20170929
Sevr Antlaşması- Haritalarla
Sevr Antlaşmasına göre Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması
Sevr Antlaşmasına göre MEGALO İDEA
"Büyük Yunanistan"
Yunanistan'ın 1832 ile 1947 arasındaki genişlemesi. (Sevr Antlaşması ile vadedilip 1923'te Lozan Antlaşması ile geri alınan bölgeler dahil edilmiştir.)
Sevr Antlaşması'nı imzalamak üzere Paris Barış Konferansı'na giden Osmanlı heyetinin İtilaf Devletleri'ne ait bir savaş gemisinin güvertesinde çekilmiş fotoğrafı. Resimde fes giyen Damat Ferit Paşa'nın sağında Şura-yı Devlet Reisi Rıza Tevfik, solunda Maarif Nazırı Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey yer alıyor.
Saltanat Şurası
Ege'deki işgaller üzerine 22 Temmuz'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası,[2] Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Şura'da yaşananlar günümüzde hâlâ tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir:“Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”
Kimi tarihçiler bu olayı, şûrâda oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit'in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçmiş olduğunu iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa'nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler.
Antlaşmayı İmzalayanlar
Antlaşma 10 Ağustos 1920'de İtilaf Devletleri Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Çekoslovakya ile mağlup Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalandı. ABD Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmadığı,[3][4] SSCB ise henüz Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için imza atmadılar.[5]Osmanlı heyetinde şu isimler yer alıyordu: Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey.
Önemli Maddeleri
- Sınırlar (madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a; Ceyhan, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre kent merkezleri Suriye'ye (Fransız Mandası); Musul vilayeti en kuzeydeki kazası İmadiye dahil tamamen El Cezire'ye (Birleşik Krallık Mezopotamya Mandası, sonradan Irak) İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak;[9]
- Boğazlar (madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlar'da deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletler'in donanmalarını yardıma çağırabilecek;
- Kürt Bölgesi (madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek
- İzmir (madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir ili ile sınırlı alanda Osmanlı İmparatorluğu egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak;
- Ermenistan (madde 88-93): Osmanlı, Ermenistan Cumhuriyeti'ni tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (ABD Başkanı Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.)
- Arap ülkeleri ve Adalar (madde 94-122): Osmanlı savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek;
- Azınlık Hakları (madde 140-151): Osmanlı din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrimüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okul ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Osmanlı'nın bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek;
- Askeri Konular (madde 152-207): Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri kuvveti, 35.000'i jandarma, 15.000'i özel birlik, 700'ü padişahın yanındaki güvenlik birliği olmak üzere 50.700 kişiyle sınırlı olacak ve ağır silahları bulunmayacaktı.[1][10] Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesi'nde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek;
- Savaş Suçları (madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak;
- Borçlar ve Savaş Tazminatı (madde 231-260): Osmanlı İmparatorluğu'nun mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk maliyesi müttefiklerarası mali komisyonun denetimine alınacak;
- Kapitülasyonlar (madde 260-268): Osmanlı'nın 1914'te tek taraflı olarak feshettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak;
- Ticaret ve Özel Hukuk (madde 269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek hükümlerini içeren bir antlaşmadır.
İktisadî kapitülasyonlar ve Lozan / İ.Melih BAŞ
Lozan Antlaşması 94 yıl
önce bugün imzalanmıştı. Bu antlaşmayla kapitülasyonların (yabancı
kapitalistlere, yurtiçindeki gayrimüslim azınlık kesimden işbirlikçilere
tanınan ayrıcalık teslimiyetlerinin) kaldırıldığı sömürgeci devletlere
kabul ettirilmişti. Osmanlı borçlarının ödenmesi uygun bir plana
bağlanmıştı. İktisadî ve malî bağımsızlığın kazanılması yönünde çok
önemli bir adım atılmıştı.
Zaman
tünelinde biraz geriye gidelim. 18. ve 19. yüzyıllarda gelişen Avrupa
ticari kapitalizmi özellikle birinci küreselleşme döneminde (1870-1914)
Osmanlı'yı kendine eklemlemek istiyordu, kuşkusuz pazar ve ucuz hammadde
kaynağı olarak. Batı Avrupa merkezli ticaret kapitalizminin (altın
aramak, ucuz hammadde ticareti, köle bulmak, İpek yolu gibi ticaret
yollarını değiştirmek vb. kaygılarla yaptığı) coğrafî keşifler
aracılığıyla Akdeniz'in önemini azalttığı bilinir.
Akdeniz
ticaretinin gelişmesi için Osmanlı Devleti'nin güçlü olduğu dönemlerde
(Kanuni tarafından 1536'da ilk kez) kapitülasyon adıyla verilen
ayrıcalıklar daha sonra sürekli geliştirilerek yenilenip yukarıda söz
ettiğimiz eklemlenmenin kapitalistler açısından iktisadî ve hukuki
güvencelerini oluşturdu.
İktisadi
güvence bacağında 1838 Osmanlı-İngiliz Baltalimanı Ticaret Antlaşması
ile yabancı tacir ve azınlıkların etkinliklerinin güvence altına
alınması önemli bir kilometre taşıdır.
Hukuksal
güvence bacağına baktığımızda ise şu taşları görürüz: Tanzimat fermanı
(1839), Islahat fermanı (1856), Arazi Kanunu (1858), Yabancılara
Gayrimenkul mülkiyeti hakkının tanınması (1867) ve derken son bomba
gelir: Aralık 1881'de Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye İdaresi
kurulması.
Böylece
mali-hukuksal bağımsızlık tam anlamıyla elden gitmektedir. Verilen
ödünlerden salt yabancılar değil, onların işbirlikçisi kimi azınlıklar
da yararlanmaktadır.
Yabancı
sermaye yatırımları patlamıştır: alt yapı (başta demiryolu, liman
işletmeciliği), iç ve dış ticaret, eğitim, sağlık, su, madencilik, basit
sanayi üretimi, tarım vb. Osmanlı ekonomisi en küçük kırsala dek
fethedilmektedir. Askersel işgale dayalı sömürgecilikten
iktisadi-kültürel emperyalizm yoluyla işgale doğru bir evrilmenin
öncülleri artık sahnededir.
Mali
tutsaklığın kurumları da oluşturulmuş: Faizlerin Avrupa finans
kapitaline akması için İstanbul Borsası, para basma yetkisinin verildiği
İngiliz-Fransız ortak sermayeli Osmanlı Bankası.
Neler verilmişti bu kapitülasyonlarla diye bir bakalım:
Kurumsal
(şirketsel) vergi indirimleri ve vergi bağışıklıkları, kişisel gelir
vergisi bağışıklığı, yerleşme özgürlüğü, kendi yasalarına tâbi olma,
ticari ve sınai etkinliklerin
tâbi
olacağı yasaların farklılığı, sağlanan gelirlerin transferlerinde
serbestlik, kendi iletişim olanaklarının kontrolsüz
yürütülebilmesi...daha niceleri.
Osmanlı'nın
kapitülasyonları kaldırma girişimleri hep geri püskürtülmüş, İttihat ve
Terakki hükümeti bu çabayı canlandırdıysa da sömürgeci devletlere kabul
ettirilmesi Lozan'da olabilmiştir.
Bugünkü
iktisadî ve hukuksal yapılanmamızda bu bağımlılıklardan hangisi var
dersiniz? Genel olarak baktığımızda Lord Curzon'un İsmet İnönü'ye
Lozan'da söylediği cebine koyduğu isteklerin geriye alınması büyük
ölçüde gerçekleşmiş!
O zaman Lozan'a sahip çıkmak yetmez! Lozan'ın sonrasındaki sürekli devrimin bitmemiş senfonisi sürdürülmeli!
Okumalık:
Mahmut Esat Bozkurt, Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi Üzerine (doktora
tezi), Türk Hukuk Kurumu yayını; M. Emin Elmacı, İttihat Terakki ve
Kapitülasyonlar, Homer kitabevi,2005.
20170923
Irak Türkmenleri: '🇹🇷Türk milletine fedayız'
Türk milletine fedayız
MEHMET KIVANÇ / KERKÜK
Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani'nin sözde 'bağımsızlık referandumu'nda ısrarı bölgede gerilimi artırıyor. Özellikle Iraklı Türkmenlerin yaşadığı bölgelerde provokatif faaliyetlerde bulunan Barzani ve Talabani'ye bağlı güçler, Türkmenlere saldırıyor, şehirde gövde gösterisi yapıyor.
Aydınlık referanduma 1 gün kala bölgenin nabzını tutmaya devam ediyor. Irak Türkmen Cephesi Kerkük İl Başkanı Kasım Kazancı, Musalla bölgesi Irak Türmen Cephesi Sorumlusu Talil Fettah ve Türkmen askerler referandumun daha yapılmadan saldırıların başladığını belirterek, endişelerini anlattı. Bölge ülkelerini yardıma çağıran Türkmenler Aydınlık'ın sorularını şöyle yanıtladı:
'KURŞUNLA REFERANDUM YAPAMAZSIN!'
* Referandum kararından sonra Kerkük'teki son durum nedir?
Irak Türkmen Cephesi Kerkük İl Başkanı Kasım Kazancı: Her şeyden önce sizlere teşekkür ederim. Burdan selamlarım bütün Türk dünyasınadır. Tabi referanduma niye karşıyız, niye boykot ediyoruz? Çünkü biz biliyoruz referandumun neticesi çok kötü yerlere gidecektir. Fitneye yol açar, kargaşaya yol açar. Daha referandumun neticesi çıkmadan, burda bir grup Kürt, yanlış işlere başladı. Zaten biz demokrasiye inanan bir milletiz. Biz gerçekten boykot ediyoruz. Referandum için propaganda yaparsan uygar yollarla yaparsın. Asayişi, emniyeti bozmakla, yani kurşunla propaganda yapamazsın.
Zaten biz bunun için referandumu boykot ediyoruz. İki gün önce, gece vakti 20-30 arabalık grup 'Kürdistan' bayraklarıyla Kerkük'ün caddelerinde dolaştı. Maalesef bu Türkmen bölgelerinde özellikle yapıldı. Türkmen Milliyetçi Hareketi'nin binasının önünde binaya kurşun sıktılar. Oradaki korumalar karşılık verdi. 3-4 kişi yaralandı, bir kişi de öldü. Biz bunu temenni etmezdik. Bu yanlışlığın sebebi o insanlardı. En kötüsü il başkanlığına yaptıkları saldırıydı, burda bir çok bina zarar gördü. Kerkük Valisi Necmeddin Kerim'in de suçları var. Bizi provoke ediyorlar ama biz sabrımızı korumaya çalışıyoruz. Fitne çıksın istemiyoruz.
'EMNİYET GÜÇLERİ MÜDAHALE ETMİYOR'
* Burada ne oldu, ne yaşandı? Bir saldırı oldu buraya, bize anlatabilir misiniz?
Reklamdan sonra devam ediyor
Kerkük'e bağlı Musalla bölgesinden Fazıl Elçi Bürosu ve Irak Türkmen Cephesi'nin Sorumlusu Talil Fettah: Bizde emniyet gücünün zayıflığı var. Emniyet gücünün gözü önünde bize roket atıyorlar. Emniyet güçleri müdahele etmiyor. Üstüne üstlük bizi sorguluyorlar, 'Sizden kim silah sıktı' diye, Kerkük'te emniyet çok zayıf. Bizi kendimizi savunmak zorunda bırakıyorlar fakat bizim kendimizi savunmamızı da kabul etmiyorlar.
* Size kim füze attı?
Kürtlerden bazı muhtelef insanlar var, onlar yaptı. Biz gözümüzle gördük, emniyet güçlerine söyledik ama emniyet aldırmadı. Emniyet güçleri bizim katledilmemize göz yumuyorlar.
'ŞEHİTLERİMİZİN FOTOĞRAFLARINI YIRTIYORLAR'
*Bu referandumdan sonra ne bekliyorsunuz? Size yapılan taciz atışları artabilir mi?
Referandumdan önce böyleyse referandumdan sonra ne olacağını merak ediyoruz. Bizim Türkmen okullarımızda devlet kendi dilini okuma ve yazma hakkı vermiş. Kürt kardeşlerimiz daha şimdiden gelip okullardaki afişlerimizi söküyorlar. Bayraklarımızı yırtmaya başladılar. Bizim Türkmen şehitlerimizin fotoğraflarını yırtmaya başladılar. Bu nasıl haksızlık? Hem referandumu bitirmiyorlar hem de bize baskı yapıyorlar. Bütün komşu devletlere diyoruz; Türkmenlerin hali burada kötüdür, herkes bunu bilmelidir. Mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz. Türkmen bölgesindeki herkes bu referanduma karşıdır.
* Bölge insanları arasında bir sorun görüyor musunuz?
Günlük yaşamda her ırktan iyi insanlar var onlar da bu işe karşıdır. Burda polis var ama adı polis. Hiçbir işe karışmıyorlar. Bizim özümüz Kerkük, Türkmen'in yeridir. Bizim burda güç kurmamıza karşı çıkıyorlar. Bizi kabul etmiyorlar, öz toprağımızda bizi yabancı bırakıyorlar. Mesajımız Türk dünyasınadır; gelsinler bize destek olsunlar. Irak Hükümeti eğer bize destek olmazsa, komşu devletlerden destek bekliyoruz. Irak devletinden sürekli destek istiyoruz bunu bize sağlamıyorlar. İnşallah gelecek günlerde komşu devletler bize destek verecek. Biz de kendi ayaklarımız üzerinde dik duracağız. Biz de öz toprağımızı, öz vatanımızı, güzelim Kerkükümüzü kendimiz koruyalım. Türkmen Kerkükünü Türkmenler korusun, yabancılar gelip bizi korumasın.
CANIMIZLA SAVUNACAĞIZ!
Saldırı sırasında nöbet tutan Türkmen askeri: Bundan iki gün önce Kürtler gelip küfrettiler. Bayrağımızı yere atıp havaya ateş açtılar. İstiyorlar ki Kerkük'te fitne yaratılsın. Biz bunlara karşıyız. Irak'ın bölünmesine karşıyız. Biz burda Türk insanıyız, Türkmeniz. Hiçbir güç bizi zorlayamayacak. Canımızla, kanımızla; bayrağımıza, Kerkükümüze, Türk milletine fedayız. Kimse bizi korkutamaz. Yaşasın Kerkük Türk dünyası. Sizler de buraya geldiniz çok sağ olun!
Kaynak:
Amerikalı filozof ve eğitim teorisyeni John Dewey’in Türk Maarifi Hakkında Raporu
John Dewey’in Türk Maarifi Hakkında Raporu ve Türk Eğitim Sistemi
Akın EFENDİOĞLU
Çukurova Üniversitesi
Hasan Güner BERKANT
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Ömer ARSLANTAŞ
Çukurova Üniversitesi
Bildiri Özeti:
John Dewey, yaparak-yaşayarak öğrenmeye ve tecrübeye önem veren pragmatizmi, mantıksal ve ahlaki bir analiz teorisi olarak geliştirmiş, deneycilik, işlevsellik ve aletçilik olarak da bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü filozof ve eğitim teorisyenidir. 1859-1952 Yılları arasında yaşamıştır. John Dewey’in eğitim felsefesinin temelinde yaparak öğrenme adını verdiği problem çözme yaklaşımı, diğer bir ifadeyla deneyim kavramı yer almaktadır.
John Dewey’in deneyci düşünce sistemi üzerine kurulan pragmatizm 20. yüzyılda Amerika’da ortaya çıkmış olup Amerikan kültürünün ve yaşam biçiminin özünü oluşturmaktadır. Dewey, eğitimi yaşama hazırlık değil yaşamın kendisi olarak ele alıp, yaşama etki eden tüm değişkenlerin eğitim sürecinde yer alması gerektiğini belirtmiştir. Dewey çocukların yaşamdaki ihtiyaçlarına uyum sağlayacak programlar ve öğretim yöntemlerinin geliştirilmesini savunmuştur. Bu alandaki görüş ve önerileri günümüzde de önemini korumaktadır. Ayrıca eğitimi deneyimlere ve sorun çözmeye dayalı sürekli değişen, güncellenen ve hiç bitmeyen bir süreç olarak görmektedir. Bu süreçte eğitim hedefini bireyleri yetiştirmek ve değişime karşı uyumu öğretmek olarak açıklamaktadır.
Görüşlerinden bazıları kısaca belirtilen, Amerikan toplumunun şekillenmesinde çok büyük katkısı olan filozof ve eğitim teorisyeni John Dewey, Cumhuriyet’imizin ilk yıllarında ( 19 Temmuz - 10 Eylül 1924 Tarihleri arası) Dönemin Eğitim Bakanı’nın (Vasıf Çınar) daveti üzere ülkemize gelmiştir. İstanbul, Ankara ve Bursa’da gözlem ve incelemelerde bulunduktan sonra, gözlem ve incelemelerinin sonuçlarını içeren ilk raporunu Türkiye’den ayrılmadan vermiştir. Bu raporda eğitimle ilgili olarak devlet bütçesine koyulması gereken ödenekleri ele almıştır. Amerika’ya döndükten sonra kaleme aldığı asıl rapor 30 sayfalık “Türkiye Maarifi Hakkında Rapor” dur. Bu raporda John Dewey’in kurulacak yeni eğitim sistemi hakkındaki önerileri yer almaktadır. Bu rapor MEDHAL (Giriş) bölümünden hemen sonra sekiz temel başlıktan oluşmaktadır. Bu başlıklar;
- Program,
- Maarif Vekilliği Teşkilatı,
- Muallimlerin Yetiştirilmesi ve Terfihi,
- Muallimlerin Yetiştirilmesi, Mektep Sistemi,
- Sıhhat ve Hıfzıssıhha,
- Mektep İnzibatı,
- Muhtelif Mevat
John Dewey’in hazırladığı rapor eğitim sistemimizde etkili olmuştur. Hatta Köy Enstitülerinin kuruluş mantığı ve dayanaklarında da bu raporun doğrudan yansımalarını görmek mümkündür (Altunya, 2005; Altunya, 2000). John Dewey 1945 yılında ülkemize tekrar geldiğinde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü inceledikten sonra söylediği, İngiltere ve Amerika’daki konuşmalarında da aynen tekrarladığı
“Benim düşlediğim okullar Türkiye’de Köy Enstitüsü olarak kurulmuştur. Tüm Dünyanın bu okulları görüp eğitim sistemini, Türklerin kurduğu bu okulları göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırması isabet olacaktır”
şeklinde batı basınında yayınlanan sözleri tarihe geçmiştir (Ata, 2001).
Bu sözleriyle, kurulan bu okullara dünyanın ilgisini çekmiştir. Türk Eğitim Sisteminin felsefi temellerinin yeniden oluşturulduğu ve eğitime yeni bir anlayış kazandırıldığı bir dönemde hazırlanan raporlar ve bu raporlar sonucunda kurulan söz konusu okullar, bir süre sonra bir daha açılmamak üzere kapatılmıştır.
Konuya, gerek 21. yüzyılda ülkelerin eğitim sistemlerini etkileyip şekillendiren eğitim bilimcilerin görüş ve önerileri, gerekse Cumhuriyet Dönemi’nde eğitimimizdeki değişmeler ve gelişmeler açısından bakıldığında, var olan bazı problemlerin teori ve uygulamalardaki farklılıklardan kaynaklandığı söylenebilir. Günümüzde dünyanın en gelişmiş ve lider ülkesi olan Amerika’nın gelişimini eğitim açısından temellendiren Dewey’in görüşlerinin, Cumhuriyet’imizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de ülkemizin sürekli ilerlemesi ve gelişmesi temelindeki düşüncesinden yola çıkarak günümüzdeki eğitim uygulamalarıyla karşılaştırılmasının ve değerlendirilmesinin önemli olduğu düşünülmüştür.
Raporda yer alan konulardan özellikle
- Tarım-Ziraat, İlköğretim Programları,
- Kütüphanecilik,
- Okuma-Yazma ve Okuma Alışkanlığı
J.Dewey’nin, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim sorunlarının çözümüne yönelik gözlem ve incelemelerde bulunarak bir rapor hazırlaması önemli bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. Raporda ele alınan ve öncelikleri belirtilen konulardan bazılarının halen çözüm bekleyen sorunlar olarak devam etmesi ise düşündürücüdür. Bu sorunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.
- Eğitime ayrılan bütçenin yetersizliği.
- Öğretmenlerin hizmet öncesi ve hizmetiçi eğitimleriyle, mevcut uygulanan program arasında istenen birlikteliğin – ilişkinin yeterlilik düzeyinde kurulamaması.
- 1924 Yılından günümüze beş defa (1924, 1936, 1948, 1968, 2005) İlköğretim Programının ve Program yaklaşımının değişmesi, uygulama
Okur-Yazar oranının yükseltilmesine yönelik etkin uygulamalarda bölgesel farklılıklar olsa da bu oranın %5-10 düzeyinden , %90’lara çıkması iyi bir durumdur. Bunun için raporda da belirtildiği gibi destekleyici öneri olarak Kütüphane ve Kütüphanecilik programları yurt geneline yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Halkevleri Çalışmalarını da bu kategoride değerlendirebiliriz. 1940’lı yıllarda yayın alanında dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, Köy Enstitülerinde okuyan öğrencilerin her öğretim yılı bunlardan 21 tanesini okuması, tanıtması ve eleştirisini yazması zorunluluğu yeni bir okur-yazar kitlesinin oluşmasına neden olmuştur. Bu okullardan mezun olanlar okuma yazma alışkanlıklarını gittikleri yerlerde de sürdürmüşlerdir. Çünkü Okuma ve Üretme, Köy Enstitülerinin ve Köy Enstitülerinde okuyanların yaşam biçimi olmuştur. Ancak günümüzde okur – yazar olsa da okuma alışkanlığı olmayanların oranı halen çok yüksek olduğu araştırma sonuçlarından da anlaşılmaktadır.
Tarım-Ziraat alanında da, ülke genelinde istenilen gelişmeler tam sağlanamamıştır. Ülkenin verimli toprakları olmasına rağmen, Hükümetlerin uyguladığı değişken tarım politikaları. Belirlenen, istenen hedeflere ulaşmanın çok gerisinde kalmıştır. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanların sıkıntıları devamlı artmıştır. Buna bağlı olarak tarım ve hayvansal ürünlerin ithalatı da devamlı artmıştır. Ancak bu konuda da Köy Enstitüleri tam bir üretim okullarıydı. Ülke 21 Bölgeye ayrılarak, 21 Köy Enstitüsü kurulmuş yani 21 Eğitim ve Üretim merkezi oluşturulmuştur. Bu Okullarda Eğitim –Öğretim etkinliği içinde Genel Kültür Dersleri ve Meslek Bilgisi Dersleri yanında, Modern ve Üstün verim elde edilebilecek Tarım – Ziraat, Hayvancılık dersleri gibi dersler iş içinde yaparak yaşayarak - uygulamalı olarak verilmiştir. Bu ve benzer donanımla köylere giden eğitimciler bilgi ve becerilerini gittikleri yerlerde hayata geçirmeye çalışmışlardır.
Köy enstitülerinde devletin az bir yardımıyla öğretmen adayları, iş içinde çalışarak hem kendi barınaklarını, dersliklerini ve diğer gereksinimlerini, çalışma yerlerini yapmışlar; hem de gereken genel kültür ile mesleki bilgileri ve tarım çalışmaları yaparak köy için gerekli olan beceriyi kazanmışlardır (Bozdemir, 2010). Bu hızlı ve başdöndürücü etkinliklere on yıl içinde son verilmesi ülkenin geleceğini olumsuz yönde etkilemiştir.
Sonuç Olarak; John Dewey’in 1924 Yılında Hazırladığı “Türk Maarifi Hakkındaki Rapor”da yer alan Tarım-Ziraat, İlköğretim Programları, Okur-Yazarlık ve dolayısıyla Okuma alışkanlığı vb. konular, Cumhuriyet Döneminde kendi süreci içerisinde değerlendirildiğinde, Çok büyük değişmeler ve dalgalanmalar olduğu anlaşılmaktadır. Alanın uzmanı olmadığı halde, Güç ve yetki verilen bireylerlerin bireysel birikimlerinin ve anlayışlarının kesin doğrular olarak kabul edilip uygulamaya konulması, eğitimin genel hedeflerine ulaşmada engeller oluşturduğu söylenebilir. Ancak Ülkenin yapısına uygun eğitim uygulamalarının, üretim ve kalkınmada dinamik bir güç olarak ülkenin ve çağın koşullarına göre yeniden düzenlenerek hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için uygulayıcıların alana yönelik yeterlilikleri hizmet öncesi ve hizmetiçi eğitimlerinde işe koşularak beceri düzeyinde yaşamının bir parçası olarak öğretilmelidir.
Anahtar Sözcükler: ,
Kayanak: https://www.pegem.net/Akademi/kongrebildiri_detay.aspx?id=117783
John Dewey Kimdir?
Biyografisi-Biyografi Arşivi
Eğitimde demokratik idealler Genbilim Editor John Dewey (1859-1952) ve Eğitimde demokratik idealler; John Dewey 20. yy’ın ilk yarısının en önemli Amerikalı felsefecisi olarak tanınır.
1859’da Vermont, Burlington’da dünyaya gelmiştir. Kısa bir öğretmenlik kariyerinin ardından felsefe alanında doktora yapmış ve 1889’dan sonra University of Michigan’da felsefe bölümünün başkanlığını üstlenmiştir. Daha sonraları University of Chicago’daki görevi esnasında kamu eğitimiyle aktif olarak ilgilenmeye başlamış ve burada 1896-1904 yılları arasında, çocuk eğitimi üzerindeki gözlemlerini derinleştirdiği meşhur “laboratuar okul”u kurmuştur. Akademik kariyerinin geriye kalan uzun bölümünde Columbia Üniversitesi’nde profesör olarak çalışmıştır. Dewey’in demokratik idealini ve bu ideale ulaşmakta eğitime biçtiği rolü iyi anlayabilmek için onun içinde yaşadığı dönemi kaba hatlarıyla tarif etmek gerekir. Dewey bir kriz, belirsizlik ve imkânlar çağının filozofuydu. Dewey’in Amerikası’nda, 1890’larda Chicago halkının yaklaşık yüzde yirmisi evsizdi; her dört kişiden biri işsizdi; hastalıklar kol geziyordu ve sağlık hizmetleri nüfusun büyük bir kesimine ulaşmıyordu. Toplumsal ihtilaflar her yerdeydi: bugün görülmemiş ölçülerde şiddet içeren grevler yaygındı; toplumun zengin ve yoksul katmanları arasında derin bir uçurum vardı; siyasi partiler güç sahiplerinin elindeydi ve yerel yönetimler yolsuzluk batağına saplanmıştı. Kargaşanın hakim olduğu bu ortama her gün, yalnızca kendi dilini konuşan yeni göçmenler ekleniyordu. İngilizce Chicago’da henüz yaygın bir dil değildi ve her dört kişiden yalnızca birinin ebeveynleri Amerika’da doğmuştu.
Fakat bu kriz ve belirsizlik ortamı Dewey ideallerinin gerçekleşebileceği imkânlar da içeriyordu. Ücretli ve mekanik iş düzeni işçi sınıfı tarafından tümüyle kabul gören bir norm haline gelmemişti; işçi sınıfı henüz tüketim toplumunun ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde örgütlenmemişti; yüksek siyaset büyük şirketlerin tekelinde olsa bile halk yığınlarının bunun dışında tutulması gerektiği bugün olduğu gibi meşru bir bakış açısı haline gelmemişti. 19. yüzyılın sonlarından bakıldığında, otuz-kırk yıl sonrasının Amerikası’nın halkın toplumsal yaşam ve siyasete katılımı anlamında hangi yönde evrimleşeceği belirsiz görünüyordu. Noam Chomsky, eğitim ve demokrasi hakkındaki bir konuşmasında John Dewey’i klasik liberalizmin özgürlükçü değerlerinden beslenen ve erken eğitimde gerçekleştirilecek reformların toplumsal değişim için büyük imkânlar sağlayacağına inanan bir düşünür olarak tanıtır. Dewey’e göre “üretimin nihai hedefi meta üretimi değil, birbirleriyle eşitlik temelinde ilşikilenen özgür insanların üretimi olmalıdır”. “Eğitim bir vazoyu suyla doldurmak değil, bir çiçeğe kendi tarzında büyüyebilmesi için yardımcı olmaktır.” Chomsky’e göre, Dewey’in savunduğu özgürlükçü değerler, içinde yaşadığı erken 20. yüzyılın yükselen değer ve yapılarıyla uzlaşmaz bir çelişki taşımaktadır. Bir tarafta Leninist ve Stalinist komuta ekonomileri, diğer tarafta, ABD ve Batı’da inşa edilmekte olan devletçi kapitalist endüstriyel ekonomiler, her ikisi de köklü otoriter değerleri savunmakta, bireylerden itaat talep etmekte, eşitlik temelinde dayanışmacı insani ilişkileri değil, vahşi ve rekabetçi, tahakküm arayışındaki ilişkileri desteklemektedir. 20. yüzyılda gelişen egemen siyaset ve yönetim teorilerine göre halk, Walter Lipmann’ın sözcükleriyle “sorumlu insanların vahşi bir sürünün gürültü patırtısından azad olabileceği” bir konumda yer almalıdır; bir demokraside “bilgisiz ve başkasının işine burnunu sokanların, yani dışarıdakilerin bir işlevi vardır.” Onların işlevi “eylemin meraklı bir izleyicisi olmaktır, fakat katılımcısı değil”
20. yüzyılda devletler, şirketler, politik sistem, medya ve okullar bu arzu ve öngörüyü gerçekleştirecek şekilde yapılanmıştır. Dewey’e göre ise “siyaset büyük şirketlerin toplum üzerindeki bir gölgesidir” ve bu böyle olduğu müddetçe “gölgenin zayıflaması maddenin kendisinin değiştiği anlamına gelmeyecektir”. Yani reformların faydası çok sınırlıdır. Dewey 1920’lerde şunları ifade etmektedir: “Günümüzde iktidar üretim araçlarının, malların mübadelesinin, reklamcılığın, taşımacılığın ve iletişimin kontrolündedir. Bankacılığı, arazileri, sanayii özel denetim altında tutan, bu denetimi basın, basın kuruluşları ve diğer reklam ve propaganda araçları üzerindeki komutaları ile güçlendiren özel kâr amaçlı işletmeler varoldukça, yani, gerçek iktidar sistemi, baskı ve kontrolün gerçek kaynağı yerli yerinde durduğu müddetçe, demokrasi ve özgürlükden sözedilemez.” Serbest ve demokratik bir toplumda işçiler kendi kendilerinin efendisi olmalıdırlar. O halde “çocukları özgür ve zekice çalışamayacakları, sadece verilen iş uğruna çalışacakları şekilde eğitmek dar görüşlü ve gayrı ahlaki bir yaklaşımdır”
Dewey’in demokratik idealini, yüksek siyaset çerçevesinde tanımlanmış bir demokratik toplum tasarımından kesin bir şekilde ayırt etmek gerekir. Dewey’e göre demokratik toplumun temel kriteri bireyin kendi yaratıcı potansiyelini toplumsal yaşama gönüllü katılımı suretiyle ve toplumun iyiliği için çalışarak açığa çıkarabilmesidir. İnsan doğasının yaratıcı potansiyeline ve bireyde tesis edilmesi gereken katılımcı bir karaktere dayalı, aşağıdan yukarıya bir demokrasi ideali söz konusudur. İnsanın bireysel-psikolojik temelinden hareketle geliştirilen bu ideal bireyi toplumun iyiliği adına toplumsal bir çalışmaya davet etmek suretiyle birey ve toplum arasında bir denge arayışındadır.
Dewey’in eğitim reformuna olan ilgisi ABD ile sınırlı kalmamıştır. 1920’lerde Çin, Meksika, Japonya, Türkiye ve Rusya gibi modernleşen ve eğitim altyapılarını oluşturmaya çalışan ülkeleri ziyaret etmiş ve reform çabalarına destek vermiştir. Dewey 1924 yazında, iki ay gibi sınırlı bir zaman aralığında Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye gelmiştir. Bu ziyaretin hemen ardından yazdığı rapor on beş sene boyunca, 1939’a kadar Türkçe’de yayımlanmamış ve İngilizce orijinali ölümünün ardından, toplu çalışmalarının yayımlanması esnasında gün yüzüne çıkmıştır. Dewey’in İstanbul, İzmir, Bursa ve Ankara’da, okulların kapalı olduğu yaz aylarında yaptığı incelemelerin sonucunda Türkiye’nin eğitimde reform çabalarına sıcak yaklaştığı, Ankara’da mahrumiyet koşulları altında altyapısı kurulan cumhuriyet idealinden etkilendiği ve bu ideale sempatiyle baktığı görülmektedir. Yazdığı raporda, Türkiye’yi eğitimde “aşırı merkezileşme” çabalarına karşı uyardığı, maarif vekaletini “çeşitliliğin” esas alınması yönünde uyardığı dikkati çekmektedir. Ayrıca, köy enstitüleri fikri konusunda da Dewey’in esin verici olduğu ifade edilmektedir.
Pragmatizm ve Enstrümantalizm
Eğitim toplumsal ilerleme ve reformun temel yöntemidir. Kanunlara, cezalara veya mekanik ve dışsal düzenlemelere dayalı reformlar nafiledir. Eğitim toplumsal bilinci paylaşma sürecinin regüle edilmesidir; ve bireysel aktivitenin toplumsal bilinç temelinde ayarlanması toplumsal yeniden inşaa için tek güvenli yöntemdir. Bu kavrayışın hem bireyci hem de toplumcu ideallere saygısı vardır. İdeal bir okulda bireyci ve kurumsal idealler uzlaşmalıdır. Kanun ve ceza, toplumsal ajitasyon ve tartışma ile toplum kendisini ancak gelişigüzel ve rastgele düzenleyebilir. Oysa eğitim ile toplum amaçlarını formüle edebilir, kendi araç ve kaynaklarını organize edebilir, kendisini gitmek istediği yöne doğru biçimlendirir.
Demokrasi ve Eğitim
Bir okulun ahlaki ve politik gündemi, o okulda çocuğun karakterinin ne şekilde biçimlendirildiği bir tür “gizli müfredat” olarak da adlandırılır. Dewey açısından eğitim teori ve pratiğinin bu veçhesi son derece açıktır. “Belirli bir karakterin oluşumu doğru bir yaşam biçiminin tek hakiki temelidir” ve “doğru bir yaşam” demokratik pratiklerle özdeştir. Bireyler kendilerine has yetenekleri toplumun iyiliği yönünde kullanarak kendi kendilerini gerçekleştirirler ve bu nedenle, demokratik bir toplumda eğitimin en hassas görevi çocuğun kendi kendisini gerçekleştirebileceği karakteri, huyları ve erdemleri geliştirmesine yardım etmek olmalıdır. Dewey’in bir eğitim reformcusu olarak amacı Amerikan okullarını Amerikan toplumunun radikal anlamda demokratikleştirilmesinin bir aracına dönüştürmektir. Eğer okullar toplumsal yeniden üretimin değil de toplumsal reformun bir eyleyicisi olacaklarsa, bunların tam anlamıyla yeniden kurulması gerekmektedir.
Dewey, eğitimin ruhu, malzemesi ve yönteminin farklı tipteki cemaat yaşantıları içinde nasıl değiştiği sorusundan hareket eder. Eğitimin bir grup içerisinde baskın olan yaşam kalitesine bağlı olarak değişeceğini söyler. O halde eğitim toplumsal reformun bir aracı olduğu kadar, toplumun bir aynasıdır da. “Demokrasi ve Eğitim” adlı klasik eserinin 7. Bölümü’nde eğitim ve demokrasi mefhumunu bu çerçevede inceler. Bir toplumsal yaşam biçiminin değerine ve kalitesine dair burada iki temel kriter sunar: Bilinçli olarak paylaşılan ilgiler ne kadar çeşitlidir; ve diğer toplumsal birimlerle karşılıklı ilişkiler ne kadar zengin ve özgürcedir? Bu iki zenginlik ve çeşitliliğin doğrudan demokrasiye işeret ettiğini belirtir. Bu iki özellik demokratik toplumu tanımlayan unsurlardır. Karşılıklı insani münasebetlerin ve paylaşılan ilgi ve tecrübelerin zengin olduğu toplumlar (demokratik toplum), keskin sınıflara ayrılarak katmanlaşmış toplumların aksine, enetelektüel imkânların herkes için hakkaniyetli bir şekilde erişilebilir olmasını arzulayacaktır. Sınıflı bir toplumun sadece yönetici sınıfların eğitimine ihtiyacı vardır; geçişken (mobile), çok sayıda değişim kanalları içeren toplumlar bireylerinin kişisel inisiyatif ve uyum yeteneklerinin gelişeceği şekilde eğitilmelerini isteyecektir.
Eğitim toplumsal bir süreç olduğu için ve çok çeşitli toplum biçimleri varolduğundan, eğitim eleştirisi ve eğitimin yapılandırılması hakkındaki kriterler muayyen bir toplumsal ideale işaret eder. Bir toplumsal düzenin değerini ölçmek üzere önerilen iki kriter dikkate alındığında, özgür ilişkilerin ve deneyimin paylaşılmasının önüne içsel ve dışsal engeller getiren toplumlar arzu edilmeyen toplumlardır. Üyelerinin toplumun iyiliğine eşitlik temelinde katılımını destekleyen, farklı ilişki biçimlerinin etkileşimi yoluyla kurumlarının esnekçe yeniden düzenlemelerini güvence altına alan toplumlar demokratiktir. Böylesi bir toplum bireylerine, toplumsal ilişkili ve denetime karşı kişisel bir ilgi ve düzensizlik yaratmadan yaşanacak toplumsal değişimleri güvence altına alacak zihni melekeler kazandıran bir eğitim biçimine sahip olmalıdır.
Dewey üç tipik tarihsel eğitim felsefesini bu bakış açısıyla değerlendirdiğinde şu sonuçlara varır:
Birincisi, Platoncu eğitim felsefesinin benzer idealleri vardı, fakat bireyden ziyade bir sınıfı toplumsal birim olarak ele alıyordu. Bireylerin çeşitliliğinin değil, toplumsal kategorilerin çeşitliliğinin farkındaydı. İkincisi, On sekizinci yüzyıl aydınlanmasının sözde bireyciliği insanlığın kendisi kadar geniş bir toplum tahayyül ediyor ve bu toplumda özgür bireyler arasındaki alış verişin kısıtlayıcı toplumsal kurumların varlığına ihtiyaç duyulmaksızın, doğanın gücüyle gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Toplum ideali tüm insanlıktı ve eğer insanlar suni kurumsal kısıtlamaların dayatmalarından (örneğin devlet) kurutulurlarsa doğanın yasaları, Newton’un güneş sisteminde keşfettiği o muhteşem uyumu insan ilişkilerinde de tesis edebilirdi. Çünkü doğa, bireysel yeteneklerin çeşitliliğini ve bireylerin özgür gelişiminin gerekliliğini gösteriyordu. O halde eğitim de bu doğa yasalarıyla uyumlu olmalıydı. Fakat on sekizinci yüzyılın bireyci idealinde bu özgür bireyi gerçekleştirecek toplumsal organ yoktu. Son olarak, üçüncüsü, on dokuzuncu yüzyılın kurumsal idealist felsefesi bu ideali ulus devlet aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştı fakat bunu yaparken söz konusu toplumsal amacı aynı politik birimin üyeleriyle sınırlandırdı. Bireyin kurum karşısındaki alt konumunu yeniden üretti.
Kaynak:
http://www.biyografistan.com/2013/04/john-dewey-kimdir-biyografisi.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
🎞️🇹🇷Türk Dünyası'nın Yeni Bayrağı Ne Anlama Geliyor, Türk Birliği Kurulacak Mı?
ORTAK KÜLTÜR, ORTAK MİRAS Ortak tarih, ortak edebiyat, ortak kültür... Türk dünyası, gücünü Türk Devletleri Teşkilatı ile artırıyor. Teş...
-
Bu yazımızda Milli Edebiyat Dönemi'nin en önemli şairlerinden biri olan Mehmet Emin Yurdakul'un "Cenge Giderken" şii...
-
Ülkemiz yer şekilleri bakımından oldukça farklı özelliklere sahiptir. Yer şekillerindeki farklılık iklimlerin bölgelere göre değişiklik...
-
* Kün-Ay tamgası ile Türklerle ilgili Göbeklitepe'de T şeklindeki dikilitaşlarda görünen Kün-Ay tamgası, Türk kavimlerinin bayrakla...