiirini buraya almamızı gerektirdi.

Garip: 1

Koluna bağladım teli
Konuşurdun yetmiş dili
Unuttun mu sazım beni
Konuş sazım benim ile


Saz: 2

Vasf-ı halimden bilmedin
Sen gideli ben gülmedim
Yedi yıl haber almadım
Konuşamam senin ile


Garip: 3

Koluna bağladım perde
Sen uğrattın beni derde
Yedi yıldır Garip nerde
Konuş sazım benim ile

Saz: 4


Sinem duvara yaslandı
Kolumda teller paslandı
Garip ölmüştür seslendi
Konuşamam senin ile


Garip:5

Garip kurbandır soyuna
Sanem'in selvi boyuna
Gidek Sanem'in toyuna
Konuş sazım benim ile


Sez: 6

Kar kuşandı gönül dağı
Çürüdü sinemin bağı
Sanem'in destinde ağu
Konuşamam senin ile


Aşık Garip kendisine küsen sazına dil dökmektedir. Saz ona niçin küsmüştür? Bırakıp gittiği, onu eline alıp türküler söymediği için mi? Peki, nereye gitti acaba? 16.Yüzyıl halk şairi Aşık Garip nereye gitmiş olabilir? Şah İsmail’in ordusuna katılmak için Azerbaycan ya da İran’a gitmiş olabilir mi?

‘Yetmiş veya yetmiş iki konuşmak’ ya da ‘yetmiş iki milleti bir bilmek’ birbirlerinin yerine geçmiş deyimler mi, yoksa iki farklı durumu mu anlatıyorlar? ‘Yetmiş iki dili konuşmak’ tan kasıt nedir diye sorduğumda, Ahmet Yaşar Ocak soruma şöyle karşılık verdi: “Benim bildiğim, yetmiş iki dil bilmekten çok yetmiş iki milleti bir bilmektir. Bu biliyorsunuz genelde tasavvufun bir yaklaşımıdır: Ama yetmiş iki dili bir bilmek deyimindeki dili, bildiğimiz anlamda değil, Farsçadaki "gönül" anlamında düşünürseniz, aynı kapıya çıkar.”

Ocak’ın Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri Başlıklı kitabının Ayin-i Cem’i anlatan 175.sayfasında Menakıbu’l Kudsiye ile Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’den alıntısında yetmiş iki rakamına rastlıyoruz: “…Baba İlyas’ın Amasya yakınlarındaki Çat Köy’üne yerleşmesinden itibaren geçen üç yıl içinde kadınlı erkekli yetmiş iki bin müridi olduğu, bunların birbirlerine karşı asla nefis lezzeti duymadıklarını, bir arada bulundukları halde, birbirlerinin kadın mı, erkek mi olduklarının farkına varmadıkları ifade edilmektedir.”

Yetmiş iki buçuk millet tanımına bir kez de Baha Said’in Türkiye’de Alevi-Bektaşi, Ahi ve Nusayri Zümreleri adlı kitabında rastlıyoruz; “Resmi devlet erkanı Latin, Hırvat, German, Grek, Ermeni, Çerkes, Gürcü, Arnavut vb. yetmiş iki buçuk milletten türemişti. Onlar Türk’ün omuzunda, Türk’ün kılıcında ekmek bulmuşlar ve yine onu tahkire özenmişlerdi. Osmanlı padişahları bu binbir çeşit süt ve kandan türemişti. Türklüğü değil ‘tac ve taht’ ı seviyordu. Ecdadının kendilerine hazırladığı ellerin hudutlarını çizen Türk kemiklerini unutmuşlardı. O kemiklerin fosforuyla ışıldayan taçların elmasları, esirlerin gözleri, şimdi o kana o kemiğe nankör gözle bakıyorlardı.”(s.166) 

Aşık Garip yedi yıl ayrı kaldığı sazıyla hitap ettiği yetmiş gönül arasında Karamanlı Ortodoks Türkler de var mıydı? 

Konu sazdan açılınca, saza en büyük anlamlardan birini yükleyen, onda şeytanı arayana ‘behey insanın teresi’ diye seslenen 18.yüzyıl halk şairi Dertli’ye ve onun o ünlü taşlamasına değinmeden geçmek olmaz.
Telli sazdır bunun adı
Ne ayet dinler, ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde?
Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Kadı gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde?
Venedik'ten gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allahın şaşkın kulu
Şeytan bunun neresinde?
İçinde mi, dışında mı
Burgusunun başında mı
Göğsünün nakışında mı
Şeytan bunun neresinde?
Dut ağacından teknesi
Girişten bağlı perdesi
Behey insanın teres'i
Şeytan bunun neresinde?
Dertli gibi sarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok, kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde?


Karamanlıca eserleri dil bakımından inceleyen J.Eckmann, onu iç gruba ayırır; halk unsurları ile az çok karışık bir yazı dili ile yazılan eserler kategorisinde, yalnızca Karamanlıca yazılanlar içerisinde yardımcı fill olarak edilmek, olunmak yerine olmak ekinin kullanıldığı kelimeler olduğunu belirtir; cem olmak, icra olmak.

Sazını yetmiş dilde konuşturan Aşık Garip ve Şah İsmail Hatai’yi okuyan Türkçe konuşan Karamanlı Ortodokslar kiminle cem olmuştur?

Tekrar Cemal Kafadar’a dönmek gerekiyor;

“Genel olarak, 11-15.yüzyıllar arasında “ iki cihan aresinde” yeni bir medeniyet yaratırken “taş ü toprak aresinde bile yapılan” insanları anlamaktan çok uzağız gibime geliyor. Şöyle bir sahneyi anlıyor muyuz gerçekten: “Kafir iman getirdi Müslüman oldu. Balı çörekle yediler. Ayağa kalktılar, üç kez semah tuttular” Bunları yaşayan insanlar “sekiz uçmak içindeki köydenim” derse, gönüllerinin “ha deyince hayran olduğunu “ söylerse, onlara inanılır elbette. Onların kapısına taşlar da gider, kuşlar da. Zamane insanı kendini çok dilli çok kültürlü olmakla ortaçağlılardan çok daha ileri sayarken aceleci davranıyor galiba. O yüzyılların “kamuoyu önderleri” unutmayalım, “dört kitabı ve yetmiş iki” dili öğreniyorlar büyürken( Melik Danişmend, Sarı Saltuk,vb). Ihlara Vadisi’nde bir duvar resmi vardır, gözümün önünden gitmez: külah giymiş def çalan keşişler. İşte o keşişlerle düşüp kalkan, onlarla İsa’yı Musa’yı tartışan, birlikte ‘caz yapan’ insanlar.”

KAVİMLER GÖÇÜ
Atilla’nın önderliğinde MS 370-375 yılları arasında İdil nehrini geçip batıya doğru yönelerek kavimler göçünü başlatan Hun Türklerinin yerleştiği alanlar Hazar Denizi’nin kuzeyi ve batısı, Karadeniz’in kuzeyi ve batısı ile Balkanlar ve Doğu Avrupa’dır. Yerleştikleri alanlarda ise ister istemez bu bölgeleri yakından izleyen Bizans ile muhatap olmak, gereğinde savaşmak, gereğinde işbirliği yapmak zorunda kalmışlar ve ‘Bizans Oyunu’ denilen yöntemlerin etkisiyle kaybolup gitmilerdir. Anzerlioğlu, kitabında bu Türk kabilelerin ismini tek tek sayar; Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kuman Kıpçaklar. Kitabın 33.sayfasında, 915 yılında imparator Konstantin Porhyrogennetos tarafından oğluna hitaben kaleme alınan ve Bizans siyasetinin el kitabı olarak adlandırılan De Administrando Imperio (Devlet İdaresi) adlı eserde imparator Peçeneklerle barış yapmanın faydalarından bahseder .

“ Peçeneklerle barış içinde olmak onlarla dostluk anlaşmaları imzalamak, her yıl hediyelerle birlikte diplomatik heyetler göndermek Roma İmparatorluğu’nun lehinedir. Aynı şekilde onlardan gelen heyetleri tanrının koruduğu bu şehirde… denetim altında tutmak ve İmparatorluğu’nun yararınadır…
Roma İmparatorluğu Peçeneklerle barış içinde olduğu sürece ne Ruslar ne de Türkler(Macarlar) Roma topraklarına saldıramazlar, barış bedeli olarak büyük miktarlarda para alamazlar. Çünkü onlar Roma İmaparatorluğu’nun kendilerine karşı çevirebileceği bu milletin gücünden korkarlar. Çünkü Peçenekler, eğer imparatorluğa barış içindeyseler ve hediyelerle kendi tarafına kazanılmışlarsa, Rusların ve Türklerin (Macarların) ülkelerine saldırıp kadın ve çocukların esir edip ülkelerini harabeye çevirebilirler ”

Türkleri ‘Bizans oyunu’ ile birbirine karşı kullanan, savaştıran, asimilasyonla hıristiyanlaştıran Doğu Roma İmparatorluğu batıya doğru yola çıkan başka bir Türk kavmin, Oğuz Türklerinin elinde son nefesini verir. Oğuz Türkleri Bizans’ı ortadan kaldırırken Türk akrabalarının intikamını almış olduklarının farkında mıdır? Soruyu tersten sorar isek, 1453’de son nefesini veren, 1919’a kadar bizim öyle sandığımız Bizans bunları unuttu mu?

Unutmadığını, Amerikalı protestan misyonerlerin Gregoryanlar ile başlayıp Kızılbaşlara da varan misyonerlik faaliyetlerine paralel olarak doğrudan Atina’ya bağlantılı olan Ortodoks Rum din adamlarının Türkçe konuşan Türk asıllı Ortoksları Helenleştirme çabalarından anlaşılıyor.

İlber Ortaylı bazı Bulgar ve Hıristiyan Arnavutlar ile Anadolu’nun Karamanlı denen Türk asıllı Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlarının tarihlerini Helen olarak kapamak zorunda kaldığını yazar, COGİTO’ya 1999’da.

MÜBADELE
Bu nasıl oldu? Bu insanlar nasıl Helenleşti? Cevabı bulmak için 1924 nüfus mübadelesine gitmek gerekiyor. Anzerlioğlu’nun kitabının 285.sayfasına dönmek gerekiyor.

“…Anadolu’nun orta bölgesinde yüzyıllardır Müslüman Türklerden sadece dini açıdan farklılık sergileyen ve aslen kendilerinin Türk olduklarını beyan ile bunu gerek adet, gelenek ve görenekleri ve gerekse tarihi veriler ışığında ortaya koyarak Anadolu’da yaşamakta olan Rum Ortodoks nüfustan farklı olduklarını ve onlarla bir tutulamayacaklarını vurgulamaya çalışsalar da, sonuçta Ortodoks Türkler de bu zorunlu nüfus mübadelesine tabi tutulmaktan kurtulamamışlardır…”

Ruhani liderleri Papa Eftim önderliğinde Anadolu’nun işgali sırasında Yunan kuvvetleriyle işbirliği yapan Fener Rum Patrikanesi’ne karşı çıkıp Mustafa Kemal’in yanında yer alan, bunun neticesinde Fener’den kopup kendi patrikliğini kuran Ortodoks Türkler, Lord Curzon’un 12 Aralık 1922’de, Türk Ortodoksları kast ederek sayıları 50.000’i bulan Osmanlı Rumlarının Anadolu’da kalacağını belirtmesine ve buna cevaben İnönü’nün 31 Aralık 1922 tarihli açıklamasında “Türk Ortodokslarına gelince, bunlar her hangi bir konuda Müslüman yurtdaşlarının yararlandığı işlemden başka türlü bir işlem görmeyi hiç bir vakit istememişlerdir; böyle bir istek ileri sürmeleri de asla beklenmeyecek bir şeydir ”demesine rağmen mübadeleden, Yunanistan’a gönderilmekten kurtulamazlar.

Neden?

Anzerlioğlu, Papa Eftim ve yakın ailesinin onlara mahsus bir düzenlemeyle Yunanistan’a gönderilmekten kurtulduğunu belirtir.

Ya gönderilseydi?

Gönderilip de orada Mustafa Kemal’ın yanında yer aldığı için yargılasaydı, idama mahkum edilip cezası infaz edilseydi?...

Anzerlioğlu, Başbakanlık Osmanlı Arşivini, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivini, Amerikan Milli Arşivini ve yayınlanmış belgeleri inceler, ancak “NEDEN GÖNDERİLDİLER” in cevabını bulamaz.

Bulamaz mı, yoksa bulup da yazamaz mı?...

Papa Eftim ile akrabalığı bulunan, Selanik’te yaşayan Anastasia Hacıtedoridou Yunanistan’a geldiklerinde kendilerine hor bakıldığını söyler ve ekler…

“ Yunanistan’ı biz yükselttik. Ustalık mı dersin…zanaatçılar…Bir yandan kıskanırlardı. Korktular. Aman bunlar ekmeğimizi elimizden alacaklar. Zenginlik getirmedik ama zanaat zenginliği getirdik Benim babam mülklerinizi satın çocuklarınızı okutun, derdi. Ne yapacaksanız yapın çocuklarınızı okutun. Yalnız okumaylan Yunannistan’I elimize alacağız “ 

Rumca bilmeyen Ortodoks Türklere hor bakılır, aşağılanır, Türk tohumu anlamında Türkosporoi diye adlandırılır, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı 25 Mart’ta düzenlenen kutlamalarda dedelerinin eski elbiseleri alınıp Türkü simgeleyenlere giydirilir.

1923’de Türkiye’nin nüfusu 13 milyondur. Ortodoks Türkler ise yaklaşık 50 bin. Nüfusun binde 38’i kadarlar. 2007 itibariyle nüfusumuz 70 milyon, kalsalardı Ortodoks Türkler 270 bin kişilik bir nüfusa sahip olacaklardı. Yani, Türk Ortodoks Patriği’nin 270 bin ikişilik bir cemaati olacaktı.

MÜBADELEDE BİZ NELERDE ISRAR ETMİŞTİK?

1. Türk uyruğu Rumların İstanbul’dan çıkarılması,
2. Son üç yıl içinde Türkiye’ye karşı düşmanca davranışlar içinde bulunan Rum derneklerinin ve birliklerinin İstanbul’dan çıkarılması,
3. İstanbul Rumlarına tanınan ayrıcalıktan yalnızca Beyoğlu, İstanbul ve Üsküdar Rumlarının yararlanması,
4. Evrensel Patrikliğin bütün kurulları ve organlarıyla İstanbul’dan uzaklaştırılması.

Yalnızca dini konularda faaliyet bulunması kabul edilen evrensel patriklik yerinde kalır. İkinci maddenin yerine getirilmesini Yunanistan kabul eder. Diğerleri ise zamana bırakılır.

Karamanlı Ortodoks Türkler’in en çok söylediği ve hemen hemen herkesin bildiği türküler Konyalı ile Çanakkale İçinde Vurdular Beni’dir. Anonim bir kahramanlık türküsüdür Çanakkale İçinde Vurdular Beni.
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara gömdüler beni
Of gençliğim eyvah! 


Yakın bir zamanda Moskova’da düzenlenen fuardaki Türkiye standını ziyaret eden ve hristiyan olduğundan çekinerek yaklaşan Gagavuz Türkü muhabbet uzayınca ‘Size bir Türkü okuyayım mı?’ deyip ayağa kalkar ve ...

Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin milletin bayrağınla çok yaşa

Arş arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk'ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Al da bayrağın düşman üstüne

Cephede süngüler ayna gibi parlıyor
Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor

Arş arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk'ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Al da bayrağın düşman üstüne

Parlayan yıldızın alemi tenvir eder
Cumhuriyet bayrağı semalar içre süzer

Arş arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk'ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Al da bayrağın düşman üstüne


Gagavuz Türkü’nün düzenlemesi Muzaffer Sarısözen’e ait Azeri türküsünü okuyup dinleyenleri göz yaşına boğması, aradan neredeyse bir asır geçmesine rağmen Yunanistan’a zorla yolladığımız Ortodoks Türklerin Çanakkale türküsünü söylemesi nasıl yorumlanmalı?

Oğlan oğlan kalk gidelim
Oğlan da oğlan kalk gidelim
Cıgarayı feneri yak gidelim
Cıgarayı feneri yak gidelim
Ne güzel oğlan, boynuma dolan
Ne güzel oğlan, boynuma dolan


Sezen Aksu, Hadise’nin 2008’de Türkiye’yi kasıp kavuran DELİ OĞLAN şarkısındaki ‘ hadi deli oğlan, hadi belime dolan’ nakaratını yazarken yukarıda bir bölümü verilen, Karamanlı, Gagavuz ve Anadolu Türkleri’nde ortak olanYalabık Çoban türküsünden mi esinlendi?

Kayseri Çukur köylü Sultan Arslanoğlu, 2.10.2000 tarihinde Karditsa-Kapadokiko’da yapılan söyleşide; “ gelirlerdi bizim oraya. Unaşı yirlerdi, çaman yirlerdi, hoşaf yirlerdi. Orda ayrı yoğudu. Bu kapı Müslümandı…şo kapı benimdi. Çocuğu mocuğu ağladı mıydı birbirlerine gidip emziriyorlardı. Orda olsam ben de yapardım belki…” diye anlatır Yonca Anzerlioğlu’na.

Atina’daki büyükelçiliğimizde çalışan bütün diplomatlar, gitmeden önce Yunanlılara karşı dostça bir tavır içindedirler. Ancak, dört yıl kalınca tavır ve bakışları değişir, hepsine nefret hakim olur.

“ Bu kapı Müslümandı…şo kapı benimdi. Çocuğu mocuğu ağladı mıydı birbirlerine gidip emziriyorlardı. Orda olsam ben de yapardım belki…”

deki ‘Müslüman’ kelimesinin yerine ‘Hıristiyan’ yazalım.

“Bu kapı Hiristiyandı…şo kapı benimdi. Çocuğu mocuğu ağladı mıydı birbirlerine gidip emziriyorlardı. Orda olsam ben de yapardım belki… “

Türkçe konuşan Ortodoks Türkler çoklukla Müslümanlar ile birlikte yaşıyorlardı; Kayseri Çukurköy, Sivas-Kayseri yolu üzerindeki Karacaören, Nevşehir Başköy…

NEJAT BİRDOĞAN’dan(6)…

2001’de aramızdan ayrılan Nejat Birdoğan’ın ‘Anadolunun Gizli Kültürü: Alevilik’ adlı kitabının Oğuzlar Anadolu’da başlıklı bölümünde, Hacı Bektaş’ın Vilayetnamesi’ndeki ‘Rum fethi üç kez oldu ey aziz’ satırından yola çıkarak Anadolu (Rum)’ya Oğuz akınlarının 963-965 yılları arasında başladığını belirtir.

“İki yüz yıla varan göçler Anadolu’da sağlam, erimeyen ve çözülmeyen bir Oğuz kütlesi bıraktı. Bu nedenle Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklu İmparatorluğu parçalanırken kurulan Anadolu Selçuklu devleti, oldukça sağlam temellere dayanıyordu…(s.42)

…Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulan Türkmen beylikleri şunlardı: Artuklular (Mardin, Hısn-Keyfa, Harput ve sonra Amid), İnallılar (Amid), Toğan-Araslanoğullları (Bitlis-Erzen), Saltuklular (Erzurum), Mengücüklüler (Erzincan)…(s.42)

…Ön Asya’ya gelen bu Oğuzlar, kültürlerini bu nedenle yarı Müslüman inançlarından, yarı da Türk geleneklerinden seçmişlerdi. Ancak, göçebeler, bu İslam kurallarının kendilerine uygun olanını alıyor, işlerine gelmeyenleri önemsemiyorlardı. Örneğin, namaz kılmıyorlardı. Buna karşılık Şaman geleneklerinden olan içki olayı yaşıyordu. 
Türkiye’nin güney bölgesinde 11. ve 13.yüzyıllarda Arap unsurları güçlü idi. Bu nedenle, buralardaki Türklerin dili Araplaşıyordu…(s.45)

…Anadolu’ya gelen Oğuzların ve (yerleşik) Selçukluların yanı sıra, yeni topraklara İranlı Tacikler de geldi. Bunlar kısa sürede sayıca Arapları geçtiler. Bu Tacikler, ırk olarak İranlı(Fars) idiler. Öyle ki, bu durum Mevlana’da bile “Tat, Rum ve Türk” diye geçiyordu. Giderek iç karışıklıklarda ve uçlardaki Türklerin üzerine gönderilen Selçuklu askerinin içindeTacikler çoğunluğu alıyordu…(s.46)

…O dönemin tarihçisi Aksaraylı Kemaleddin Mahmut, Türkler için “Hunhar köpek ve kurt gibidirler. Fırsat bulurlarsa yağma ederler. Düşman güçlü ise kaçarlar” dmektedir. Gerek bu etmenlerin, gerekse sahipsiz kalan Türkmenlerin bir kesimi Moğollar geldiğinde Farslaşmış bulunuyordu. Senceri, Tülek, Salgur, bir kesim Ağaçeriler hep böyle idiler. 

Mezopotamya’daki Bayatlar Araplaşıyor; Şul, Kücat, Halaç, Ilaç, Avşar, Beğdeli uyrukları ise Kürtleşiyordu. Bu iki-üç kuşak boyunca tamamlanıyor ve güzelim Türkçeden iz kalmıyordu. Bu durum, Hıristiyanlığa karşı böyle olmuyordu. Bu da Hıristiyanlığa tepeden bakmanın, onu beğenmemenin sürekliği ile açıklanabilir….(s.46) 

…Sünni olmayan tarikatların şeyhleri, dervişleri tekkelerini Anadolu’da terk edilmiş ya da güçsüzleşmiş manastır ve kiliselerin yerine veya yakınlarına kuruyorlardı. Bundan amaç, eski dinin yöreyi etkilemek için kullandığı yöntemleri olduğunca kullanıp o din veya tarikatların yerine geçmekti. Bu oldukça doğru sonuçlar Verdi. Bu yol gösterici dervişler, yeni yerlerinde buldukları Hıristiyan söylencelerini, kendi yorum ve eklerini katarak İslam kılığına sokuyor ve yore Hıristiyan halkına etki edip onların gönüllerini kazanıyorlardı..”

Cemal Kafadar ne demişti?


Şöyle bir sahneyi anlıyor muyuz gerçekten: “Kafir iman getirdi Müslüman oldu. Balı çörekle yediler. Ayağa kalktılar, üç kez semah tuttular” 

Sanırım anlıyoruz.

İman getiren o kafir, Türkçe konuşan Ortodokslar idi. 

Kafir müslüman ile aynı dili konuşuyordu. Çünkü onlar ayin-i cem’ e katılmış, kafirin kullandığı deyimle cem olmuşlardı. Balı çörekle, yani ekmekle yediler ve kalkıp semah döndüler.

Semah ayin-i cem’in bir parçasıdır. Dertler anlatılır, sorunlar çözülür. Cem, Türklerin islam öncesi inançlarındandır ve bugün Alevilerin ibadetidir. Cem’in dili Türkçedir. Şah Hatai’yi, Aşık Garip’i Yunan harfleriyle basıp okuyan, Ç, Ş, Ü, Ö, İ gibi türkçe karakterleri alfabeye dahil eden Ortodoks Türkler’in Müslüman komşuları günümüzün Alevileri, geçmişin Babaileri, Kızılbaşları idi.

Ancak, onlar birbirlerinin çocuklarını emzirirlerdi. Çünkü onlar, yetmiş iki milleti bir biliyorlardı.

Bu nedenle mi, istemedikleri halde zorunlu göçe tabi tutuldular? 

“ Bıktık artık sizden (Yunanlılar için söylüyor) 75 senedir bıktık artık sizden, yeter artık, biz orada doğduk, orada büyüdük, bir kardeş gibi büyüdük”Anastasia Hacıteodoriou, Selanik, 27.10.2000

Yukarıdaki açıklama, İlber Ortaylı’nın iddiasının aksine Ortodoks Türklerin Helenleşmediğini gösteriyor.


Hasan Ali Eldem
Odatv.com

 

Dipnotlar
1. İlber Ortaylı, COGİTO Osmanlı Özel Sayısı
2. Ayfer Karakaya Stump, Alevilik Hakkındaki 19. Yüzyıl Misyoner Kayıtlarına Eleştirel Bir Bakış ve Ali Gako’nun Öyküsü
3-4-5. Yonca Anzerloğlu, Karamanlı Ortodoks Türkler
6. Nejat Birdoğan, Anadolunun Gizli Kültürü: Alevilik



http://www.odatv.com/n.php?n=yunanistandaki-hristiyan-turkler-niye-rumlasmiyor-2703101200