20210430

Kadim Türkler - Türklük hakkında

 


Kadim Türkler

Kadim Türkler

Kaşkarlı Mahmut,

Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini” 

“Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı demek olduğunu söylemiş.

Kutsallığa bakın lütfen…

Bizler için söylenmiş sözler o kadar değerli ki, peki biz bunların da farkında mıyız?

Dünyanın birçok yerinde, Türk’lerle ilgili araştırmalar yaptığımda bildiğimden çok daha fazlalarının olduğunu öğrendim. Dünyada var olan bir TÜRK destanı var.

Destanlar kahramanlık üzerine,

Destanlar, yüreklerin çelik kadar sert olduğu halde, gül yaprağı kadar narin olduğu, mertlikle zarafetin, savaşçı olmayla, duygusallığın hiçbir millette bu kadar yoğun yaşanmadığını da bildiklerime;

‘Kanıtlanmış ifadeler ve yazılarla öğrendiğimde bir şeye karar verdim.’

Ömrüm boyunca Türk’leri yazsam çok azını yazabilecektim ve çok geç kalmıştım.

Türk önemliydi, yazılması gerekenler çok değerliydi.

Fransız Bilgin Gelland;

“Türkler kahramandırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.”

“Siz Türk’leri tanıyor musunuz?

Üstelik bunu yabancılara değil kendimize de soralım.

Mustafa Kemal Atatürk;

“Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir”demiş.

Bende, Türk olarak dünyaya gelmiş, Türk olarak büyütülmüş ve Türk olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınlara verdiği haklarla bir Türk kadını olarak yaşamış ve bir Türk yazar olarak kitaplarımı yazmış biriyim.

Kadim Türk’ler kimlerdi, neler yapmışlardı?

Dünyanın asırlardır TÜRK’leri tanımasının aslı neydi?

Son zamanlarda Türk’lerin insanlık tarihine kadar uzanmış olabileceğinin araştırmaları yapılırken hala mı duracaktım ve yazmayacaktım.

Türk Zincirikitabımda tarihten esinlendim, oralara gittim ve sizlere anlatmaya karar verdim. Bu kitap fantastik bir Türk kitabıdır.

Nazan Şara Şatana


Alıntı/Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/kadim-turkler/Blog/?BlogNo=615223

Eski Türklerde Çocuk Eğitimi: 'Hayat içinde Hayat için Eğitim'



Eski Türklerde Çocuk Eğitimi

Bozkır kültürü denilen belirli coğrafi mekânda hareketli hayat tarzı, eski Türk eğitim-öğretim sisteminin en belirleyici unsurudur. Sürati, hürriyeti ve hâkimiyeti sembolize eden At ile teknolojiyi ifade eden demir üzerine kurulu eski Türk cemiyetinde hayatın gereği olarak doğuştan ölüme kadar eğitim, kendini yenilemek, zinde ve diri tutmak zaruri hal almıştır. Askerî ve sivil hayatın iç içe geçtiği eski Türklerde aile ve ordu iki temel gücü idi. Bu nedenle aileden başlayarak devlete kadar Türk toplum yapısında eğitim-öğretimin temel niteliği; ahlaklı, şahsiyetli, kökünü ve kimliğini bilmek gibi değerler başta olmak üzere töre ile ifade edilen unsurlarla donanmış kalifiye nesiller yetiştirmektir. Bu nedenledir ki eski Türklerde eğitim ve öğretim teoriden çok hayatın bir parçası olarak pratik hal almıştır. Eğitim-öğretimde özellikle iyi ve donanımlı insan vurgusunun yapılmasındaki asıl faktör; her şeyden önce gerek hayvancılıkla geçinen ailenin gerekse dinamik, her an sefere hazır olmak mecburiyetinde olan askerî sistemin ve Boy hayatının gereği ahlaklı, mesleki açıdan da vasıflı insan yetiştirme zaruretidir. Bu durum, güçlü iş birliği içerisinde maddi, manevi manada üzerine düşeni yapabilecek vasıfta insanlardan oluşan cemiyet hayatını doğurmuştur.

At ile hemhal olma sonucu Bozkırlı Türk insanında oluşan üstünlük yani ‘beylik gururu’ duygusu, devlet idaresinde ve eğitim-öğretim metodunda üniversal bir anlayışı doğurmuştur. Cihan şümul devlet felsefesi gereği eğitim sisteminde insan sevgisi, idare altına alınıp birlikte yaşanılanlara karşı koruyuculuk, adalet, hürriyet, eşitlik gibi değerlerin daha çocukluktan itibaren kademe kademe öğretilmesi önemli yer tutmuştur. Beylik duygusu + insan sevgisi + gerçekçilik şeklinde formülüze edilecek bu Türk düşüncesi aynı zamanda ahlak prensipleri olarak eğitimin ana gayesi haline getirilmiştir. Eski Türk toplumu kendi ahlak anlayışını hayatının düsturu edinmiş kişiye ‘yiğit insan’ manasına gelen Alp, erkek anlamı haricinde cesur olanlara ise Er demiştir. Bu ad verme geleneğine de yansımıştır. Bu bağlamda ahlakı ön plana çıkaran eğitimin temel hedeflerinin başında Alp ile Er’liği birleştirip debdebe, gösteriş, mala-mülke fazla değer vermeyen, dürüst insanlar yetiştirmek gelmiştir. Eski Türk eğitim dili Türkçe idi ve sistemin hareket noktası da Türkçenin anlaşma vasıtası olmaktan öte ait olduğu medeniyeti anlayacak, ifade edecek derecede çocukluktan itibaren doğru olarak öğretilmesiydi.

Eski Türklerde çocuğun eğitim ve öğretiminde, gelişiminde aile yanında Boy, cemiyet hayatı içerisinde Dede Korkut/Aksakal isimleriyle sembolleştirilen ve gerçek manada öğretmen olan şahıslar önemli rol oynamışlardır. Akrabalardan başta olmak üzere içerisinde yaşanılan toplum ise denetim rolünü üstlenmiştir. Anne çocuğa toplum içerisinde bulunmanın gereği olan adab-ı muaşeret kurallarını öğreterek hayata hazırlarken, Baba daha çok teknik yani mesleki bilgileri aktarırdı. Nitekim ailede alınan eğitimin önemine dair Dede Korkut’ta şöyle denilmiştir: “Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul atadan görmeyinçe sufra çekmez. Oğul atanun yeteridür, iki gözinün biridür. Devletli oğul kopsa ocagınun közi dür”. Bu sistem içerisinde çocuk hayata, yeni şartlara ve geleceğe bilgi ve edep açısında hazırlanıp ihtiyaç duyacağı bilgiler, beceriler öğretilmeye çalışılırken aynı zamanda bir şuur olarak mazi yani tarih nakledilirdi. Bu durum çocuğa kim olduğunu ne olması gerektiğini öğretirken müthiş bir şekilde kültür, tarih, medeniyet, dil, inanç ve coğrafya bağlamında bir aidiyet duygusu oluştururdu. Müesseseleşmiş okulların somut olarak varlığı bilinmese de, eski boy yaşantısında belirli alanların eğitim ve öğretime tahsis edildiği rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca gerek Göktürkler gerekse Uygurlardan kalma ülkenin meskun birçok noktasına dikilmiş yazıt bulunması, varlığı bilinen takvimin Göktürkler döneminde ıslah edilerek geliştirilmesi gibi unsurlar eski Türk toplumunda yazının genel kullanımına ve hatırı sayılır entelektüel zümrenin varlığı ile okuryazar oranının ciddi manada yüksekliğine delalet addedilmiştir. Tarih şuurunu ortaya koyan bu kitabeler aynı zamanda değişik konuları ihtiva eden ders kitapları niteliğinde idiler.

Eski Türklerde çocuk eğitiminin başlangıç noktası ad vermek idi. Doğar doğmaz ana babanın bebeğe verdiği ad gerçek ad olmayıp geçici ad idi. Çocuk, büyüdükçe kabiliyetine veya toplum içerisinde gösterdiği yararlılığa göre kalıcı ad alırdı. Ait oldukları boyun beyi veya din adamı tarafından verilen bu gerçek ad sayesinde adı alan boyun da üyesi kabul edilirdi. Dede Korkut destanlarında, gösterdikleri yararlılıktan ötürü kahramanlara asıl adları Korkut Ata tarafından verilirdi. Dirse Han’ın oğlu, karşısına çıkan bir boğayla dövüşüp onu öldürdükten sonra “Boğaç” adını almıştır. Bay Büre Bey’in oğluna bezirgânların malını soygunculardan kurtarması üzerine Bamsı Beyrek adı verilmiştir. Beyrek’in “Bamsı” adının kahramanlıkla bir ilgisi yoktur, babası oğlunu “Bamsam” diye okşadığı için bu ad konulmuştur. Toplumda genelde kahramanların ad almaları 15-16 yaşlarına girdikten sonra olurdu. Nitekim Kazan Bey hayıflanarak oğlu Uruz’a 16 yaşına girdiği halde “henüz yay çekmedün, ok atmadun, baş kesmedün, kan dökmedin, Kalın Oğuz içinde çuldu almadun” der.

Destanlarda ve anlayışlarda oluşan ad verme geleneğinde hep kahramanlık figürü ön plana çıksa da, aslında gerçek adın daha sonraki yaşlara bırakılması eğitim ve öğretim açısından büyük önem taşımıştır. Bu durum esasında çocuğun gelişimini gözlemleyerek, modern eğitim sistemini andırır şekilde becerilerine göre bir mesleğe bir alana yönelmesini sağlamak içindi. Bu anlayışın yansımasını Oğuz Kağan Destanı’nda da görmek mümkündür. Anlatılanlara göre Oğuz ordusuyla sefere giderken ırmakla karşılaştığında Uluğ Ordu adlı bir er, ağaçlardan kestiği dal ve yapraklarla sal yapar. Su bu salla geçilir ve Oğuz bu becerikli ere Kıpçak Bey adını verir. Yine Çürçek Kağan’la yapılan savaşta o kadar çok ganimet alınır ki, ganimetleri taşımaya öküzler yetmez. Askerler arasından akıllı ve tecrübeli bir er bir araba yapar. Böylece canlı ve de cansız ganimetler taşınır. Oğuz bu arabayı icad eden eri Bey yapar ve kendisine Kanglı adını verir. Kaşgarlı Mahmud Divan-ı Lugat’it Türk’de çocuk terbiyesinde kız ve erkek evlatların anne ve babayı örnek aldıkları, ileride toplumda oynayacakları rolleri onlardan öğrendiklerini söyler. Aynı bağlamda Kaşgarlı Mahmud; Babası ekşi elma yese (bir fenelık yapsa), oğlunun dişi kamaşır, diyerek de baba-oğul etkileşimine dikkat çeker. Kutatgu Bilig’de Yusuf Has Hacib de; senin ay gibi bir oğlun veya kızın doğarsa, onu kendi evinde terbiye et bu işi başka ellere bırakma diyerek eğitim ve öğretim için ilk ve önemli nokta olarak ebeveynin önemine dikkat çekmişlerdir. Eski Türk toplumunda kız çocuğunu anne, oğlan çocuğunu ise baba hayata hazırlardı. Kutatgu Bilig’de; Oğul-kıza bilgi ve edep öğret; bu her iki dünyada da onlar için faydalı olur beytinde de ifade edildiği gibi eski Türk eğitim ve öğretiminde esas maksatlardan birisi toplum içerisinde yaşama kuralları ile hayatta başarıya götürecek bilgiyi öğretmekti. Bu bağlamda Yusuf Has Hacip’in şu ifadeleri de daha önceki beytinde söylediklerini güçlendirmektedir: Küçük çocuğa bak, ona akıl ulaşacaktır; fakat yaşı gelmedikçe, kalemler yürümez; insan bilgisiz doğar ve yaşadıkça öğrenir; bilgi sahibi olunca, her işinde muvaffak olur. Bir memleketi kılıç ile derhal ele geçirmek mümkündür; fakat kalem olmayınca, insan onu elinde tutamaz.

Eski Türklerde eğitim kültüre dayalı bir şekilde gelişirdi. Aileler taşıdıkları her şerefi, beceriyi çocuklarına kazandırmaya gayret gösterirlerdi. Nitekim aile içinde eğitimin amacı, kabiliyetlerini de göz önünde bulundurarak fertlere maziden gelen ailevi davranışları kazandırmayı sağlamaktı. Daha çocukluk devresinden itibaren fert; at terbiyesi, hayvan yetiştiriciliği, bakıcılığı, çadır işleri, giysi üretimi, göçmek, yerleşmek, hayvan otlatmak, ev eşyası, silah yapmak, yemek, içmek, eğlence, yarışma, spor, müzik bilgi ve becerilerini kazanmayı, hepsinden öte iyi bir savaşçı-kahraman süvari olabilecek eğitimi aile içinde öğrenmeye ve talim etmeye başlardı. Ayrıca meslekî eğitimde şüphesiz usta-çırak ilişkisi de çocuğun yetiştirilmesinde mühim yer tutardı. Çünkü Türk toplum yapısında liyakat babadan oğla geçmezdi. Bu nedenle Türk eğitim sistemi daima kendisini yaşatacak insan tipini yetiştirmek, her çocuk da cemiyet/Boy içerisindeki adını, yerini kendisi kazanmak mecburiyetindeydi. Henüz ayakta durabilecek bir Türk çocuğunun yanında eyerlenmiş bir at bulunurdu. Geleceğin okçu Türk savaşçısı daha çocuk çağında eğitimlere başlar, koyun sırtında biniciliği dener, önce sincap, gelincik ve kuşlara, sonra da tilki ve tavşanlara ok atarak atıcılığa alışır, büyüdüğü zaman da mükemmel bir atlı muharip olurdu. Gelişime açık Türk toplumunda kişi çocukluktan itibaren aldığı eğitimi, bilgisi ve becerileri sayesinde askerî ve sivil bürokraside görev alır, en tepe noktalara kadar yükselebilirdi.

Türklerde eğitim ve öğretimin vazgeçilmez temel öğelerinden birisini de ata ve töre anlayışı oluşturmuştur. Eğitim-öğretimden maksat insanın tarihini, atasını, kimliğini oluşturan dili ve dini başta olmak üzere değerlerini yani ait olduğu dünyayı bilmesi ile hayat kaynağı tefekkür dünyası ile töresini ve bunları kaybettiğinde de başına neler gelebileceğini unutmamasını sağlamaktı. Çünkü eski Türk anlayışında unutmak, başkalaşmak ve dönüşmek yok olmak, ölmekle bir tutulurdu. Bunu en güzel ifade eden Orhun Abidelerinde geçen şu satırlar olmuştur: "Türk beyler Türk adını bıraktı. Çinli beyler Çin adını tutarak, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş. Doğuda gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edivermiş. Batıda Demir Kapıya ordu sevk edivermiş. Çin kağanına ilini, töresini alıvermiş. Türk halkı kitlesi şöyle demiş: ‘’İlli millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş. Kağanlı millet idim kağanım hani, ne kağana işi, gücü veriyorum der imiş. Öyle diyip Çin kağanına düşman olmuş. … Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yaratmış, yetiştirmiş. Tölis, Tarduş milletini orda tanzim etmiş. Yabguyu, şadı orda vermiş’’.

Netice itibariyle; sivil ve askerî alanın iç içe geçtiği eski Türklerde, hayat tarzının gereği olarak aileden başlayarak içinde bulunulan toplum çocuklar için büyük bir okuldu. Bu okuldaki eğitim sisteminin esası teoriden çok ameli yani yaşayarak öğrenmeye dayanmaktaydı. En önemli sorumluluk ve rolün anne-baba ile her obada varlığı bilinen Aksakallılara verildiği eğitimde gaye; çocuklara millî-dinî değerleri aşılayarak hayatı kolaylaştıracak bilgileri öğretmek, adeta toplumun arşivi ve hafızası olan tecrübeleri aktarmak, onları askerlik başta olmak üzere kabiliyet ve isteklerine göre mesleklere, işlere yönlendirmekti. Çocukları-gençleri dünü unutmayacak, bugünde yaşamayı sağlayacak, yarında var olmayı gerekli kılacak şekilde donanımlı hale getirmek ve “Tay yetişirse at dinlenir, oğul yetişirse baba dinlenir” atasözünde ifade edildiği gibi devleti rahatlatacak her sahada yetişmiş insan gücü oluşturmaktı.

Dr. Öğretim Üyesi Ali Ahmetbeyoğlu

Alıntı/Kaynak: http://www.tesistanbul10.org/eski-turklerde-cocuk-egitimi-y3

20210428

'Tanrı’nın Kırbacı Attila'


Tunceli'nin dağ köylerinde açan 'süsen çiçekleri' göz kamaştırıyor

  




Kaynak: Anadolu Ajansı




Yunan Medyasını Korkutan Türk Silahı!

İşte Yunan Medyasını Korkutan Türk Silahı!

Türk Havacılık ve Uzay Sanayii tarafından üretilen ve geçtiğimiz gün test atışları sırasında 30 kilometreden hedefi vuran Aksungur SİHA Yunan medyasında geniş yer buldu. Skai TV muhabiri Manolis Kostidis, Aksungur SİHA’nın özelliklerini canlı yayında anlattı.

Aksungur SİHA’nın insansız aracın ANKA İHA modelinin gelişmiş versiyonu olduğunu kaydeden Manolis Kostidis, "Aksungur modeli uçak, ikmal veya herhangi bir şeye ihtiyaç duymadan tam 40 saat uçabiliyor. 750 kilo faydalı yük, lazer güdümlü füzeler ve bombalar taşıyor ve tabii ki gözetleme kabiliyetine sahip. Bu durum Yunanistan’ı endişelendirmeli. Ayrıca mühendislerin dediklerini dikkate almalıyız. Türkler bununla çok ciddi tasarruf edecekler" dedi.

TÜRKİYE’NİN SİLAHLARI KAFIMIZI KARIŞTIRIYOR

Kostidis’in açıklamaları stüdyoda bir an sessizliğe neden oldu. Sunucu, konuğu ve muhabir Manolis’e “Biliyor musunuz, Türkiye'nin silahları artık kafamızı karıştırıyor. Çünkü her ay yeni bir silah üretileceklerini açıklıyorlar. Onları daha dikkatlice izlemeliyiz." ifadesine yer verdi.


Aksungur Silahlı İnsansız Hava Aracı, geçtiğimiz gün önemli bir atış testi gerçekleştirdi.

Aksungur SİHA, ilk kez attığı 340 kilogram ağırlığındaki mühimmatla 30 kilometre menzildeki hedefi başarıyla vurdu. Test atışının görüntülerini, Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir, Twitter hesabından ‘‘Biz yolumuza kararlılıkla devam ediyoruz’’ mesajıyla paylaşmıştı. Aksungur Ankara'dan 340 kg ağırlığındaki KGK-SİHA-82 ile havalandı. Uydudan kontrol ile Sinop açıklarına giden Aksungur, 20 bin feet irtifada 30 kilometre menzilden hedefi başarı ile vurmuştu.

Alıntı/Kaynak: https://www.ankarahavadis.com.tr/dunya/iste-yunan-medyasini-korkutan-turk-silahi-h19520.html


20210424

Şiir: 'İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı’ - Orhan Veli Kanık

 


İSTANBUL’U DİNLİYORUM

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum...
ORHAN VELİ KANIK


Mustafa Kemal: ''Soykırım iğrenç bir yalandır..''



 

20210423

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun...

ATATÜRK'ÜN ULUSAL EGEMENLİKLE SÖZLERİ

“23 Nisan, Türkiye milli tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık dünyasına karşı ayağa kalkan Türkiye halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder.”

“Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.”

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”

“Özgürlüğün de, eşitliğin de adaletin de dayanağı ulusal egemenliktir.”

“Ulusal egemenlik, ulusun namusudur, onurudur, şerefidir.”

“Ulusal egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar yok olur.”

23 NİSAN MESAJLARI

”Yarının teminatı olan çocuklarımıza yarının gözüyle bakalım ki yarınlarımız aydınlık olsun 23 Nisan Ulusal Egemenlikve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.”

”Türk milletinin geleceği, bugünkü çocuklarının doğru görüşü ve yorulmak bilmeyen çalışma azmi ile büyük ve parlak olacaktır. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.”

”Aziz milletimizin yokluklar ve güçlükler içerisinde istiklal mücadelesinde gösterdiği azim ve kararlılık, bugün daha çağdaş bir Türkiye için ortaya koyduğumuz çabanın da ilham kaynağıdır. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.”

”Ulusal egemenlik, ulusun namusu, onuru ve şerefidir. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.”

”Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.”

”23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, dünya üzerinde benzeri bulunmayan bir anlayışla iki farklı ve önemli unsuru bir arada taşıyan milli bayramımızdır. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.”

”Çocuklar sizler, Türkiye’ yi bugünkü seviyeye getiren nesillerin izinden gideceğinize, ülkenin huzuru, refahı ve gelişmesi için zorluklar karşısında yılmayacağınıza inancımız tamdır. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun.”


EN GÜZEL 23 NİSAN ŞİİRLERİ


23 Nisan

23 Nisan…

Yurdu koruyan,

Yarını kuran,

Sen ol çocuğum.

Eskiyi unut,

Yeni yolu tut,

Türklüğe umut,

Sen ol çocuğum.

Bizi kurtaran,

Öndere inan,

Sözünü tutan,

Sen ol çocuğum.

Küçüksün bugün,

Yarın büyürsün

Her işte üstün

Sen ol çocuğum.

Çalışıp öğren,

Her şeyi bilen

Yurduna güven

Sen ol çocuğum.

Hasan Ali YÜCEL


23 Nisan

Sana armağan etti,

Ata bu güzel günü,

23 Nisan bugün,

Çocuk Bayramı günü.

Sevin, oyna, gez, dolaş,

Senin bayramın bugün.

Bayrağı sev arkadaş.

Dalgalandıkça öğün.

R.Gökalp ARKIN


23 Nisan

Baharın mutlu günü

Yurdumun kutlu günü

Neşelerin düğünü

Güzel 23 Nisan

İnanarak yürekten

Hız aldık Atatürk’ten

Bizi ona yükselten

Bir el 23 Nisan


23 Nisan

Bugün 23 Nisan

Atatürk’ten armağan

Sevinelim coşalım

Neşelenip taşalım.

Kağıt fener yapalım

Sınıflara asalım

Süsleyerek her yanı

Kutlayalım bayramı


23 Nisan

Bugün sen de bayrağım,

Daha şanlı dalgalan.

Bugün büyük bayramım

Bugün 23 Nisan.

Bugün başta talihim

Ve milletim uyandı

Ankara’nın bağrında

Bir sönmez ateş yandı.

Aydınlattı yurdumu

Dağıldı alev alev

Bugün kalktı ayağa

Uyuklayan koca dev.

Bugün bana Ata’mdan

En büyük bir armağan.

Bugün büyük bayramım

Bugün 23 Nisan…


İ.Hakkı TALAS


23 Nisan

Egemenlik bizimdir,

Düğün şenlik bizimdir,

Bu esenlik bizimdir,

Geldi 23 Nisan

Coşalım, sevinelim,

Süslenip giyinelim,

Coşkuyla övünelim,

Geldi 23 Nisan

Bayrakları alalım,

Alanlara dalalım,

Hepimiz bir olalım,

Geldi 23 Nisan.

Hadi BESLEYİCİ


23 Nisan

Biz dünyaya gelmeden

Her yeri düşman almış.

Atatürk düşmanları,

Yurdumuzdan çıkarmış

23 Nisan günü

Meclis kuruldu diye,

Büyük bayram verilmiş

Çocuklara hediye.

Gülelim eğlenelim

Kutlayalım bayramı

Verelim hep el ele

Yükseltelim vatanı.

Melahat UĞURKAN


23 NİSAN

Nasıl bayram etmez, sevinmez insan,

23 Nisan bu, 23 Nisan.

Türklük gerilemiş çaresiz kalmış,

Götürmüşken üç kıtaya şeref, şan.


Kalmış bir sultanın keyfine işler.

Nice yıllar olmuş Türkler perişan.

Gittikçe kuvvetsiz, çaresiz kalmış,

Dört yandan üstüne saldırmış düşman.


Milleti yüzüstü bırakıp kaçmış,

Canının derdine düşmüş de Sultan…

Ansızın işlerin başına geçmiş,

Milletin bağrından kopan kahraman…


Başlamış bir ölüm-dirim kavgası,

Sultana isyan bu, cihana isyan

Millet öyle büyük, baş öyle büyük,

Bakmış, parmağını ısırmış cihan…


Ana toprak için al bayrak için,

Tepe tepe gövde, dere dere kan…

Türk hak edince egemenliği,

Açılmış önünde bir şanlı meydan…


Kimsenin keyfine boyun eğmek yok,

Toplandığı tarih: 23 Nisan

Milletin adına Millet Meclisi,

Milletin isteği olsun her zaman…

BEHÇET KEMAL ÇAĞLA


20210422

Amerikalı Bir Çocuğun Atatürk'e Yazdığı Mektup ve Gazi Mustafa Kemal'in Çocuğa Cevabı

Atatürk'ün nasıl dünya lideri olduğu ve kurtuluş mücadelesinin dünyadaki yankılarını özetleyen örnek bir yaşanmış hikaye. Bu videoda belki daha önce duymadığınız Atatürk ile Amerikalı Bir Çocuk Arasında Geçen İlginç Mektuplaşmaya tanık olacaksınız..

20210421

Ankara'da Büyük Millet Meclisi nasıl açıldı?

Atatürk’ün 23 Nisan 1920'de TBMM’nin açılışında yapılacak dini merasim hakkında askeri ve sivil yöneticilere gönderdiği yazı:

Allah’ın yardımıyla Nisan’ın yirmi üçüncü Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacaktır. Namazdan sonra, Peygamberimizin kutlu sakalı ve kutsal sancak alınarak Meclisin toplanacağı yere gidilecektir.Toplantı yerine girilmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir.İşbu törende, camiden başlayarak, Meclise değin, askeri birliklerle tören düzeni alınacaktır. O günün kudsiyetini sonsuza kadar ulaştırmak maksadıyla bugünden itibaren vilâyet merkezinde Vali Beyefendi Hazretleri’nin düzenlemesi ile hatim indirtilip Buhârî-i Şerîf okutulacak, hatmin geri kalan kısmı Cuma namazından sonra Meclis’in önünde tamamlanacaktır.
Cenâb-ı Hak’ka tam bir muvaffakiyet için niyaz edip yalvarıyoruz. 
Temsil Heyeti Adına Mustafa Kemal
Alıntı: Sosyal medya



Atatürk'ün sivil ve asker kıyafetli hatıra avro çeşitlerinden bir kaçı.



 Atatürk'ün sivil ve asker kıyafetli hatıra avro çeşitlerinden bir kaçı.

Arşiv Saka  @ArsivSaka

Nutuk - Belgeler

 


 

20210416

Osmanlı işçi sınıfının ataları: Kapıkulları - Yıldırım Koç

Osmanlı işçi sınıfının ataları: Kapıkulları

11 Nisan 2021 15:14

Türkiye işçi sınıfı tarihini yazma çabalarında görülen genel eğilim, başlangıç noktası olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda özel kesimde veya kamu kesiminde askeriye dışında sanayi işletmesi işçisi aramaktır. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın öncesinde de, özellikle inşaat, madencilik, çiftlikler, tersaneler gibi işyerlerinde de çok sayıda işçi vardı. Türkiye işçi sınıfı tarihini yazma çabaları, günümüze doğrudan fazla bir miras bırakmış olmasa bile, bu dönemleri de kapsamalıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda işçi sınıfının doğuşu ve gelişimi incelendiğinde, tartışılması gereken bir kesim, sürekli orduyu oluşturan kapıkulu ocakları mensuplarının önemli bir bölümüdür. Kapıkulu ocakları ortaya çıkışlarından işlevlerini yitirişleri ve yok oluşlarına kadar önemli değişim yaşadılar. Bu ocakların mensupları genellikle mülksüzleşmiş özgür ücretlilerdi. Bu ücretlilerin bir bölümü aynı zamanda maddi ürün üretiminde doğrudan veya dolaylı olarak yer alıyordu. Bir bölümü ise savaşıyor veya başka hizmetleri yerine getiriyordu. Bu insanlar, feodal sömürünün ve askeri yayılma ve el koymanın birer aracı durumundaydı; ancak kendi işverenleri olan feodal devletle kapitalist topluma özgü bir ilişki içindeydi. Bu özgün durum da ayrıca incelenmeye değerdir.

KAPIKULLARININ GENEL DURUMU

Kapıkulları, Osmanlı’da merkezi feodalin düzenli ve sürekli ordusunu ve orduya destek sisteminin bir bölümünü oluşturuyordu. Kapıkulları önceleri esirlerden, daha sonra ağırlıkla devşirmelerden oluştu. Daha sonraları ise “her çeşit insan” (esnaf, mülksüzleşmiş reaya, ırgat) da kabul edildi. Eski esirler ve devşirmeler Ocağa geçince özgürleştiler. Suç işleyenlere verilen cezalardan birinin Ocak’tan çıkarılma oluşu, işgücünün özgürleşmesinin göstergelerinden biridir.

Kapıkullarının bir bölümü barut, silah, top, top arabası, gülle, bina, vb. yapımında çalışıyordu. Bir bölümü ise odun getirme, top taşıma gibi hizmetlerde istihdam ediliyordu. Çoğunluk ise savaşıyordu.

İmparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde kapıkullarının önemli bölümünün ana gelir kaynağı, devletten aldıkları ücretti. Dönemin koşullarına göre oldukça yüksek olan bu ücret, yevmiye ve çeşitli ikramiyelerle (“bahşiş”lerle) birlikte değerlendirilmelidir. Ancak, kapıkulları için en önemli hak, bir gün tımara geçip, feodal sömürü içinde ara tabaka olarak doğrudan yer almaktı. Kapıkullarının bazı kesimleri ise bir dönem ücretliliğin yanı sıra, aynı anda tımar sahibiydi veya vergi toplamada devlete aracılık ederek feodal sömürüden pay alırlardı ve hatta köle sahibiydiler. Diğer bir deyişle kapıkullarının sınıfsal konumu son derece karmaşıktı.

Bu işleyiş, imparatorluğun zayıflama döneminde bozuldu. Avrupa’da gelişen kapitalizmin güçlendirdiği düşman orduları karşısında yenilgiler yaşandı. Günün koşullarına göre kendini yenileyemeyen merkeziyetçi feodal sömürü sistemi çözülmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri yayılma ve el koyma ile merkeziyetçi feodal sömürünün ayrılmaz bütünlüğü, bu süreci hızlandırdı.

Bu koşullarda kapıkulu ocakları mensuplarının davranışlarında yeni bir aşamaya geçildi. Sınıf değiştirme olanağının ortadan kalkması ve ücretlerle birlikte itibarın da düşmesiyle, ücretlilik ağır bastı. Toplu yaşamın ve ölümle karşılaşmanın yarattığı birliktelik ruhuyla, kesimsel çıkarlar için eylemler yapıldı. Kapıkulu ocakları mensuplarının önemli bir bölümünü Türkiye işçi sınıfının öncüleri arasında saymamızı düşündüren, bu dönemdeki tavırları ve eylemleridir.

Bu dönemde kapıkulu ocaklarına çok sayıda mülksüzleşmiş reaya ve ırgatın alınması da davranış ve tepkilerde ücretliliğin ağır basmasında etkili oldu. Devlet tarafından kontrollü bir enflasyonla (akçe tağşişi) ücretlerin düşürülmesi, direnişlere neden olurken, ikramiye ve zam alabilmek amacıyla padişah değiştiren ayaklanmalara varan eylemlere yol açtı.

Son dönemin ana özelliği ise, üretim, hizmet ve askerlik alanlarında çağdaş dünyanın gerisinde kalarak işlevlerini yitiren kapıkullarının önemli bir bölümünün lümpenleşmesi, zorbalığın ve haraççılığın yaygınlaşmasıydı. Subaylar ve üst düzey bürokratlar ise hazineyi soyma çabası içindeydi. Geçmiş dönemlerde yeniçerileşen esnaf ve esnaflaşan yeniçeriler bu karmaşıklığı daha da artırdı. Dağılma ve çürüme belirleyiciydi. Fakat güçlü bir örgütlülük ve direniş geleneğine sahip olan bu kesimler ancak büyük bir katliamla yok edilebildiler.

Kapıkulu ocaklarının çoğuna insan sağlayan birim, acemi ocağıydı. Bu ocakta yetiştirilenler, gereksinime ve kişilerin özelliklerine göre Yeniçeri Ocağı, Cebeci Ocağı, Topçu Ocağı, Top Arabacıları Ocağı, Humbaracı Ocağı, Lağımcı Ocağı’na gider veya kapıkulu süvarisi olurdu.

ACEMİ OĞLANLAR VE ACEMİ OCAĞI

Acemi oğlanlar iki kaynaktan sağlanıyordu: Savaşta esir alınan erkek askerler arasından veya Osmanlı ülkesindeki Hıristiyan çocuklar arasından.

Savaşta alınan erkek esirlerin bir bölümü, her biri 300 akçeden devlete satılırdı. “Pençik oğlanı” denilen bu kişiler, önceleri günde 1 akçe yevmiye ile Acemi Ocağına alınırlardı. Daha sonraları ise küçük bir bedel karşılığında Anadolu’da çiftçilere satıldılar. Bu işte bir süre çalışıp, dili ve dini öğrendikten sonra, Acemi Ocağı’na gönderildiler.

Önceleri yalnızca Avrupa’daki Osmanlı topraklarındaki, daha sonra ise tüm ülkedeki Hıristiyan ailelerden devşirilen çocuklar acemi oğlanı olarak çalıştırıldı. Onyedinci yüzyılın başlarına kadar, devşirilen çocukların bir bölümü saraya ayrılır, geri kalanı 3-8 yıl Türk çiftçilerinin yanında hizmet ederdi. Çiftçilikle geçirilen bu süre, yeniçeri olup bir süre sonra tımar sahipliğine geçtiklerinde, işlerine yarayacak bilgileri edinmelerini de sağlardı. Daha sonra da, gereksinime göre, Acemi Ocağı’na geçerlerdi. Çiftçilerin yanında çalışma uygulaması bir süreç içinde kalktı.

Onaltınca yüzyılın sonlarından itibaren her nitelikte insan “ağa çırağı” adıyla ocağa alındı.

Onyedinci yüzyıldan itibaren acemi oğlanların “özgür” insanlar olduğu söylenebilir. Onsekizinci yüzyıldan itibaren de Acemi Ocağı’nın çoğunluğunu Türkler ve diğer Müslümanlar oluşturuyordu. Diğer ocaklara geçmek için Acemi Ocağı’nda geçirilmesi gereken süre de 6 ay ile 1 yıl arasına indirildi.

Acemi oğlanları, kamu imalathanelerinde, kamu gemilerinde, odun ambarlarında, Tophane’de, kamu fırınlarında, su yollarında, bahçelerde, hasta odalarında ve bazı bölgelerde sultan hanımların hizmetinde çalışırlardı. Bunlar dışında en önemli çalışma alanı, inşaat sektörüydü. Saray, cami, çeşme, köprü, hastane, medrese ve diğer kamu binalarının inşaatında ve taş taşımada acemi oğlanları yaygın bir biçimde istihdam ediliyordu.

Acemi oğlanlarının yevmiyeleri önceleri 1-2,5 akçe iken, onsekizinci yüzyılın ilk yarısında en yüksek yevmiyeler 7,5 akçeye kadar yükseldi. Ücretler üç ayda bir ödenirdi. 1 akçe yevmiye alan acemi oğlanlarına ayrıca her aya 5 akçe pabuç parası verilirdi. Acemi oğlanlarına yılda iki kat elbise, iki adet gömlek verilirdi. Onsekizinci yüzyıl sonlarında bazı yerlerde bunların bedeli nakden ödenmeye başlandı. Acemi oğlanları koğuşlarda yatarlar, yemeklerini kendi ücretlerinden karşılarlardı. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren evlenebilmeye başladılar. Sayıları 9-12 bin dolaylarındaydı.

Acemi oğlanları, kendileri sıra beklerken, Yeniçeri Ocağı’na dışarıdan adam alınmasına (geleceklerinin tehlikeye girmesine) tepki gösterdiler. Örneğin, 1649 yılında Yeniçeri Ocağı’na dışarıdan adam alınınca, acemi oğlanları, “odabaşılar onar kuruşa bakkal ve hamalı yeniçeri ettiler; biz bunca zamandır hizmetteyiz, yolumuzca Yeniçeri Ocağı’na geçelim diye; acemi oğlanlığı bırakıp hamamlık edip onar kuruş sağlayalım ve odabaşılara verip, Yeniçeri Ocağı’na geçelim” dediler ve bu tepki üzerine yeniçeri olabildiler. (Uzunçarşılı, İ.H., Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları (1): Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yay., VIII. Dizi, Ankara, 1984, s.487. Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, İ.H., Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları (II): Cebeci, Topçu, Top Arabacıları, humbaracı, Lağımcı Ocakları ve Kapıkulu Süvarileri, 2. Baskı, Türk tarih Kurumu Yayınları, VIII: Dizi, Ankara, 1984)

YENİÇERİLER VE YENİÇERİ OCAĞI

Yeniçeriler ilk önceleri kısa bir eğitimden geçirilen esirlerden oluştu. Daha sonraları, alınan esirler Türk çiftçilerinin hizmetine verildi ve arkasından Yeniçeri Ocağı’na alındı. Son olarak da, çiftçilerin yanında kalan esirler önce Acemi Ocağı’na alındı ve oradan Yeniçeri Ocağı’na geçmeye başladı. Bir süre sonra da, esirlerin yerine devşirmeler, çiftçilerin yanında çalıştıktan sonra Acemi Ocağı yoluyla Yeniçeri Ocağı’na geçtiler.

Acemi Ocağı’na girişteki denetim bozulunca, birçok kişi çok kısa bir acemi oğlanlığı süresinden sonra yeniçeri olmaya başladı. Bazı kimselerse Acemi Ocağı aşamasını da atlayarak Yeniçeri Ocağı’na girdi. Onyedinci yüzyılın ikinci yarısından sonra Yeniçeri Ocağı’na girişteki düzen tümüyle bozuldu.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yararlandığı Kitab-ı Müstetab isimli bir kaynakta, eskiden kapıkulluğunun zorlukları anlatıldıktan sonra, şöyle denmektedir: “Dirlik için belâ ve zahmet çekmeğe ihtiyaç kalmayup şimdiki hal, olur olmaz reaya bir çift öküzünü satup akçe kuvvetiyle kimi sipahi ve kimi yeniçeri olup istedikleri dirliğe ve mansıba geçer olmuşlardır.” (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.480)

Sistemin çözülme dönemlerinde Yeniçeri Ocağı’na tellallar aracılığıyla adam toplandı. Örneğin, Avusturya seferi uzun sürünce, 1598 yılında bu yola başvuruldu. 1649 yılında ise bir sipahinin isyanını bastırmak için İstanbul’da üç gün Yeniçeri Ocağı’na adam kaydedildi. Bu dönemlerde İstanbul dışında Anadolu ve Rumeli’de de serdengeçti bayrakları açılarak, Yeniçeri Ocağı’na asker alındı.

Ocağa çok sayıda yeni asker alınırken, devlet hiyerarşisi içinde üst düzeylerde olanların yakınları da kaydedildi; ancak bunlar askerlik görevini yerine getirmeden aylık almaya başladılar. Bu eşitsizlik de yeniçerilerin tepkisini çekti.

Bu dönemde esnafın yeniçerileşmesi ve yeniçerilerin esnaflaşması da yaşandı. Birçok esnaf, yeniçerilere tanınan vergi muafiyetinden yararlanmak amacıyla, rüşvet vererek, “aylık almayan yeniçeri” (ulûfesiz yeniçeri) oldu. Diğer taraftan, evlenip de aylıkları yetmeyen yeniçerilere esnaflık yapma izni verildi.

Yeniçerilerin onaltıncı yüzyılın ilk yarısındaki sayıları 12 bin dolayındaydı. 1609 yılında 38 bin, 1660 yılında 54 bin oldular. 1687 yılında 70 bine ulaştılar. Yeniçeriler 1804 yılında 64 bin kişiydiler. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılırken defterlerde 100 bin dolayında ismin kayıtlı olduğu tahmin edilmektedir. (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.613-620)

Yeniçerilerin yaklaşık 125 binlik bir grubunu ise “gönüllü yeniçeriler” oluşturuyordu. Bunlar, yeniçeriliğin itibarından yararlanmak amacıyla yeniçeri serdarına bir hediye vererek deftere kaydolurlardı. Savaş döneminde ise yeniçerilerin ulûfe defterine maaşlı olarak geçerlerdi.

Yeniçerilerin ana işi, savaşmaktı. Ancak, Yeniçeri Ocağı’nın bazı imalathanelerinde yeniçeriler çalışırdı. Etmeydanı’nda bir baruthane vardı. Ayrıca Ağa Kapusu’ndaki imalathanelerde çizmeci, çadırcı, saraç, gazzaz (ibrişim bükümcüsü ve ipekçi), ekmekçi, aşçı, doğramacı, kuyumcu ve berber ustaları ve çırakları bulunurdu.

İlk dönemlerde Yeniçeri Ocağına yeni katılan yeniçerilerin yevmiyesi 2 akçeydi. En yüksek nefer yevmiyesi ise 5 akçeydi. Onyedinci yüzyılın başlarında yeni yeniçerilerin yevmiyesi 3 akçe oldu. En yüksek nefer yevmiyesi 12 akçe olmuştu. Yevmiyelerin yükselmesinin nedenlerinden biri akçe tağşişiydi.

Yeniçerilerin yevmiyeleri şu yollarda arttırılırdı: (a) Yeni padişah tahta çıkınca verilen zam (cülus terakkisi), (b) Savaşlarda olağanüstü hizmet nedeniyle verilen “fazla yevmiye,” (c) Yeniçeri Odasının takdiriyle verilen zam, (d) oda mensuplarından birinin ölmesi üzerine, onun yevmiyesinin 7 akçenin üzerindeki bölümünün bölüştürülmesiyle gelen zam, (e) hükümdarın kendiliğinden veya yeniçeri ağasının başvurusu üzerine verdiği zam.

Yeniçeriler arasından ayrılan serdengeçtilerin yevmiyeleri daha yüksek, terfi olanakları daha fazlaydı.

Çocuk sahibi olan yeniçerilerin her doğan çocuğu için yevmiyelerine bir akçe zam yapılırdı; ancak bu yeniçeriler terfi haklarını kaybederlerdi.

Her yeniçeriye her yıl 4,5 metre kumaş ve astar, gömleklik bez, tülbent ve dikiş parası verilirdi.

Yeniçeriler yemeklerinden kendileri sorumluydu. Her hafta belirli bir para toplanır ve bu parayla satın alınan malzemeyle yemek yapılırdı. Odaların kandil yağı, odun, ekmek ve Ramazan giderleri de yeniçerilerce karşılanırdı.

Yeniçeriler sefere gittiklerinde de ikişer altın yiyecek parası alırlardı. Yeniçerilerin çoğu savaşta devletin verdiği tüfeği değil, daha iyi olan kendi tüfeklerini kullanırlardı.

Tahta geçen yeni hükümdar, kapıkulu askerlerine cülus bahşişi verirdi. Padişahın, askerlerin duyacağı bir biçimde, “kullarımın bahşiş ve terakkileri makbulümdür, verilsin” demesi adetti. Yavuz Sultan Selim dönemine kadar cülus bahşişi değişiklik gösterdi. Yavuz, yeniçeriler için cülus bahşişini 3 bin akçe olarak belirledi. Ayrıca yeniçerilerin yevmiyelerine 2 akçe zam yapıldı.

Cülus bahşişi, yeniçerilerin yaklaşık bir yıllık ücretleri toplamı kadar bir ikramiyeydi. Bu nedenle yeniçeriler cülus bahşişi konusunda son derece duyarlıydılar. Cülus bahşişinin eksik ödenmesi ayaklanmalara yol açardı.

Padişahlar cüluslarından sonra ilk kez sefere çıkarken kapıkulu askerlerine biner akçe verirlerdi. Savaşların başarılı geçmesi durumunda ayrıca bahşiş verildiği de olmuştur. Yavuz Sultan Selim ise sefer akçesine ek olarak kapıkulu süvarisine 2 akçe, yeniçerilere 1 akçe yevmiye zammı yapmıştı.

Neferlikten emekliye ayrılan (mütekaid) yeniçerilere ilk dönemlerde acemi oğlanlarına verilen yevmiye verilirdi. Onaltınca yüzyılın ikinci yarısında bu miktar 3 akçe idi. Daha sonraki dönemlerde bu miktar asgari 4, azami 8 akçeye çıktı. Bu paranın kaynağı öncelikle istikrarlı değildi. İkinci Selim zamanında yeniçerilere her yıl kumaş da verilmeye başlandı. Yeniçerilerin yetim çocuklarına da üç ayda bir 65 akçe verilirdi.

İmparatorluğun güçlü dönemlerinde yeniçerilerin çalışma ve yaşama koşulları, özellikle günün koşullarına göre, oldukça iyiydi. Bu konuda İ.H.Uzunçarşılı şunları belirtmektedir: “Bir yeniçeri, hizmet etmek şartiyle, istikbal hakkında hiçbir endişeye kapılmaz; çünkü ölünceye kadar yiyeceği ve giyeceği temin edilmiştir; ücreti zaman zaman artırılır, ihtiyarladığı zaman sıkıntı çekmeyecek bir tekaüt maaşına nail olur, isterse iki kat maaşla kalelerden birinde muhafızlık eder, istemezse kışlasında oturur; evli olup ölürse çocuğuna büyüyünceye kadar yetim maaşı verilir ve sonra da ocağı alınırdı; azasından birinden mahrum kalan bir yeniçeri, rütbesi ne olursa olsun, iki kat ücret alırdı.” (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.287)

İmparatorluğun merkezi feodal sömürüye ve askeri yayılma ve el koymaya dayalı sisteminin iyi işlediği dönemlerde, yeniçerinin en büyük hakkı, belirli bir hizmet süresinden sonra ve özellikle savaşlarda başarı gösterince, tımarlı sipahi olmak, feodal sömürü içinde ara tabaka olarak doğrudan yer almaktı. Yeniçerilere, genel olarak yıllık geliri 9 bin akçe olan tımarlar verilirdi. Ancak, diğer kapıkulları sınıfları için 16 bin akçe ile tımara çıkmak da mümkündü.

Ancak imparatorluğun gerileme dönemine girmesiyle birlikte bu durum değişti. Devşirme sisteminin kalkması, yeni toprakların fethinin durmasıyla verilebilecek toprağın iyice azalması ve tımar sisteminin çözülmesi, yeniçerilerin sınıf değiştirme, ücretlilikten sömürüde doğrudan yer almaya geçme olanağını ortadan kaldırdı.

Yeniçeriler arasında, hayatı ve ölüm tehlikesini paylaşmaktan kaynaklanan güçlü bir dayanışma vardı. Bu dayanışma sınıf bilinci düzeyinde değildi; ancak meslek bilincinden söz edilebilir.

Yeniçeri odası mensupları arasındaki ilişkiler dostluğa dayanırdı. Odaya en son katılan yeniçeri, odanın bazı ortak hizmetlerini yapar, kendisinden yemek parası alınmazdı.

Yeniçeri ocağında her bölüğün bir yardım sandığı vardı. Her üç ayda bir ücretler verildiğinde yeniçerilerden belirli bir para kesilerek bu sandığa konurdu. Yeniçeri aylıklarının yetmediği durumlarda bu sandıktaki para kullanılırdı. Ölen yeniçerinin sandıktaki parası da varislerine verilirdi.

Sakatlanan yeniçerilere oda sandığından para verilir, ayrıca yeniçeriler arasından para toplanırdı. Esir düşen yeniçerilerin serbest bırakılmaları için gereken parayı da yeniçeriler kendi aralarından toplarlardı.

Bu dayanışma en güçlü biçimiyle ayaklanmalarda görülmüştür. Bir grup yeniçeri ayaklandığında, başka bir grup yeniçerinin bu ayaklanmayı bastırmada kullanılması mümkün olmamıştır. Yeniçeriler isyancı arkadaşlarına silah atmamışlar, genellikle de ayaklanmalara katılmışlardır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi feodal sömürü ve askeri yayılma ve el koyma sistemi aksamaya başlayınca, bunun sonuçlarını öncelikle ve en yakından kapıkulları yaşadı.

Yeniçerilerin bir taraftan ücretleri (devletin kontrolündeki bir enflasyonla) düşürülürken, diğer taraftan tımara geçme (sınıf değiştirme) umutları söndü. Bu ise yeniçerilerin davranışlarının radikalleşmesine yol açtı.

Yeniçerilerin ücretleri Üçüncü Murat zamanında düşürülmeye başlandı. Deniz savaşları ile İran ve Avusturya seferleri nedeniyle devletin giderleri artınca, devlet bir akçeyi dört beş parçaya ayırarak ücret ödemeye başladı. “Hurda akçe” veya “çürük akçe” denilen bu paralarla eskisi gibi alışveriş yapamayan yeniçeriler tepki göstermeye başladılar. İ.H.Uzunçarşılı’nın yaptığı bir hesaba göre, onaltıncı yüzyılda on akçe yevmiyeli bir yeniçerinin durumu, ondokuzuncu yüzyılın başlarında altmış akçe yevmiyeli bir yeniçerinin durumundan daha iyiydi. (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, s.476)

Diğer taraftan, sınıf değiştirme olanağı ve umudu sona erdi. Üçüncü Murat’ın ölümünden sonra çıkan bir direnişte yeniçeriler vezir-i azama bu sıkıntılarını şöyle dile getiriyorlardı: “Yeniçeriler söz söylerken söyliyenlerin tanınmaması için fener ve mumları söndürerek söze başladılar ve evvelki padişahların serhatlerde askerin dirliklerini, zeamet ve tımarlarını serhat bekleyen ve yararlık gösteren yoldaşlara verip mahlullerini ocaktan ayırmadıklarını, oğul ve akrabalarını mahrum etmediklerini, kanunu bozmadıklarını ve şimdi ise ekâbir kapısındaki hizmetkârlar adına berat verildiğini, eski kanun ve usullerinin bozulduğunu söyleyip, bağrışıp sefer için ağa kapusuna tuğ diktirmediler.” (Uzunçarşılı, İ.H., a.g.k., 1984, 485)

Yeniçerilerin itibarlarının ve ücretlerinin düşmesi, Yeniçeri Ocağı’nın çözülme ve çürüme sürecini hızlandırdı.

Yeniçeriler, kontrollü enflasyonla gerçek ücretlerinin düşürülmesi karşısında bir taraftan radikalleşir ve toplu eylemlerle tepki gösterirken, diğer taraftan bireysel çıkış çabaları gündeme geldi. Bireysel arayışlar içinde, bazı yeniçeriler aylıklarını önceden sarraflara kırdırmaya, esamelerini (maaş varakalarını) satmaya başladılar. 1739 yılında da buna resmen izin verildi. Bir kısım yeniçeri ise esnaflaştı, hamallığa-ırgatlığa başladı ve kabadayılığa-haraççılığa başvurdu. Bir bölümü ise ölen yeniçerilerin esamelerine sahip çıkıp, gelirini artırma yolunu seçti.

Esamelerin alınıp satılmasından ve ölenlerin aylıklarının alınmaya devam edilmesinden asıl yararlananlar sarraflar ve yeniçeri subayları oldu. Örneğin, yeniçeri ağası iken 1778 yılında sadrazam olan Kalafat Mehmet Paşa’nın elinde günde 12.700 akçe ücret getiren esame bulunmuştur.

Böylece bir çürüme süreci başladı. Devlet, akçenin içindeki değerli maden miktarını azaltarak, sürekli bir enflasyonla ücretleri düşürdü. Akçe iyice değer yitirince, para ve kuruş çıkarıldı. Yeniçeriler toplu eylemler ve bireysel arayışlarla tepki gösterdiler. Bu arada subaylar ve üst düzey kamu görevlileri büyük vurgunlar vurdu. Adına aylık ödenen yeniçeri sayısı sürekli artarken, yaşayan ve savaşa giden yeniçeri sayısı sürekli düştü. Örneğin, Üçüncü Mehmet döneminde kayıtlarda 40 bini aşkın yeniçeri gözükürken ve bunların 20 bininin sefere gitmesi gerekirken, ancak 7-8 bin yeniçeri sefere gitmiş, fakat 20 bin kişi üzerinden aylık alınmıştı. Devlet, savaşacak insan bulmak için yeni yeniçeri aldıkça, içinde bulunduğu batağa daha çok battı. Ayrıca, Ocakta hizmet edip himaye görmemiş olan yeniçerilerin yevmiyeleri 7-8 akçe iken, sefere gitmeyerek himaye edilenlerin daha yüksek yevmiye almaları da tepki yarattı. Savaş teknolojisinin değişmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürü sisteminin sarsılması ve subayların yağmalamaları da ordunun savaş gücünü hemen hemen yok etti. Yeniçeriler, yaşadıkları yoksullaşmaya ve itibarsızlaşmaya tepki olarak, çağdaş savaş teknolojisini ve askeri disiplini reddettiler. “Tâlimden murad gâvur tâlimi midir?” dediler. Böylece tarihsel olarak çağdışı bir konuma düştüler. İmparatorluğun dağılma sürecinde artık toplu eylemler de yeniçerilerin ücretlerinin satın alma gücünde bir artış sağlayamayınca, bireysel çıkış arayışları ağır basmaya başladı. Çürüme yaygınlaştı. Ücretli yeniçeriler lümpenleştiler.

Yeniçerilerin iç örgütlülüğü, çıkarlarına yönelik saldırılar karşısında toplu tepki gösterebilmelerine olanak tanıyordu. Merkezde alternatif bir silahlı gücün olmaması da işi kolaylaştırıyordu.

Yeniçeriler, tepkilerini ifade ederken, önce çorba kaplarını ayaklarıyla devirirlerdi. Daha sonra ise, kutsal kabul edilen yemek kazanları kaldırılır, ayaklanma olurdu.

En yaygın ayaklanma nedeni, devletin ücretleri enflasyonla (akçe tağşişi ile) düşürmesiydi. Padişah değiştikçe alınan ikramiye de ayaklanmaları teşvik ederdi.

Yeniçerilerin bilinen ilk başkaldırısı 1444 yılındadır. Akçenin ayarı düşürülünce, yeniçeriler Edirne’de ayaklandılar. Yevmiyelerine yarımşar akçe zam yapılmasına karşın ayaklanma sürdü. Padişahın değişmesiyle sorun çözümlendi.

Şevket Pamuk bu ayaklanmayı aşağıdaki biçimde ele almaktadır:

“II. Mehmet döneminin (1444, 1451-1481) tağşişlerine karşı direniş çok erken gelişti. 1444 yılındaki ilk tağşişle akçenin ağırlığı ve gümüş içeriği düşürülünce, 90 günlük ücretlerini yeni ve gözle görülür ölçüde küçük akçelerle alan yeniçeriler, başkent Edirne’de bir tepede toplanarak, ya tağşişten vazgeçilmesini, ya da ücretlerine zam yapılmasını talep ettiler. (…) Gelişen tepkiler karşısında devlet geri adım atmak zorunda kaldı. Yeniçerilerin günlük ücretleri üç akçeden üç buçuk akçeye çıkarıldı. Yeniçerilerin bir para işlemi karşısında gösterdikleri ilk güçlü tepkiden sonra, gösterilerin yapıldığı yer Buçuktepe, bu olay da Buçuktepe Vakası olarak anılmaya başlandı.” (Pamuk,Ş., İstanbul ve Diğer Kentlerde 500 Yıllık Fiyatlar ve Ücretler 1469-1998, DİE Yay., Ankara, 2000, s.35)

İsmail Hakkı Uzunçarşılı da bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“Yeni hükümdarın kestirmiş olduğu paranın ayarının noksanlığından dolayı tüccar ve esnafın hoşnutsuzluklarından istifade eylemişlerdi; Yeniçeriler de bu suretle maaşlarında husule gelen noksandan dolayı Edirne’de ayaklanmışlar ve sonradan Buçuktepe ismini alan tepede toplanarak yevmiyelerine yarımşar akçe zam edilmesine rağmen muhalefette ısrar eylemişler ve nihayet İkinci Mehmed’i hal’i ile yerine tekrar İkinci Murad’ı hükümdar yaptırmışlardı; (…) İşte tarihlerde gördüğümüz ilk Yeniçeri hareketi budur ki 848 H. 1444 M. senesine tesadüf etmektedir.” (Uzunçarşılı,İ.H., a.g.k., 1984, s.506-507)

Yeniçeriler, siyasal iktidar için süren mücadelede de taraf oldular; politika sahnesine çekildiler. Örneğin, Fatih Sultan Mehmed’in ölümü üzerine, Cem’i padişah yapmak isteyen vezir-i azam, yeniçeriler tarafından öldürüldü. Böylece yeniçerilerin desteklediği Beyazıd’ın padişahlığı sağlandı. Hakim sınıflar veya hakim sınıf içindeki çeşitli kesimler arasındaki çelişkiler yeniçerileri politika sahnesine silahlı ayaklanmayla çekti. Yeniçerilerin ayaklanma geleneğinin yerleşmesinde, hakim sınıflar içi çelişkiler önemli bir rol oynadı.

İkinci Selim, padişah olunca, İstanbul’a dönmekte olan ordudaki yeniçerilere ikişer bin akçe verdi. Yeniçeriler üçer bin akçe istediler. Farkın İstanbul’da dağıtılacağın söz verildi. Ordu, İstanbul’a dönünce Padişah İkinci Selim’i saraya sokmadı. Padişah’ın bahşiş ve terakkilerin (zamların) verileceğini söylemesi ve üçer bin akçenin ödenmesi üzerine ayaklanma önlendi.

Dördüncü Murat’ın cülusunda bahşiş verilmeyince yeniçeriler ayaklandılar. Saraydaki altın eşyadan para yapılıp dağıtılarak ayaklanma önlenebildi.

Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında ise, süren uzun seferler nedeniyle ücretlerin dört yıl ödenemediği bir dönem yaşandı.

Yeniçeriler, kendi ekonomik sorunları giderek artarken, çağdışı kalmış yapılarını değiştirmeye yönelik girişimlerin uygulanmaya çalışılmasına karşı çıktılar ve 1826 yılında tekrar ayaklandılar. “Biz bu tarzda talim etmeyüz, eski usulümüz, destiye kurşun atmak ve keçeye kılınç çalmaktır” dediler. Ancak, artık çağdışı yağmanın olanaksızlığını ve artan sakıncalarını gören ve çağdaş ilişkiler çerçevesinde yağmaya geçmekte olan hakim sınıfların bütünlüğü, yeniçeri düzenine bir son vermek istiyordu. Kapıkullarının etkili diğer ocaklarını ve bazı yeniçeri subaylarını da yanlarına alarak, Sancak-ı Şerif’i çıkarıp, yeniçeri ayaklanmasını kanla bastırdılar. Daha sonraki aylarda da İstanbul dışındaki yeniçeriler dağıtıldı ve öldürüldü. Bu arada, yeniçerilerin bağlantılı oldukları Bektaşi tekkeleri de kapatıldı. Kalan yeniçerilerin İstanbul’da düzenlemek istedikleri bir ayaklanma önceden bastırıldı. Tosya’da 1830 yılında sağ kalmış yeniçerilerin çıkardıkları bir isyan bir ay sonra kontrol altına alındı. Kastamonu’daki bir yeniçeri isyanı da başarısız kaldı

Bütün bu olaylar sırasında 6 bin yeniçeri öldürüldü, 20 bin yeniçeri sürgüne gönderildi.

CEBECİ OCAĞI VE CEBECİLER

Cebeciler önceleri acemi oğlanlarından adam alırken, daha sonraları cebecilerin çocukları ve yabancıların da ocağa alınmasına izin verildi. Cebecilerin sayısı 1566 yılında 789 iken, 1687 yılında 3500’e çıktı. 1702 yılında ise 2462 cebeci vardı.

Cebeciler, yeniçerilere ait silahları tedarik, muhafaza ve tamir ederler, savaş alanına kadar götürüp yeniçerilere dağıtırlardı. Ocağa “şagird” (çırak) olarak alınır, daha sonra usta olurlardı. Silah tedariki çerçevesinde silah yapımı ve barut ıslahı da vardı. Cebeci Ocağı imalathanelerinde üretilen silah ve diğer malzemenin bazıları bazen asker olmayan üreticilere yaptırılırdı. Cebecilerin üretimde çalışan kesimleri, mülksüzleşmiş ücretliler olmalarının ötesinde, emeklerini maddi bir ürünün üretiminde değerlendiren üreticilerdi. Buna göre de, dar bir tanıma göre bile, Osmanlı işçi sınıfındandılar.

Cebeci esameleri de yeniçerilerinkiler gibi alınıp satılırdı.

Cebeciler genellikle yeniçerilerle birlikte tavır takındılar. Yeniçeri ayaklanmalarına katıldılar. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı ile birlikte Cebeci Ocağı da kaldırıldı.

TOPÇU OCAĞI VE TOPÇULAR

Topçu Ocağı’nın insan ihtiyacını önceleri Acemi Ocağı karşılardı. Daha sonraları topçuların çocuklarının (kuloğlu) ocağa alınmasına başlandı. Topçu Ocağı mensuplarının sayısı 1574 yılında 1099 iken, 1609 yılında 1552’ye çıktı. 1687 yılında ise 4949 topçu vardı. Topçu Ocağı’nın bir bölümü top ve gülle döker, bir bölümü savaşlarda top kullanırdı.

Top dökümhanelerinin en büyüğü İstanbul’da Tophane’deydi. Ayrıca zaman zaman Budin, Belgrad, Baç, İşkodra, Gülanber ve Pravişte tophanelerinde de top dökülürdü. Bazı madenlerde ise, İstanbul’daki tophaneden gönderilen dökümcülerce top mermisi dökülürdü.

Tophanede çalışanların tek geçim kaynağı aldıkları ücretlerdi. Maddi ürün ürettikleri de hatırlanırsa, bu üreticilerin (dar bir tanımla bile) işçi sınıfından oldukları söylenebilir.

Top kullananlar ise topçu sınavından geçer ve böylece dirlik sahibi olurdu.

Onsekizinci yüzyılın sonlarında topçu ocağı ıslah edildi. Diğer topçuların yanı sıra “sür’at topçuları” birimi oluşturuldu. Bu birim çağdaş teknolojileri kullandı; ücretler göreli olarak yüksekti ve askeri disipline uyulurdu. Yeniçerilerin 1826 ayaklanmasında Topçu Ocağı Yeniçeri Ocağı’nın karşısında yer aldı ve yeniçerilerin yenilgiye uğratılmasında belirleyici bir rol oynadı.

TOP ARABACILARI OCAĞI

Top Arabacıları Ocağı’na önceleri yalnızca Acemi Ocağı’ndan adam alınırdı. Daha sonraları ocak arabacılarının çocukları ve diğer kişiler de istihdam edilmeye başlandı. Ocak arabacılarının sayısı 1686 yılında 3442’ye, 1817 yılında ise süvari ve piyasa olarak toplam 4149’a çıktı.

Top arabaları, marangoz, nalbant, saraç ve diğer mesleklerden ustalar tarafından top arabacıları imalathanelerinde üretilirdi. Top arabacıları arabaları yaparlar ve sonra bunların bir bölümü arabalarla birlikte sefere giderlerdi. Top arabası üretiminde çalışanlar, dar tanımla bile, işçi sınıfındandı.

HUMBARACI OCAĞI VE LAĞIMCI OCAĞI

Humbaracılar (içine patlayıcı madde yerleştirilmiş, demir veya tunçtan dökülmüş el bombaları üretenler), maddi ürün üretiminde bulunmakla birlikte aylıklı değildiler; tımar sahibiydiler. Humbaracılar kalelerde kalırdı ve tımarları da kalelerin yakınında olurdu. 300 dolayındaki tımarlı humbaracıdan sonra, 300 dolayında da aylıklı humbaracı alındı. Çocuk bırakmadan ölen tımarlı humbaracıların yerine de aylıklı humbaracılar istihdam edildi. Aylıklı humbaracılar teknolojik gelişmeye ayak uydurdular ve 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesinde görev aldılar.

Lağımcılar, kaleleri yıkmak için yağım yapan ve atan kişilerdi. Çoğunluğunun geçim kaynağı, sahip oldukları tımarları ve zeametleriydi. Lağımcılar teknolojik gelişmeye uyum gösterdiler. Yeniçeri Ocağı’nın yok edilişinde de topçular ve humbaracılarla birlikte tavır aldılar.

KAPIKULU SÜVARİLERİ

Kapıkulu süvarileri, kapıkullarının en itibarlı kesimiydi. Yeniçerilerden başarılı olanlar kapıkulu süvarisi yapılırdı. Süvarilerin çocukları da süvari olabilirdi. Daha sonraları ise Ocağa yabancılar da alındı. Kapıkulu süvarilerinin ücretleri, diğer kapıkullarınınkinden daha yüksekti.

Kapıkulu süvarilerinin sayısı 1453 yılında 8 bindi. 1568 yılında 11 bini aştı. 1609 yılında 21 bin iken, iniş çıkışlarla 26 bine yükseldi. 1711 yılındaki bir kayda göre 14 bin, 1713 yılında ise 22 bin süvari vardı.

Kapıkulu süvarilerinin önemli bir ücret dışı gelirleri vardı. Süvariler devlet adına vergi tahsil ederler ve “gulâmiye” adıyla bir komisyon alırlardı.

Kapıkulu süvarilerinin köleleri de vardı ve süvariler savaşa, yevmiyelerinin yüksekliğine göre, belirli sayıda köle veya diğer hizmet neferleriyle katılırlardı.

Kapıkulu süvarilerinin yevmiyeleri göreceli olarak yüksekti; ancak onlar da enflasyondan (akçe tağşişinden) etkilendiler. Aylık belgelerinin satılması ve ölenler adına aylık alınmaya devam edilmesi süvariler arasında da yaygınlaştı.

Kapıkulu süvarileri gelişen savaş teknolojisi karşısında işlevlerini, tüm önem ve itibarlarını yitirdiler. Yeniçerilerin yaşadığı süreci biraz daha geç olarak süvariler de yaşadı.

Kapıkulu süvarilerinin bilinen ilk ayaklanması, akçe tağşişine tepki olarak 1588 yılında oldu. İstekleri yerine getirildi. 1595 yılında ise ücretlerini tam olarak alamayınca ayaklandılar, fakat yeniçeriler bu ayaklanmayı bastırmada kullanıldı. Yeniçeriler, kapıkulu süvarilerinin başka isyanlarını da bastırdılar. Daha sonraları ise kapıkulu süvarileri ve yeniçeriler ortak isyanlar örgütlediler.

Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesinden sonra kapıkulu süvariliği de kaldırıldı.

SONUÇ

Kapıkullarının konumu ve sorunları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşamı boyunca önemli değişiklikler geçirdi. Bir dönem ise kapıkullarının bir bölümü (ürünleri piyasaya sürülmese bile) maddi ürün üretiminde doğrudan yer alan ücretliler olarak, daha büyük bir bölümü ise mülksüzleşmiş özgür ücretliler biçiminde, nesnel olarak Osmanlı işçi sınıfının bir parçasını oluşturdular. Bu dönemdeki diğer işçilerle ortak bir mücadele veya mücadele çabası bilinmemektedir. Mesleksel kısa vadeli çıkarların ön planda olmasına karşın, iç örgütlülükleri ve mücadele yöntem ve gelenekleri özel bir ilgiyi gerektirecek kadar ilginçtir. Bu konuda resmi tarih sorgulanmadan, farklı bir anlayışla konu yeniden incelenmeden ve tartışılmadan, işçi sınıfı tarihinin ilginç bir sayfası boş kalacağa benzemektedir.

Alıntı/Kaynak: https://www.haber2021.com/osmanli-isci-sinifinin-atalari-kapikullari