VE RUS DEVRİMLERİ OMUZ OMUZA
Geçtiğimiz ay insanlık tarihi açısından çok önemli ve içerisinde bulunduğumuz çağın niteliği bağlamında belirleyici bir olayın 100. Yıl dönümünü yaşadık. Yüzüncü yıl dönümünde arkada kalan tecrübeler ışığında değerlendirerek daha iyi anlamaya çalıştığımız bu olay Ekim Devrimi’dir. İnsanlığın sınıfsız toplum yolunda gerçekleştirdiği en büyük atılım olan Ekim Devrimi’ni Bolşeviklerin öncülüğüne ve Lenin’in liderliğine borçluyuz. Ayrıca bu devrimin, Türk Devrimi’yle ilişkileri incelendiğinde Türk devrimcileri olarak ayrıca bir borcun muhasebesini yapmak zorunluluğu duyuyoruz.
Türk Devrimi, geri kalmış bir Asya toplumunda imparatorluk mirasının örgütlenme birikimine yaslanarak ve 18. Yüzyıl Avrupasında gerçekleşen Fransız Devrimi’nin demokratik programına dayanarak yapılmıştır. Yeni Osmanlılarla başlayan, İttihatçılarla devam eden ve Kemalistlerle olgunlaşan bu devrimin programı demokratik ilkelere dayanmakla beraber ondan ciddi farklılıklar da arz eder.
Birinci farklılık devrimin gerçekleştiği yer ve zamandan kaynaklanır. Demokratik devrimi gecikmiş olan Asya toplumları, Batı’da yükselen kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle beraber iki yönlü bir mücadele vermek zorunda kalmıştır.
- Birincisi, emperyalizme karşı vatanlarını savunmak ve bağımsız olmak zorundadırlar. Bu, Avrupa’da gerçekleşen demokratik devrimlerin gündeminde değildi çünkü, böyle bir olgu yoktu.
- İkincisi, kendi içlerindeki feodal unsurlarla hesaplaşarak demokratik bir devlet ve toplum düzeni kurmaları, kapitalizmi inşa etmeleri gerekiyordu. Ancak bu kapitalizm yine daha önceki demokratik devrimler gibi tamamen serbest rekabete dayanamazdı. Geri bırakılmış olan bu Asya toplumları kolektif örgütlenme geleneklerine de dayanarak devletçi bir hızlı kalkınma modelini tercih etmek zorundalardı. Dolayısıyla Asya’da gerçekleşen devrimleri daha solda ve sosyalizme açık hareketler olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
İlk Etkileşim
Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyılda başlayan sömürgeleşme ve Batı’ya bağlanma döneminde ortaya çıkan Yeni Osmanlılar örgütü, Vatan ve Hürriyet sözcükleriyle özetlenebilecek demokratik devrimci bir programa sahipti. Türk Devrimi’nin iki yüz yıllık serüveni de onlarla başlar. Yeni Osmanlılar örgütünü kurdular. Yeni Osmanlılar, İttihatçıların ve Kemalistlerin atasıydı; ilk demokratik devrimimizi 1876 yılında başardılar. Fransız Devrimi’nden kuvvetle etkilenen bu program adım adım daha sol akımlara da yer açacaktır.
Yüzyılda Rusya’da gelişmekte olan halkçı (narodnik) hareketler, Osmanlı aydınlarını etkiledi. Tolstoy’un, Dostoyevski’nin, Gogol’ün romanları Osmanlı aydın çevrelerinde ilgiyle okunmaya başladı.
Bu dönemde yaşananlar sıkı bir ilişkinin değil, bir etkileşimin işaretlerini veriyor. Ayrıca 1. Meşrutiyet devriminin başarısız olmasının ardından gelen 2. Abdülhamit yönetimi döneminde bu etkileşimden dahi söz etmek mümkün olmayacaktır. Fakat, 1889 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasıyla birlikte özellikle Rusya’da Narodniklerin gerçekleştirdiği eylemler Türk devrimcilerinin dikkatini çekmektedir.
1905 yılında gerçekleşen Rus Demokratik Devrimi, Türk devrimcilerine umut vermiştir. Çünkü; dünya çapında despotizmin kalesi olarak bilinen Çarlık önce Japon yenilgisiyle sonra da devrimle sarsılmıştı. Rusya’nın artık bir parlamentosu vardı. Bu, Türkiye’deki hareketi de ateşleyecektir.
23 Temmuz 1908 günü yapılan Hürriyet Devrimi, 2. Meşrutiyeti beraberinde getirmişti. Anayasal düzen artık öncü bir örgütlü güce ve halk hareketine dayanıyordu. Programı aşağı yukarı Yeni Osmanlılarınkine benzer olan İttihat ve Terakki süreç içerisinde daha net bir biçimde milliyetçileşecek; halkçılık ve laiklik konusuna daha berrak yaklaşacaktır. Bulanıklığı gidermek ve hareketin ideolojisini belirlemek için çalışan aydınların çoğu Rusya’dan gelmişti. Üç Tarz-ı Siyaset makalesiyle Türk Milliyetçiliğini yegane seçenek olarak sunan ilerici aydın Yusuf Akçura bir Tatar aydınıydı. Rusya’da Ceditçi olarak anılan halkçı-milliyetçi aydınlardan biriydi. Yine İttihat ve Terakki kurucularından olan Hüseyinzade Ali Bey de Ceditçilerdendi.
Vatan Savaşı ve Devrimci Dönem
Birinci Dünya Savaşı’na dek Türkiye, devrimci ve karşı devrimci güçlerin savaşımlarına sahne olmuştu. Türk devrimcileri yani İttihatçılar, iktidarı tam anlamıyla ele geçirdiklerinde siyasi ve iktisadi programlarını uygulamaya vakit bulamamışlardı. Çünkü ülkemiz bir savaşın eşiğindeydi.
Dünya Savaşı, Bolşeviklerin önderi Lenin’in tarifiyle kapitalizmin en yüksek aşamasına ulaşmış emperyalist devletlerin bir paylaşım mücadelesiydi. Bu paylaşımın konusunu ise sömürgeler oluşturuyordu. Söz konusu sömürgelerin ise en başında Osmanlı Devleti geliyordu. Bu yüzden Lenin, emperyalist devletlerin paylaşım maksadıyla girdikleri bu savaşta, Osmanlı, İran ve Çin’in vatan savunması yaptıklarını belirtmiştir. [1]
Çanakkale Savaşı hiç kuşkusuz dünya savaşındaki en büyük başarımızdı. İstanbul nezdinde vatan savunması konusunda Türk askerinin yeteneklerini herkese kanıtladığımız bu savaşın ciddi bir sonucu olmuştu: İtilaf Devletlerinde ekonomik ve askeri gücüyle başı çeken İngiltere ve Fransa, Çarlık Rusya’ya yardıma gidememişti. Çarlık, ekonomik darboğazın askeri alana yansımalarını yaşamaya başlamıştı. Alman cephesinde ardı ardına gelen yenilgiler ve kitlesel açlık, halkı patlama noktasına getirmişti. 1917 Şubat Devrimi bu koşullarda gerçekleşti.
Genç Türklerin Ekim Devrimi’ne Bakışı
Genç Türkler yani İttihatçılar, Rusya’daki iç karışıklıkları çok yakından takip ediyordu. İttihatçı basın, büyük bir düşman ülkenin savaş dışı kalması anlamına gelebilecek bu olayı ümitle takip ederken patlayan Şubat Devrimi’ni sevinçle karşıladı. Ancak Rusya’da oluşan geçici hükümetin savaştan çekilme gibi bir politikasının olmadığı anlaşıldığında, Kerensky hakkında öfke dolu yazılar kaleme alındı. Lenin ve Bolşevikler hakkında ise sempatizanlık düzeyinde olumlu ifadeler kullanılıyordu. Bolşeviklerin “esaslı ve sağlam ihtilalciler” olduğu söyleniyor ve Lenin hakkında “şanlı ve etki sahibi bir şahsiyet” ifadeleri kullanılıyordu.[2]
Lenin’in ilhaksız ve tazminatsız barış ilkesi İttihatçıları kazanmıştı. Oluşan bu sempati, esas olarak bu ilkeye ilişkindi. Ayrıca, Lenin’in Ekim Devrimi’nin ardından Gizli Antlaşmaları açıklaması, Osmanlı ülkesi üzerindeki paylaşım planlarını ortaya çıkarması anlamına geliyordu. Bu paylaşım antlaşmalarını genç Sovyet Rusya’nın reddedişi ve İstanbul’un kesinlikle Türklerde kalması gerektiğini açıklamaları Türk devrimcilerinde vatan savunmasına ilişkin umutları yükseltmiştir. Sovyet Rusya’nın kurulmasıyla, doğuda yapılan Erzincan Ateşkesi ve ardından gerçekleştirilen Brest-Litovsk Barış Antlaşması Osmanlı Devleti açısından ciddi kazanımlarla doluydu. Sovyet Rusya sözünü tutmuş barışı, Lenin’in ilkesine göre yapmıştı.
Milli Mücadele Başlarken
Osmanlı Devleti’nin savaştan yenik çıkmasıyla başkent İstanbul işgal altına alınmıştı. Genç Türk kadrolarının başını çektiği yerel örgütler Anadolu’da İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı direnmeye başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda başarılı hizmetlerde bulunan Mustafa Kemal Paşa da Mondros Ateşkesi’nin ardından başkente gelmiş ve Anadolu’da milli bir merkez yaratmak için çalışmalara başlamıştı. O’nun hedefi, bağımsızlığın kazanılması ve Osmanlı sistemini yıkarak yeni bir milli devlet kurmaktı. Bolşeviklerle ilk temas da bu bağlamda İstanbul’da kuruldu. Sovyet Rusya adına İstanbul’a gönderilen Şalva Eliava, Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla temas kurarak Türkiye’nin ulusal bağımsızlığının yanında olduklarını bildirmiştir.[3]
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a geçerek mücadelenin merkezini Anadolu’ya taşıması Milli Mücadele açısından dönüm noktası olmuştur. Sovyet Rusya tam bu sırada Mustafa Kemal Paşa ile ilk yarı resmi görüşmeyi gerçekleştirmiştir. Albay Budiyeni yönetimindeki Sovyet heyetiyle Havza’da buluşan Mustafa Kemal, Sovyetlerden ilk defa askeri yardım sözünü almış ve iki tarafın birbirinin iç işlerine karışmaması ilkesi kararlaştırılmıştır.[4]
Bu süreçte Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir’e çektiği telgraf özel bir önem taşır; “Bolşevizmin anlayış ve ortaya çıkış şekli bir daha müzakare edilerek, bunun memleket için bir sakıncası olmayacağı düşünüldü.”[5]
Devrimin İki Merkezi
Erzurum ve Sivas’ta yapılan Kongrelerin ardından Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, mücadelenin öncü örgütü olarak inşasını tamamladı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasının ardından devrimci bir devlet yaratıldı. Artık iktidar odağı İstanbul’daki İngiliz işbirlikçisi hükümet değildi. Mustafa Kemal, bu mücadelenin başarıya ulaşması için doğuda bir dayanak noktası yaratmanın gerekliliğine inanıyordu. Ayrıca doğuda emperyalizme karşı savaşan Sovyet Devrimi onun doğal müttefikiydi. Sovyet dostluğu savaşın içerisinde gelişti.
Mustafa Kemal, meclisin açılmasından kısa bir süre sonra Moskova’ya Lenin’e bir mektup göndererek hem askeri yardım talep etmiş hem de diplomatik ilişkinin kurulmasını istemişti. Bu mektupta Mustafa Kemal, “Rus Bolşevikleriyle bütün çalışmalarımızı ve askeri harekatımızı birleştirmenin zorunluluğunu kabul etmekteyiz” demekteydi.[6] Sovyet Dış İşleri Bakanı Çiçerin, bu mektuba verdiği yanıtta iki ülke arasında dayanışmanın önemine vurgu yapıyor ve diplomatik ilişkilerin kurulması için ilk adımların atılması gerektiğinin altını çiziyordu. Mustafa Kemal’in görevlendirdiği bir Türk Heyeti Moskova’ya doğru yola çıkarken, Sovyet Heyeti de Türkiye’ye geliyordu. Devrimin iki merkezi birbirine omuz vermişti.
Ankara’da Milli Mücadele’nin yayın organı olarak çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi bu konuya ilişkin şu belirlemeyi yapıyordu: “Doğu İhtilali’nin bir merkezi Moskova, bir Merkezi Ankara’dır.”[7]
Hakimiyet-i Milliye devrimin yayın organı olarak Ankara’nın siyasetlerini de sütunlarına taşıyordu. Bu gazetenin bazı yazılarını Mustafa Kemal’in yazdığını diğer yazıları da kontrol ettiğini biliyoruz. Gazete özetle şu tespitleri yapıyordu:
Bu yazılardan çıkan sonuçların en önemlisi, Ankara Hükümeti’nin emperyalizm kavramıyla siyasi bağlamda da tanışmış olmasıdır. Yoksa cephelerde yıllardır çarpıştıkları güçler emperyalist güçlerdi, ancak artık onu bir sistem sorunu olarak bütüncül biçimde göreceklerdir. Bununla beraber emperyalizmi var eden kapitalist düzene düşman kesilmeleri de anlamlı ve bir o kadar da ileri bir tavırdır. Mustafa Kemal, Lenin’e yazdığı mektupta şunu söylüyor; “emperyalistlerin işlediği suçlar dünya emekçilerince kavrandığı gün burjuvazinin hakimiyeti son bulacaktır.”[8]
- En büyük düşman kapitalizm ve emperyalizmdir.
- Dünya sosyalizme doğru ilerliyor.
- Dünya kapitalistler ve mazlumlar olarak ikiye bölünmüştür.
- Dünya’nın bütün mazlum milletleri Bolşeviklerle birleşeceklerdir.
Kemalistler, dünyanın sola yani sosyalizme doğru gittiğini de tespit etmişlerdir. Ancak önlerinde duran görevin demokratik devrim olduğunu da pekala biliyorlardı. Bu açıdan her toplumun önündeki sorunu çözmesi gerektiği gerçeğinin de altını çiziyorlardı. Tüm bunlara ek olarak dünyanın ezen-ezilen çelişkisi bağlamında iki kampa ayrıldığını görmeleri de Türk Devrimi’nin mazlumlar dünyasının önünü açacak bir gelişme olduğunu kavramalarını sağlamıştır. Kemalistlerin doğu dünyası için bir model yaratma motivasyonu yükselmiştir.
Halkçılık Programı ve 1921 Anayasası
B.M.M açılmış ve savaş düzenine girmişti ancak bu savaşın siyasal hedeflerini içeren bir programdan hala yoksundu.Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ve B.M.M’nin programı Mustafa Kemal tarafından 13 Eylül 1920 tarihinde meclise sunuldu ve meclis tarafından kabul edildi. Program, Ekim Devrimi’nin etkilerini açıkça taşıyordu.İlk maddesiyle emperyalizme ve uluslararası kapitalizme savaş açılıyordu.B.M.M’nin karar haline getirdiği bu program Ankara Hükümeti’nin düşmanını resmen tanıyordu.
Halkçılık Porgramı, zaferden sonra izlenecek ekonomik siyasetin de özel kar dürtüleriyle yönlendirilemeyeceğini, halkın çıkarlarının dikkate alınacağını söyleyerek kamu ağırlıklı bir ekonominin de işaretlerini veriyordu.
Meclis, ülkede hala geçerli olan 1909 Anayasası'nın yerine yeni bir anayasa hazırlamayı da önüne görev olarak koydu. 1921 Anayasası olarak kabul edilen bu metinde konumuzla ilgili olan kısım idari düzenlemelerdir. Mustafa Kemal, ülkenin sovyetik bir idare sistemiyle yönetilmesi gerektiğini belirttiği anayasada Sovyet kelimesi yerine “Şuralar İdaresi” tanımını kullanıyor ve bunun “hakiki halk idaresi” olduğunun altını çiziyordu. Zaferden sonra Türkiye’de böyle bir sistem kurulmamıştır. Bunun sebebi ülkemizin demokratik devrimini henüz tamamlayamamış olmasıdır. Yerel şuralara verilecek yetkilerin feodal unsurlar tarafından gasbedileceğini gören Kemalistler bundan vazgeçerek merkeziyetçi bir yönetim anlayışını yeğlediler.
Siyasi ve Askeri İlişkiler Gelişiyor
İki devrimin önderleri olan Lenin ve Mustafa Kemal’in samimi ifadelerle mektuplaşmaları ilişkileri geliştirmişti. Sovyetler ciddi miktarda tüfek, fişek, top ve top mermisi yüklü yardımları göndermeye başlamıştı.Ayrıca yüzbinlerce altın rublelik para yardımları da geliyordu. Moskova’da yeni Türkiye’nin, Ankara’da da genç Sovyet Rusya’nın diplomatik misyonları bulunuyordu.
Devrimci Türkiye ile devrimci Rusya arasında yer alan İngiliz işbirlikçisi Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan yönetimleri de her iki devletin işbirliğiyle devrilmişti. Kafkas Seddi olarak adlandırılan bu yapıların yıkılmasıyla milli ordu ve Kızıl Ordu el sıkışmış oluyordu. Her iki devrimin güvenliği açısından elzem olan bu harekat başarıyla tamamlanmıştı. Türkiye, daha önce kaybettiği Kars, Ardahan, Artvin ve Iğdır’ı topraklarına katmıştı. Rusya ise Batum’u sınırlarına dahil ediyordu.
1921 yılında Moskova’da imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’yla ilişkiler çok önemli bir boyut kazanmıştı. T.B.M.M, ilk defa büyük bir devlet tarafından tanınmış oluyordu. Misak-ı Milli, Sovyetler tarafından resmen tanınıyordu. Sovyet Rusya ise güney kanadında güvenilir bir müttefik kazanıyordu. Kafkasya’da yeni kurulan Sovyet Cumhuriyetleri’yle de Kars Antlaşması imzalanıyor, Ukrayna’dan Ankara’ya gelen Kızıl Ordu komutanı ve Ukrayna temsilcisi General Frunze ile Ukrayna-Türkiye Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması yapılıyordu.
Yeni Türkiye ve Sovyet Rusya arasındaki ilişkiler Milli Mücadelemizin savaş boyutunda bir silah arkadaşlığı görünümü arz etmiştir. Bu iki ülke arasında yaşanan bir ilktir. Kurtuluş Savaşı’nı zafere götürecek planları Mustafa Kemal, Sovyet elçisi Aralov’a açmaktan çekinmemiştir. Daha sonra 1928 yılında Taksim’e yapılan Cumhuriyet Anıtı’na Aralov da konulmuştur. Büyük Tarruz sırasında cepheyi gözlemleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın hemen arkasında bir Sovyet subayının bulunması da önemli bir ayrıntıdır. [9]
Kurulan İlişkilerin İdeolojik Niteliği
Her iki devrimin kendi özgün şartlarının ürünü olduğu ve önündeki sorunları çözme iradesi bulunduğu hem Mustafa Kemal, hem de Lenin tarafından kabul edilmişti. Rusya ve Türkiye birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklardı. Özellikle Ankara hükümeti bu noktada oldukça titiz davranmıştır. Mustafa Kemal, Türkiye’de komünist hareketlerin kurulup gelişmesine sıcak bakmamış hatta böyle bir gelişme yaşanmasın diye tedbirler almıştı. Çünkü bir ülkede devrimin iki merkezi olmazdı. Çerkez Ethem ve arkadaşlarının Yeşil Ordu adlı girişimine karşı silaha başvurması bu açıdan oldukça önemlidir. Komünistlerin Ankara dışında bir merkez yaratmaması için Mustafa Kemal’in girişimiyle resmi bir komünist parti bile kurulmuştu.
Bütün bu gelişmelerin yanında Mustafa Kemal, Sovyet Rusya ile iyi ilişkiler içerisinde olmanın önemini kavramıştı. İki devrim esas olarak birbirine yaslanarak yükselmiştir. Atatürk’ün cumhuriyet döneminde de izlediği dış poitikanın esası Sovyet dostluğu olmuştur. Ölümünden sonra bu politikanın sürdürülmesini tavsiye etmiştir.
Türk ve Rus Devrimlerinin birbiriyle ilişki içerisinde gelişmesi kadar önemli olan bir konu da aralarındaki ideolojik ilişkidir. Rus halkçılığı gibi Ekim Devrimi’nin yaydığı düşünceler de Türk Devrimi’ni etkilemiştir.
Türk Devrimi açısından en önemli etkileşim noktaları şunlar olmuştur:
Emperyalizm karşıtlığı gelişmiştir.
Asyalı kimliği benimsenmiştir. Yeni Türkiye, bazılarının iddia ettiklerinin aksine kendisini batıda değil doğuda mazlumlar dünyasının öncüsü olarak tanımlamıştır.
Arasız Devrimler tanımı, Mustafa Kemal tarafından, devrimin sürdürülmesi gerektiğine ilişkin bir siyasal hedef olarak hem 6 Ok’un hem de 1937 Anayasa’sının içine “devrimcilik” olarak yerleştirilmiştir. Lenin’in kesintisiz devrim tanımlamasının Türkçeleştirilmiş halidir.
Aşamalı devrim teorisi de her toplumun kendi önünde duran sorunları çözerek ilerleyeceğine ilişkindir. Merdivenler basamak basamak çıkılmalıdır. Yere, zamana ve koşullara en uygun hamleleri yapmak devrimciliğin gereğidir.
Halkçılık-devletçilik ilkeleri, 6 Ok içerisinde bariz bir biçimde sosyalizmden ve Ekim Devrimi’nden etkilenerek Türkiye’nin koşullarına uygun biçimde geliştirilerek belirlenmiştir. Türk Devrimcileri kendilerini halkçı olarak tanımladılar. Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e kadar devrimin liderleri devlet sosyalizmi vurguları yaptılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomisi devletçiliğe ve planlı ekonomiye dayanıyordu. 30’lu yıllarda yapılan planlamalar Sovyet uzmanlarından yardım alınarak yapılmıştır. Kurulan kamu iktisadi teşekküllerinin de pek çoğu Sovyet desteğiyle inşa edilmiştir. Sovyet dostluğu politikasını Kurtuluş Savaşı sırasında yapılan bir oportünizme indirgemek isteyenlere, zaferden sonra cumhuriyet döneminde yapılan bu işbirliği örnekleri çok önemli birer cevaptır.
Atatürk’ün Çağdaş Uygarlık Hedefi
Türk-Sovyet ilişkilerinin Milli Mücadelenin zaferle tamamlanmasının ardından güçlenerek sürdürüldüğünü belirtmiştik. İdeolojik etkinin boyutları cumhuriyet devrimleri gerçekleştirilirken de artarak devam etmiştir. Atatürk’ün devrimin hedefi olarak belirlediği çağdaş uygarlık düzeyi herkes tarafından farklı biçimde tanımlanmaktadır. Bu tanımı, Batıcılıkla tarif edenler çoktur. Ancak Atatürk’ün yaptığı işlerden Batıcılık çıkarmak da bir o kadar zordur. Keza, devrimin önderi Kemalizm’i “Türk Devriminin yaptığı işler” olarak tanımlıyordu. O’nu anlamak için pratiğine bakmamız gerekiyor.
Cumhuriyet Devrimlerinin hedefi açıkça feodalizmin tasfiyesi ve siyasal alanda bir halk yönetiminin kurulması, toplumsal alanda aydınlanma değerlerinin hayata geçirilmesi, ekonomik anlamda ise kamu ağırlıklı bir modelle hızlı kalkınma idi. Atatürk, devrimin olduğu yerde kalmayacağını gördüğü için bir gün bu hedeflerin de eskiyeceğini ortaya koymuş ve Türk Devrimcilerine çağdaş uygarlığı yakalama hedefi koymuştu. Çağdaş uygarlığı ise Atatürk’ün bazı konuşmalarından sınıfsız toplum olarak anlamak mümkündür. Sınıfların ve sınırların kalktığı bir işbirliği ve uyum dünyasına işaret eden Atatürk dünyanın sola doğru gittiğini biliyor ve insanlığın uzak dönemli özlemlerine atıf yapıyordu.
Önemli Kemalistlerden ve Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Yakup Kadri, “Atatürk’te gerçekten sosyalist bir görüş vardı. O, sınıfsız bir toplum düzenine ulaşmak istiyordı. Sınıfsız toplum tabi ki sosyalist bir idealdir.” [1]
Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından Mahmut Esat Bozkurt’un Ekim Devrimi değerlendirmesi de hayli önemlidir. Bozkurt, devrimi şöyle açıklıyor: “Halk bakımından eski rejimle kıyaslanmayacak kadar ekonomik bir yenilik, proleterlik bakımından iyiliğe doğru bir yenilik”tir.
Kemalist Devrimin ders kitaplarında da Ekim Devrimi çok olumlu ifadelerle anılıyor. Kurtuluş Savaşı’nın silah arkadaşlığı cumhuriyet döneminde kader ortaklığı olarak sürdürülmüştür. Her iki devrimin geri dönüş sürecinin başlama tarihi dikkate alınırsa bu kader ortaklığı daha net biçimde görülecektir.
Kemalist Devrim’in duraklamaya başladığı 1940’lı yıllar Sovyet dostluğundan da vazgeçildiği bir dönemdir. Atatürk’ün dış politika mirası reddedilmiş 50’li yıllarda Türkiye kendisini Atlantik kampında bulmuştur. Sovyet Rusya ise 1956’da Stalin’in ölümünden sonra sosyalizmden geri dönüş sürecine girmiştir. Her iki ülke birbirinden vazgeçmeye başladığında devriminden vazgeçmiş oldu. Ancak günümüzde birbirine yakınlaşan Türkiye ve Rusya Federasyonu eski silah arkadaşlığını hatırlayarak dostluk politikasının bir zorunluluk olduğunu günümüz şartlarında yeniden kavramışlardır. İki ülkenin dostluğu emperyalizme karşı mücadelede Asya halklarına başarı kapısını açacak bir anahtar görevi görecektir. Biz Türk devrimcileri açısından bağımsızlık ve çağdaş uygarlığa ulaşma hedefi güncelliğini koruduğuna göre Rusya dostluğunun önemi de yakıcı bir ihtiyaç olarak ortaya konulmaktadır.
—
“Tekamülün gayesi insanları birbirine benzetmektir; dünya birliğe doğru yürümektedir; insanlar arasında sınıf, derece, ahlak, elbise, dil, ölçü farkı git gide azalmaktadır. Tarih, yaşama kavgasının din, ırk, hars, terbiye yabancıları arasında olduğunu gösterir. Birliğe doğru yürüyüş sulhe doğru da yürüyüş demektir.”
-Gazi Mustafa Kemal Atatürk
KAYNAKÇA
- Doğu Perinçek, Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları, Kaynak Yayınları
- Doğu Perinçek, Lenin Stalin Mao’nun Türkiye Yazıları, Kaynak Yayınları
- Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi, Kaynak Yayınları
- Komüntern Belgelerinde Türkiye, Kaynak Yayınları
- Rem Kazancıyan, Bolşevik-Kemalist-İttihatçı İlişkileri, Kaynak Yayınları
- Yavuz Aslan, Mustafa Kemal-Frunze Görüşmeleri, Kaynak Yayınları
- Sadi Borak (der.) Atatürk’ün Özel Mektupları, Kaynak Yayınları
- Dimitır Vandov, Atatürk Dönemi Türk-Sovyet İlişkileri, Kaynak Yayınları
- Teori Dergisi, 334. Sayı, Kasım 2017
- Bilim ve Ütopya Dergisi, 281. Sayı, Kasım 2017
DİPNOTLAR
[1] Perinçek Doğu, Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş 2. Basım, syf.108
[1] Perinçek Doğu, Lenin Stalin Mao’nun Türkiye Yazıları, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş 4. Basım, syf. 40
[2] Kars H. Zafer, İttihat ve Terakki’nin Yayın Organında Bolşevik Devrimi, Teori Dergisi, sayı 334, syf. 13
[3] Vandov Dimitır, Atatürk Dönemi Türk-Sovyet İlişkileri, Kaynak Yayınları, 1. Basım, syf. 45
[4] Vandov Dimitır, Atatürk Dönemi Türk-Sovyet İlişkileri, Kaynak Yayınları, 1. Basım, syf. 47
[5] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, c3, syf. 114
[6] Borak Sadi (der.), Atatürk’ün Özel Mektupları, Kaynak Yayınları, 4.Basım, syf.166
[7] Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi, Kaynak Yayınları, 1. Basım, syf 113
[8] Borak Sadi (der.), Atatürk’ün Özel Mektupları, Kaynak Yayınları, 4.Basım, syf.167
[9] Perinçek Doğu, Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş 2. Basım, syf.101
[1] Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi, Kaynak Yayınları, 1.Basım, syf. 90
Alıntı/Kaynak: