20200430
🎥🇹🇷 Türk Sineması: "Kumarbazın İntikamı"
''Yeşilçam tarihinden, kumar aleminin piri iken tövbekar olup camiye kapanan Gani Dede gibi ilginç bir tiplemeyi de barındıran poker-barbut destanı: "Kumarbazın İntikamı" (Aram Gülyüz, 1966) Turgut Özatay'ın Rus ruleti oynarken Ayhan Işık'a kalleşlik yaptığı sahne de unutulmaz.''
Tunca Arslan @TuncaArslan
Amerikalılar Rambo'ya ilham kaynağı olan kahraman 🇹🇷Mehmetçi ile Kore'de tanıştı: Hacı ALTINER
Amerika'da Kahraman Olarak Şehir Şehir Dolaştırılan Tek Türk Askeri; Hacı ALTINER
KORE savaşında Kunuri bölgesinde düşmanla karşı karşıya kalan 🇹🇷Türk alayı iki gün olağanüstü savaşır. ABD ordusu ilk defa böyle savaşan bir askerle karşılaşmaktadır. Türk askeri yaptığının farkında değildir. Aslında iki gün akıllara durgunluk verecek bir direniş gösteren Mehmetçik ABD ikinci kolordusunun imha edilmesini önlemiştir.
Ama burada bir Mehmetçik vardır ki ona ayrı bir sayfa açmak gereği duyuyoruz. Kars ilinden Hacı Altıner. Hacı Altıner Kore savaşlarına Kunuri Muharebelerine damgasını vuracaktır. H.Altıner 14 yerinden yaralanmıştır. Arkadaşlarına rica eder bana bir ağır makineli ve bir sandık mermi fişeği bırakın ve çekilin. Ben nasıl olsa bu yaralardan kurtulamam. Düşmanı şu boğazda oyalar sizin çekilmenizi sağlarım. Çaresiz arkadaşları da dediğini yapar.
Hacı Altıner makineli tüfeğinin başına geçer, yüzükoyun yere yatarak düşmanı beklemeye başlar. Düşmanı gördüğünde tetiğe basar. Tetiğe basmasıyla amansız bir vuruşma başlar. Karşısında düşman birlikleri ve onlara karşı Kars elinden Hacı Altıner adlı Türk yiğidi. Üstelik vücudunda otuzu aşkın kurşun ve şarapnel yarası bulunmaktadır. Her yanından kan akıyor. Saatler boyu vuruşur H. Altıner. Mermisi bitmiş hava kararmıştır. Düşman da ateş etmeyi kesmiştir. Yaralı Hacı Altıner makineli tüfeğin kayışını boynuna dolar. Gün açmıştır. Silah seslerini de artık işitmemektedir. Etrafını kolaçan eder kimsecikler yoktur. Biraz daha sürünür bir yola ulaşmıştır. Artık takati tükenmiştir. Yorgun bedeni daha fazla direnemez gözleri kapanır. Şimdi o derin bir uykuya dalmıştır.
Bir ABD konvoyu yol üstünde yatan Hacı Altıner’i bulur. Bu bir müttefik askerdir. Makineli tüfeği boynuna öyle bir dolamıştır ki, kayışını öyle sıkı kavramıştır ki… Çaresiz makineli tüfeğiyle en yakın sahra hasta hanesine nakledilir. ABD li doktorlar saatlerce uğraşarak vücudunda ki bütün mermileri çıkarırlar. Olağanüstü bir olaydır bu ABD askeri için. Bir insan buna nasıl direnir? Nasıl bir inanç bunu başarabilir? Hacı Altıner iyileşir ve göğsü ABD tarafından madalyalarla donatılır. ABD şehirlerinde dolaştırılarak ahaliye olağanüstü kahraman olarak takdim edilir.
Hacı Altıner kahramanlarımızdan sadece birisi.
- Kaynak1:Rauf Denktaş'ın hatıraları-8 mayıs 1964
- Kaynak2:İsmail RAGIP(Alıntı)
- Kaynak3:Albay Ali DENİZLİ (Kore savaşındaki Kunuri Kahramanları)
- Kaynak4:JHON KELİHER, tuwenty-fifty infantry difision: tropic lightning korea
20200429
🎞 İzmir’de yaşayan ABD’li kadından Kovid-19 tespitleri! ''Türkiye’de her şey var''
28 Nis 2020 18:11
İzmir'de yaşayan ABD vatandaşı Chelsea Elizabeth, Türkiye'nin koronavirüs salgını ile mücadelesini sosyal medya hesabından yorumladı. Alsancak'ta yaptığı alışverişi kayda alan Elizabeth, "Amerika'daki ailem ve dostlarım boş market fotoğraflarını atıyor bana. Türkiye'de ise gördüğünüz gibi her şey var. Hatta çalışanlar özel siperlikli maske takıyor. Bunu bulamayan ülkelerin olduğunu duydum' diye konuştu.
https://eksiup.com/v/412758771 İNGİLİZCE / TÜRKÇE ALTYAZILI
🎞 İngilizler ve Mezopotamya petrolleri
Prof Dr. Emin Gürses: İngilizler bizim için Mezopotamya petrolleri hayatidir diyorlardı, şimdi hala onun için savaşıyorlar. pic.twitter.com/cP5DYeoBoT— Ulusal Kanal (@ulusalkanal) April 29, 2020
Biyoteknoloji - MIT'de çalışan Türk profesörden çığır açan buluş
MIT'de çalışan Türk profesörden
çığır açan buluş
- ShiftDelete.Net
MIT‘dex görev yapan araştırmacılar ve Türk profesör Canan Dağdeviren, kişinin hayati belirtilerini izlemek için kıyafetlere işlenmiş sensörler geliştirdi. Henüz prototip aşamasında olan bu esnek sensör buluşu ile ilk adımda hastaları, sporcuları ve astronotları takip edecek.
Birkaç ekipten oluşan araştırmacılar, elektronik sensörleri esnek kumaşlara dahil etmenin yöntemini buldu. Bu yöntem ile sıcaklık, solunum ve kalp atış hızı gibi hayati belirtileri izlemek için kullanılabilecek gömlekler veya diğer giysiler geliştirmesine olanak sağlamış oldular. Makinede yıkanabilir olan bu sensör işlenmiş giysiler, onları giyen kişinin vücuduna yakın olacak şekilde biçimleniyor. Araştırmacılar, bu tür algılamanın evde veya hastanede hasta olan insanları izlemek için kullanılabileceğini de belirtiyor.
Araştırmacı ekipler arasında bulunan LG Elektronik Medya Geliştirme ve Yardımcı MIT Profesörü Canan Dagdeviren bu proje için: “Her gün kullandığımız giysilere ticari olarak temin edilebilen elektronik parçalara veya özel laboratuvar yapımı elektroniklere ulaşabiliriz. Böylelikle kişinin vücutlarından sıcaklık, solunum hızı ve benzeri gibi bazı fiziksel verilere ihtiyaç duyan herkes için giysiler yapabiliriz.” açıklamasını yaptı.
Sensörlerin özelliklerine geçecek olursak, kendileri uzun ve esnek şeritler yani epoksi ile kaplanmış ve sonrasında da kumaştaki dar kanallara işlenmiş şekildedir. Kanallar, sensörlerin cildin ortaya çıkmasına izin veren küçük açıklıklara sahiptir. Bu çalışma ile birlikte araştırmacılar, 30 adet sıcaklık sensörü ile birlikte kullanıcının hareketini, kalp atış hızını ve solunum hızını ölçebilen bir ivmeölçer içeren bir prototip tasarladılar. Dışarıdan bakıldığında gayet normal bir tişört gibi görünen bu kıyafet, vücudu sıkıştırarak sensörlerin aktif kısımlarını cilde temas ettiriyor. Böylelikle giysi içerisinde toplanan veriler kablosuz olarak bir akıllı telefona rahatlıkla aktarılabiliyor.
Alıntı/Kaynak: https://shiftdelete.net/mit-calisan-turk-profesor-canan-dagdeviren-bulus?utm_referrer=https%3A%2F%2Fzen.yandex.com&utm_campaign=dbr
Kronik, Lokal Beyiniçi İlaç Dağıtımı için
Minyatürize Sinir Sistemi (MiNDS)
Alıntı/Kaynak: https://www.media.mit.edu/projects/miniaturized-neural-system-for-chronic-local-intracerebral-drug-delivery/overview/
20200428
🎥🗣💬 'Ya İstiklal Ya Ölüm'ün senaristi: ''Yazarken gözlerim doldu''
Ya İstiklal Ya Ölüm'ün senaristi: Yazarken gözlerim doldu
27 Nisan 16:13
Altı hafta geçip gidiverdi, Ya İstiklal Ya Ölüm dizisinin tadı damağımızda kaldı. Dizinin senaristi Funda Çetin’i merak ettik. Acaba hangi duygularla yazmıştı da bu kadar etkilemişti bizi?
TRT ekranlarına 16 Mart’ta gelen Ya İstiklal Ya Ölüm dizisi, 23 Nisan’ın 100. yıldönümüne yaraşır bir kutlama yaşattı izleyiciye. Dizinin senaristi Funda Çetin, 13 yıldır başarılı işlere imza atmış, işin ustası bir yazar. Çetin’le tamamı gerçek olaylara ve gerçek kişilere dayalı bu sıradışı dizinin yazım sürecini ve sonuçlarını konuştuk. Dizi için ‘Reyting olarak değil, ama kalbimin birincisi’ dedi.
HUKUKTAN YARARLANMIŞ BİR YAZAR
Sizi tanıyalım…
Devlet memuru anne babamın tayinleri nedeniyle, çocukluğumda farklı şehirleri, kültürleri tanıma şansı buldum. Ege Üniversitesi’nde bir yıl fizik eğitimi aldıktan sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimimi tamamladım. Öğrencilik yıllarımda ansiklopedik madde yazarlığından haber ajansı muhabirliğine, animatörlükten tekstil desinatörlüğüne kadar farklı pek çok alanda çalıştım. İstanbul’un kültür ve insan mozaiğiyle haşır neşir oldum, şiirlerim ve öykülerim edebiyat dergilerinde yayınlandı. Bu birikimlerin bir gün atılacağım senaristlik mesleğimde yararlı olacağını o zamanlar bilmiyordum tabi ki.
Aslen hukukçusunuz, hatta basından 17 yıl avukatlık yaptığınızı okuduk. Sonra yazarlık-senaristlik işine girip neredeyse daha ilk işinizden itibaren çok da başarılı olmuşsunuz. Hukuk ile senaryo yazarlığının ortak noktası nedir? Adliye koridorları ve kalın hukuk kitapları size nasıl bir yol açtı?
Çok naziksiniz, teşekkür ederim ama ilk işimden itibaren çok başarılı olduğum değil, giderek yükselen bir başarı grafiği çizdiğim söylenebilir. Bana göre iyi bir hukukçuluk ile iyi bir senaryo yazarlığı arasındaki ortak nokta, her ikisinin de sabır, güçlü hafıza ve konsantrasyon, kıvrak bir zeka kadar, analitik düşünme yetisini de gerektirmesidir. Bu anlamda kendimi şanslı buluyorum. Çünkü bugün isimleri efsane gibi anılan hukuk duayenlerinden çok iyi bir eğitim aldım ve bunun faydasını senaryo yazarlığı yaparken ziyadesiyle gördüm. Tabi hukuki konularda bir sahne yazarken hiç zorlanmamam ve danışma ihtiyacı hissetmemem de cabası oldu. Düşündükçe ortak başka noktalar da geliyor aklıma. Mesela her davanın, her sinema veya dizi filmi gibi bir genel öyküsü vardır. Avukat da senarist de önce öyküye hakim olur, sonra kademe kademe bunu işler. Avukat davayı kazanmak, senarist yüksek reytingi yakalamak için mücadele eder. Bunun için de neyi nasıl anlattıkları çok önemlidir. İyi kurgulanmış, dili iyi ve ilk satırdan itibaren dikkati üzerinde toplayan senaryo bir senarist için, böyle bir dava/cevap dilekçesi de bir avukat için başarının anahtarıdır. Keza avukatlık yaparken, toplumun her kesiminden insan tanıyıp gözlemlediğim gibi, bir konuya çok farklı açılardan bakabilmeyi de öğrendim. Demek istediğim, hukuk eğitimimin ve avukatlık mesleğimin, senaryo yazarlığında bana büyük faydası oldu.
Tarih merakınız var mı? Tarih ve aşk romanı denilince, hangisini okumayı ve hangisini yazmayı tercih edersiniz?
Evet, tarihe ilgim var, bu konuda araştırmayı, okumayı çok seviyorum. Bir okur ve izleyici olarak, tarih ve aşk romanı veya filmi söz konusuysa, tercihimi tarihten yana kullanıyorum. Ama bir yazar olarak büyük bir ayırımım yok. Komedi, dram, tarih gibi farklı tür ve temalarda yazmak güzel. Dönem işleri tabi bir başka heyecanlandırıyor beni. Çünkü gerçek yaşanmışlıklara dayanmasının samimiyeti bir yana, o dönemi araştırıp hakim olma fırsatı da veriyor.
Senaryo yazmak, roman-öykü yazarlığından farklı ya da benzer midir? Hani edebiyatta “Yazarın kendinden izler vardır” denir ya, senaryo yazarlığı için de geçerli mi bu tez?
Senaryo bir edebiyat türü sayılabilir ama roman ve hikaye yazmaktan epeyi farklı. Edebiyat eserlerinin malzemesi sözcüklerdir. Edebiyatçının hikayesi, duyguları, görüşleri sözcükler aracılığıyla okuyucuyla; senaristinkiler ise ekrandaki veya beyaz perdedeki görüntüler aracılığıyla izleyiciyle buluşur. Edebiyatçı kendisi veya karakterleri ağzından hikayeyi, karakterlerin duygularını, görünüşlerini, amaçlarını, açmazlarını anlatırken; senaryo yazarı, kahramanlarının hareketleriyle, yaptıklarıyla, aldıkları kararlarla, söyledikleri ya da söylemedikleri şeylerle öyküyü göstermelerini sağlar. Yani edebi eserdeki sözcükler tv ekranı veya beyaz perdede görüntüye dönüşür. Kullanılan dilden, tekniğine, eserin süresine, anlatım yolundan karakter sayısına kadar pek çok farklılıkları vardır. Öte yandan edebiyatçı yazarken daha özgür ve yazdığı eserin başkaları tarafından değiştirilmemesi açısından daha şanslı kanımca. Senarist olarak, eserlerimizin rızamız, iznimiz veya onayımız olmadan değiştirilmesine veya birileri tarafından gasp edilip kendine mal edilmeye çalışılmasına tanık olabiliyoruz. Maalesef fikir emeği hırsızlığı ve gaspı rastlanan bir şey ve sektörün geleceği açısından umut kırıcı. Diğer sorunuza gelince, edebiyatta olduğu gibi, senaryoda da yazarın kendinden izler zaman zaman olabiliyor. Yaşadığımız tecrübeler, karşılaştığımız insanlar, zaman zaman bir şekilde hikayenin bir yerinde kendini gösterebiliyor. Başka bir deyişle, yazarken tecrübelerimizden de referans alabiliyoruz.
Ya İstikal Ya Ölüm dizisi ilk dönem diziniz mi? Size senaristliği teklif edildiğinde (ya da işe başlarken diyebiliriz) hiç tereddüt ettiniz mi? Sizin için yeni bir proje miydi? Ne bakımdan yeni ya da ne bakımdan diğerleriyle eşdeğerdi?
İlk yazdığım dönem dizisi, 2012 yılında dördüncü bölümde dahil olduğum Veda dizisiydi. Hikaye İstanbul’un işgaliyle başlıyordu. Dolayısıyla derinlemesine olmasa da o döneme dair tarih okumalarım olmuştu. Daha sonra iki dönem dizisi daha yazdım, Fatih ve Seddülbahir 32 Saat. Bir de Bosna Savaşı’na dair bir dramı anlattığım Annemin Yarası adıyla vizyona giren bir sinema filmi. TRT‘den İstanbul’un resmi işgaliyle başlayıp Ankara’da Meclisin açılmasıyla sonlanacak 6 bölümlük bir dizi yazma teklifi aldığımda heyecanlandım. Çok özel bir süreç olduğu gibi, 100. yılına denk gelmesi de çok anlamlıydı. Tabi ufak bir tereddüdüm de oldu. Zaman çok sınırlıydı ve kısa sürede tarihsel hata yapmadan iyi bir eser ortaya koymam, yetiştirmem gerekiyordu.
Pek çok TV dizisi daha çok aşk ve aile ilişkilerini ele alır. Hatta Muhteşem Yüzyıl gibi ses getiren dönem dizilerinde de merkezde bireyleri ve kişisel rekabetleri, husumetler işlendi. Konu olan, merak ettirilen hırslar, özlemler, yenilgiler hep kişiseldi… Ya İstiklal Ya Ölüm dizisinde toplum ve ülke boyutu var. Yazarken zorluk yaşadınız mı?
Haklısınız, o anlamda Ya İstiklal Ya Ölüm diğerlerinden epeyi farklı bir proje oldu. Başka türlü yazamazdım, yazmazdım daha doğrusu. Dizide adı geçen bütün karakterler gerçek kişiler. Kimi biliniyor, kimileriyse tarihin tozları içinde unutulmuş, kaybolmuş. Ama onların soyları yaşıyor. Prensip olarak, etik ve vicdani olarak, gerçeklere ve gerçek kişilerin anılarına saygısızlık edebilmem, çarpıtmam, “esinlenilmiştir” demem mümkün olamazdı. Yazarken yaşadığım zorluklar elbette oldu. Her bir günü İstanbul ve Ankara’daki dizi kahramanlarım ve siyasal gelişmeler açısından olaylarla dolu geçen 45 günlük bir süreci altı bölümde anlatabilmek hiç kolay değildi. Elimdeki malzemenin en azından üçte birini kullanamadım bile. Ya da çok hızlı anlatıp geçmek zorunda kaldım. Öte yandan hem gerçeklere sadık kalıp hem ayrıştırıcı değil bütünleştirici bir dil kullanmaya özen gösterdim. Yeri gelmişken, ilk andan son ana kadar bana güvenen, hür ve huzur içinde çalışmamı temin eden TRT yetkililerine ve yapımcılarımıza da teşekkürü borç bildiğimi söylemek isteri.
Diziyi yazarken gerçek ama gerçeküstü bir iş çıkartmanız gerekti. Diyalogları yazarken hayal gücünüzü sınırlı hissetiğiniz oldu mu? Kendinize nasıl bir sınır koydunuz?
Hayal gücümü sınırlı hissetmek değil de hayal gücümü diğer projelere göre daha fazla zorlamam gerekti. Her bir karakteri bulabildiğim bütün kaynaklardan araştırıp, tahlil ettikten sonra, onları konuştururken kendilerine özgü doğru dili, ifade tarzını bulmaya çalıştım. Karakterlerin veya onları tanıyanların anılarından da yararlandım. Dolayısıyla oyuncu arkadaşların da samimi ve özverili gayretleriyle, olabildiğince gerçeğe yakın bir canlandırma yapmayı başarabildiğimizi düşünüyorum.
BENİM AÇIMDAN MUCİZEYDİ
Dizinin yazımına ne zaman başladınız, ne kadar zaman harcadınız? Her haftanın taslağı, en başından belli miydi?
Teklif bana Ekim başında geldi. Gece gündüz, doğru dürüst uyumadan, hummalı bir şekilde tarih araştırması yaptım. Döneme ait pek çok kitabım vardı ama yazarlarının subjektif bakış açısına göre olayların yorumları değişebiliyordu veya bazı hususlar eksikti. Bu nedenle sayısız doktora tezi ve döneme dair belgeler ve anıları da inceledim, karşılaştırdım, sağlamalarını yaparak önce gün gün dönemin kronolojisini doğru bir şekilde çıkardım. Bu zor süreçte asistanım Leman da benimle beraber fedakarca çalıştı. Sonra karakterlerin hikayelerini kronolojik olarak altı bölüme paylaştırdım. Kasımın ilk haftasında altı bölümün hikayesini hazırlamıştım. Ardından tek tek her bir bölümün hikayesini tekrar elden geçirerek, tretmanlarını, sonra da senaryolarını yazdım ve son bölüm senaryoyu Ocağın üçüncü haftası teslim ettim. Bu benim açımdan bir mucizeydi.
BİLİNÇLİ İZLEYİCİ DİZİMİZİ SEVDİ
Sizce Ya İstiklal Ya Ölüm 3-5 yıl önce ekrana gelseydi, bugünkü kadar tutar mıydı? Ya da neden 3 ya da 5 yıl önce değil de 2020’de geldi?
Kendi adıma, ilk kez bir dönem işinde tarihçilerin gerçeklere uygun yazıldığı konusunda hem fikir olması ve takdir etmeleri çok kıymetli. Tarihi bilen izleyici yanı sıra, önyargısız izleyerek doğru okuma yapan bilinçli izleyici de dizimizi çok sevdi, sahip çıktı. Ama reyting sıralamasına bakılacak olursa, Türk halkı tarihi gerçekleri anlatan bu temayı ve içeriği o kadar da önemsemiyor, tercih etmiyor görünüyor. Belki sizin de dediğiniz gibi merkeze toplum ve ülke boyutundan bakışı değil, bireysel bir anlatımı, özlemleri, hırs ve çatışmaları, aşkları ve entrikaları koysaydık, reytingi daha yüksek olabilirdi. Dolayısıyla, dizimiz 3 ya da 5 yıl önce yayınlansaydı da yine bilinçli izleyici tarafından ilgi görürdü diye düşünüyorum. Bugün, 2020’de ekrana gelmesinin nedeni ise Cumhuriyete giden yolda, milli iradeyi hakim kılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. Yıldönümü olması.
2. sezon ya da Cumhuriyetin kuruluşuna kadar devam etmesi gibi bir proje var mı? Bu konuda gönlünüzden geçen nedir? Bugüne kadar yaptığınız en iyi işler sıralamasında kaçıncı?
Bu soruyu sanırım bana değil yayıncı kanal TRT’ye ve yapımcılara sormanız gerekir. Ne düşünüyorlar bilmiyorum. Bence çok zengin bir tarihimiz ve ondan alınacak çok fazlasıyla ders ve anlatılacak pek çok gerçek hikaye var… Son sorunuza gelince, reyting açısından bakılırsa en iyi işler arasında yer almaz. Ama yazmaktan en çok gurur duyduğum proje oldu diyebilirim ve bu anlamda benim kalbimin birincisi.
TV dizilerinde bir dönem zengin-fakir çelişkisi modaydı, bir dönem feodal düzendeki ağa çocuğu ve şehirli kız çelişkiler… Sonra Batı’dan esintiler geldi, ABD’de tutan diziler Türkiye’ye uyarlandı, arkadaşlar birbirinin kuyusunu kazdı, kadınlar erkekler için birbirlerini zehirledi Sizce her dizinin belli tarihi dönemlerde bir işlevi var mı?
Elbette. Mesela, ilk olarak Dallas, ardından neslin yetiştirilmesi emanet edilmiş ve ailenin temel direği olan kadınların izlediği gündüz kuşağında uzun yıllar her gün yayınlanan Yalan Rüzgarları ve Cesur ve Güzel dizileriyle kültürel emperyalizm ülkemizde de başarıyla uygulanmıştır. Karşılaştırmalı sosyolojik inceleme, bu tür dizilerin toplumsal ve ailevi değerler ve bağların çözülmesinde nasıl bir etkisi olduğunu ortaya koyar kanımca.
YAZARKEN GÖZLERİM DOLDU
Ya İstiklal Ya Ölüm dizisi hem belgesel ve tarihi gerçeklerle örtüşüyor, hem de öykü boyutu var. Diziyi izlerken pek çok sahnede seyirciyi ağlattınız, duygular sel oldu, o da sizin öykücülüğünüz, marifetiniz... Siz de yazarken ağladınız mı? Şaşırdınız mı?
Teşekkür ederim. Ben sadece bir aracıyım, anlatıcıyım burada. O karakterlerin istisnasız her biri yaşadı ve vatanın kurtuluşu için canını hiçe sayarak mücadeleye hizmet etti. Ve kısa süre içinde anlattıklarımızdan çok daha fazla sıkıntılar çektiler, çok şeyi göze aldılar. Milli mücadeleye hizmet eden her bir karaktere sonsuz saygı ve minnet duydum yazarken. Evet, onların hikayelerini bulup çıkartırken de yazarken de zaman zaman gözlerim doldu. Her birinin ruhları şad olsun. Ve yine evet, azimleri, kararlılıkları, cesaretleri ve manevi güçleri beni çok etkiledi, şaşırttı. Aslında anlattığım döneme dair çok şey etkileyici, düşündürücü ve herkesin hatırlaması, ders alması gereken şeyler. Bunları kimi zaman bazı karakterlerin ağzından da haykırdım. Zor bir çağda yaşıyoruz, ayrılıkçılık değil birlik duygusunu tekrar yakalamak adeta bir beka sorunu kanımca. Tarih bize örneklerle geleceğin nasıl şekillenebileceğini gösteren, anlatan harika bir öğretmen aslında. Diziyi yazarken iç duygum buydu.
KÖTÜ SENARYODAN İYİ İŞ ÇIKMAZ
Senaryonun sağlamlığı neye bağlı? Olay kurgusu-akış, çatışma-çözüm gibi matematik kuralların yanısıra “işin tutması“ için neleri gözetirsiniz?
Cevabı sorunuzun içinde verdiniz aslında; güçlü ve doğru bir olay kurgusu-akış, çatışma-çözüm gibi senaryo matematiğini doğru yapmak. Ama hepsinden önemlisi ve ilk adımı, iyi ve dişi bir öykünüzün olması gerekiyor. “İşin tutması” için bir şeyleri gözetmek zorunda kalmak ise senaristi sınırlayan ve özgürlüğünü kısıtlayan bir durum aslında. Ama maalesef bunu yapmak zorunda kalıyoruz. Mesela özellikle TV için yazdığımız senaryolarda yapımcının işaret ettiği hedef kitle önemli oluyor. “Kadın işi” mi yapıyorsunuz, “gençlik işi” mi “erkek işi mi” veya Totale veyahut AB grubuna hitap etmeyi mi hedefliyorsunuz? Buna göre içerikten dile kadar değişen hassasiyet gösterebiliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak şunun altını çizmek lazım; işin tutması sadece senaryoya bağlı bir şey değil. Fransız yönetmen ve senarist Rene Clair “İyi bir senaryodan kötü bir film yapılabilir ama kötü bir senaryodan iyi bir film asla yapılamaz” diyerek bunu çok güzel ifade ediyor. İyi bir senaryonun hak ettiği başarıya ulaşabilmesi için, senaryoyu değiştirmeyecek ve baltalamayacak, sadece parlak sahne çekmeyi düşünen değil hikayenin bütününü gören ve ona hizmet eden iyi bir rejiye teslim edilmesi ve doğru bir kast seçimi gerekir. Keza yapımcı ve kanalın uyumlu bir iş birliği içinde olması, projenin arkasında durması, projenin rekabete uygun strateji ile yayına sokulması… Bunların hepsi sizin ifadenizle “işin tutması” açısından çok önemli.
✍️ Sürgündeki Eserler - Tülin Uygur
Berlin’in Müzeler Ada’sındayım. Burada en ünlüsü Pergamon olmak üzere beş büyük müze var. Almanlar kendilerine ait olmayan, elde edilmiş eserlerle giderdikleri kültürel açlıklarını Berlin’de, sürgünde, beğeniye sunuyorlar. Buyurun gezelim.
TÜLİN UYGUR
Pergamon’un önünde koca panolarla duyurulan “müze onarımda” yazısına rağmen kuyruktaki insanları görünce hemen içeri giriyorum. Zeus sunağının olduğu salonun yeniden düzenleneceğini ve genişletileceğini, bizim Bergama tapınağı için arka sokakta özel bir müze açıldığını öğreniyorum. Belli ki depolar daha dolu, yeni eklemelerle o muhteşem tapınağı yeni bir sunuma hazırlıyorlar. Minareye kılıf hazırlanıyor.
Hemen “Panorama” sergisine koşuyorum. Burası Pergamon’daki onarım süresince kullanılmak üzere yapılmış yeni bir bina. Dışardan bakınca ortada bir silo gibi bir silindir var. Önce Zeus sunağının iç kısmında yer alan, antik Pergamon (Bergama) şehrinin kurucusu Telephos’un hayatını anlatan orijinal frizleri (kabartmalar) geziyorum. Sunağın terasındaki kadın heykelleri, kral büstleri, dansçılar da tüm ihtişamlarıyla burada. 2000 yıl önce yapılmış büyüleyici güzellikteki heykelleri yakından incelemek mümkün. Zeus sunağının, Olimpos tanrılarıyla devlerin savaşını gösteren dış cephe frizleri ise dijital teknolojiyle sunuluyor, aslı Pergamon müzesinde onarımdan etkilenmesin diye dikkatlice korunmaya alınmış. Daha sonra 36 metre çapında, 32,5 metre yüksekliğinde ve çevresi 113 metre olan dev metal silindirin içine giriyorum.
SİLİNDİRDE BERGAMA
Burası bir sergi salonu. Resimlerle, ışık ve ses oyunlarıyla Bergama Akropolü, tapınak ve şehir 2000 yıl önceki haliyle öyle müthiş bir şekilde canlandırılmış ki adeta bir zaman yolculuğuna çıkıyorum. Silindirin çeperindeki 3120 metrekarelik alan, yani ortada durduğunuzda etrafınızdaki 360 derecelik alan, 3 boyutlu olarak resimlenmiş. 35 ayrı şerit olarak polyestere basılmış ve birleştirilmiş resimler, İran asıllı ünlü sanatçı Yadegar Asisi’ye ait. 104 x30 metrelik bu dev eseri silindire asmak için dağcılar getirilmiş. Almanlar ellerindeki antik çağın baş yapıtının değerini öyle biliyor ki hiçbir masraftan kaçınmamışlar. Silindirin tam ortasında bu müthiş eseri farklı yüksekliklerde izlemeyi sağlayan bir merdiven ve 3 ayrı seyir terası yapılmış. Şehri, doğayı, insanları izleyerek merdivenleri tırmandıkça tapınağa yaklaşılıyor.
Gün doğarken horoz sesleri ve kuş cıvıltılarıyla birlikte yavaş yavaş uyanıyor Bergama şehri. Konuşmalar, su şırıltısı, müzik, hayvan sesleri derken gün batıyor, insan sesleri giderek azalıyor. Ara sıra duyulan baykuş sesleri dışında vadiye derin bir sessizlik ve karanlık çöküyor. Duvardaki resimler öylesine canlı, sahneler öylesine gerçek ki hangi detaya bakacağımı şaşırıyorum. Nehirde yıkananlar, çamaşır yıkayanlar, çocuğunu emziren kadınlar, bir köşede şarap içenler, kale duvarının kuytu bir köşesinde sevgililer, meydanda etleri kesen kasap, filozoflar, kumarbazlar, karanlık tipler, tarlalarda çalışanlar ve tabii hayvanlar. Bir şehir yaşantısında aklınıza ne gelirse hepsi orada. Her katta gördüğüm detaylar farklılaşıyor, en üst kata 15 metreye çıkınca sanki Zeus sunağının içinde gibiyim ve artık Bergamalıyım. Bir köşeye de ben ilişmek istiyorum ama Pergamon’a dönmeden kazıları anlatan fotoğrafları görmeliyim.
HIRSIZLIĞIN İLANI
Kazıların nasıl yapıldığını anlatan fotoğraflara bakıyorum. Carl Humann nasıl da mutlu pozlar vermiş! Bergama-Dikili yol yapımı için 1864’te işe alınan, Osmanlı memuru Alman mühendis Humann! Veremden kurtulmak için geldiği Sisam adasında “Hera” tapınağını kazan Alman’dan işi öğrenmiş. Bu yüzden yol kazarken ne çıkardıysa toplamış. Yetmemiş, dağı bayırı gezip bulduğu her şeyi depolamış. Kazmayı vurunca tarih fışkıran topraklarımız olduğunu hemen anlamış. Öyle bir dönemden bahsediyoruz ki tercümanından konsolosuna, devlet memurundan Osmanlı’nın kendi elçisine kadar ortalık hain ve çıkar peşinde koşanlarla dolu. Kim neyi kaparsa onun oluyor!
Humann 1864’ten ilk resmi iznin alındığı 1878 yılına kadar tam 14 yıl boyunca izinsiz olarak Bergama Kalesini, Akropol’ü kazmış, ne bulduysa hemen Berlin’e göndermiş! Hatta göndermediklerini de Almanların İzmir konsolosunun evinde depolamış. 1878’de onları da İzmir’den gemiyle göndermiş. Resmi izni aldıktan sonra Bergama Kalesine ilk(!) kazmasını Kayzer Wilhelm II adına vurmuş. Tabii resmen izin demek, çıkan malların paylaşımı demek o zamanki yasaya göre. Ama paylaşmak isteyen kim, Almanlar hepsini götürmek istiyorlar. Sonunda anlaşmışlar. 1878-1879’da 20 bin mark karşılığında Osmanlı hükümeti Bergama Kalesinden çıkanların hepsinin Berlin’e taşınmasına izin vermiş. Pergamon müzesindekiler parayla satın alındı diyenler var, hatta yazmışlar eserlerin altına, peki 14 yıl boyunca çalınanlar nerede? Sadece Bergama’dan değil tüm Anadolu ve Ortadoğu’dan çalınan eserler var. Belli ki dönemin yeni emperyalist yıldızı Almanlar, tıpkı Fransızların Louvre, İngilizlerin Britanya Müzesi gibi çoğu çalınarak edinilmiş bir kültür tarihi müzesine sahip olmanın çaresini Osmanlı topraklarını talan etmekte bulmuşlar. Çalıntı eserlerin hepsi geri verilmeli !
PERGAMON MÜZESİ
Şimdiki 3 kanatlı bina 1930 yılında açılmış. Aynı çatı altında “Antik Eserler Koleksiyonu”, “Ön Asya Müzesi” ve “İslam Eserleri Müzesi” barınıyor. Burada 6000 yıllık eşsiz benzersiz nice kültür hazineleri sergileniyor. Almanlar kendilerine ait olmayan, elde edilmiş eserlerle giderdikleri kültürel açlıklarını Berlin’de, sürgünde, beğeniye sunuyorlar. Buyurun gezelim.
İŞTAR KAPISI
Pergamon Müzesi’nin Zeus Sunağı’ndan sonraki zenginliklerinden biri de ünlü “İştar Kapısı”. İştar bir tanrıça. Afrodit, İnanna gibi aşk ve güzellik tanrıçası ama biraz daha fazlası. İştar orduların koruyucusu, kandan korkmuyor, bu yüzden simgesi de aslan. Hitit saldırılarıyla yıkılan Babil medeniyetinin yerine yaklaşık bin yıl sonra kurulan yeni Babil hükümdarlığında, kral II. Nebukadnezar tarafından M.Ö 575 yılında, eski görkemli günleri yaşatmak adına, şehre arka arkaya iki girişi olan bir kapı ve bir de tören yolu yapılır. Kapılar, korkuyla karışık sevgi ve saygıyı göstermesi için, tanrıça İştar’a adanır, Tören yolunun iki yanı birer ayağını kaldırmış aslan heykelleriyle donatılır, düşmanlara korku salsın, dostlara güven versin diye. Fırat nehrinden alınan topraklar pişirilir, suyun rengi verilir. 12 metreden yüksek dev kapılar turkuaz-su yeşili sırlı tuğlalarla bezenir. Üzeri kahverengi ve sarı tonlarında boğa, muşuşu ve çiçek kabartmalarıyla süslenir. Boğa, fırtına ve bereket tanrısı Adad’ın kutsal hayvan. Ejderha kafalı, kartal gibi arka ayakları, aslan gibi ön ayakları, yılan gibi kuyruğu olan muşuşu ise Babil’in baş tanrısı Marduk’un kutsal hayvanı. İştar kapısı bereketli Mezopotamya medeniyetine ve oradan da dünyaya açılan bir kapı olur. Şehre dışardan gelen bu muhteşem kapıları ve Babil kulesini görür.
Alman arkeologlar Bağdat civarındaki kazılarına 1899 yılında başlar. Toprak altından çıkardıkları kapı dahil çoğu yıpranmamış parçalar numaralanıp, sandıklara doldurulur. I. Dünya Savaşı başlayınca kazılara ara verilir. İngilizler bölgeye el koyar ama Almanlar can düşmanlarıyla anlaşarak çıkardıkları her şeyi Berlin’e taşırlar. Savaş bittiğinde Osmanlı gibi Almanlar da biter. Bu defa Amerikalılar ve İtalyanlar yağmaya başlar. Asur ve Mezopotamya medeniyetlerinden kalan ne bulurlarsa yükler, sürgüne gönderirler. Hatta Almanların sandıkları yüklediği bir gemiye Portekizliler bile el koyuverir. Sanki yağma Hasan’ın böreği!
İştar kapısı yıllar sonra, 1980’de Saddam Hüseyin tarafından yeniden canlandırılır. Kapının aslının olduğu yere de “çalınmadan önce burada böyle bir dünya harikası vardı” tabelası asılır. Hatırlayın Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin önünde en çok poz verdiği yer, sahte İştar kapısıydı. Amerikalılar antik kent alanına askeri üs kurarak Asur medeniyetlerden geri kalan her şeye büyük zarar verdiler, dünyanın gözünün önünde Bağdat müzelerini yağmaladılar, o zamanki Savunma Bakanı Rumsfeldt “olur böyle şeyler” dedi.
MİLET KAPISI
İşte eşsiz bir eser daha! 12 İon kent devletinin en ünlüsü Milet’te, M.S. II. yüzyılda İmparator Hadrian zamanında inşa edilmiş mermer kapının önündeyim. Bu kapının tam adı “Milet Güney Agora Kuzey Kapısı”. Vatanı Aydın ilimizin, Söke ilçesinin Balat köyü. 16 metre yüksekliğinde ve 30 metre genişliğinde ve 1600 ton ağırlığında bir kapı. İki katlı ve üç girişi olan bu kapı Efes’teki Celsus kütüphanesini andırıyor. Alman arkeolog Theodor Wiegand tarafından 1896’da bulunmuş ve Osmanlı yöneticilerine önemsiz denilerek 1903 yılında Berlin’e kaçırılmış. Sadece kapı değil kaçırılan, bir de Miletli bir zenginin evinin tabanında bulunan Kalliope’nin oğlu ozan Orpheus’a adanmış mozaik yer döşemesi var. Kapının karşısında yerde sergileniyor.
ABDÜLHAMİT’İN HEDİYESİ
Mşatta Sarayı Ürdün’de Amman’ın güneyinde Emeviler tarafından 8. yüzyılda yapıldığı kabul edilen bir çöl sarayı. Zengin taş oymalarla bezenmiş olan sarayın güneye bakan ana cephesinde, tam 47 metre uzunluğunda ve 5 metre yüksekliğinde, asmalar, aslanlar ve kuşlarla süslü bir giriş vardı. Padişah II. Abdülhamit, 1903 yılında, bu saray girişini Kayzer II. Wilhelm’e hediye etmiş, Almanya’ya göndermiş. Evini soyan hırsıza “soyarken çok yoruldun, bu da benden sana hediye” demiş! Halbuki müthiş bir maden bulduklarının farkında olan Almanlar, Konya-Bağdat Demiryolu imtiyazını aldıklarında “Bağdat Demiryolu Kumpanyası” kurmuşlar. Hemen anlaşmaya hat boyunca arkeolojik eserler aramak, kazı yapmak, devlete ait toprakların mülkiyetini imtiyaz sahiplerine (kumpanyaya) bedelsiz devretmek gibi önemli maddeleri de ekleyivermişler. Davul çalarak yapacakları talanı resmi hale getirmişler ama gözler kör, kulaklar sağır olmuş!!!
HALEP ODASI
Şimdi Halep’te zengin bir tüccara ait 1601 yılında yapılmış evin bir odasındayım. Oda, tek tek sanatçılar tarafından işlenmiş ve boyanmış ahşap kaplamalarla bezenmiş. 2.60 metre yüksekliğinde 35 metre uzunluğunda bir sanat eseri. Musevi, Hıristiyan ve Müslüman kültürüne ait desenler, insan, hayvan, çiçek resimleri ve mısralar. Oda 1912 yılında Friedrich Sarre tarafından Halep’ten sökülmüş, Berlin’e getirilmiş. Sarre bir gezgin, arkeolog ve sanat tarihçi sonra profesör de olmuş. Zeus sunağını soyan Humann’ı örnek alarak başlamış işe Sarre. Ön Asya, Mezopotamya ve İran’da kazılar yapmış. Abbasi halifeliğinin merkezi Samarra şehrini talan etmiş.
1907’de yerinden sökülerek götürülen Konya Beyhekim Camii Mihrabı ve “altın kadar değerli” diyerek sunulan çiniler, halılar, kilimler, Hitit, Urartu, Asur’dan binlerce kültür hazinesi, hepsi Pergamon’da. Büyükelçisinden, yol mühendisine, profesörüne, müze yöneticisine, misyonerine kadar batılılar kültür hazinelerini talan etmeyi iş ve alışkanlık edinmiş. Peki ev sahibinin hiç mi suçu yok? Olmaz mı? Tam da bu yüzden yerlisi yabancısı halen kültür hazinelerimizi talan etmeye devam ediyor.
Alıntı/ Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/almanya-nin-kalbi-berlin-de-2-gun-pergamon-bergama-muzesi-206700#3
🎞✍️🇹🇷 Alfabe değişikliği neden gerekliydi?
Alfabe değişikliği neden gerekliydi? Osmanlı 6 asır hükmettikten sonra Anadolu'da okuma-yazmayı neredeyse sıfırlamıştı! Oysa İskitler, Hunlar üstün bir uygarlık kurmuş, Gök Türkler ve Uygurlar da okuma-yazma yaygındır. Hatta Osmanlı'dan bin yıl önce bile Matbaa kullanıyorlardı. pic.twitter.com/n3gWuYHf9Y— Sakalar İskitler(Gizlenen Eski Anadolu Türk Halkı) (@Saka_larr) April 15, 2020
20200427
🎞 Kadın Jandarmalar Ekmek Pişirdi
Van da jandarma ekipleri kırsal kesimde yaşayan vatandaşları bu zor dönende yalnız bırakmıyor. Yeri geldiğimde kadın jandarmalar ekmek bile pişiriyor.
🎞 İzmir, İstanbul’u nasıl geçti?
''Bazı şehirler size dünyanın merkezinde olduğunuzu hissettirir. Geçmişinden gelen; havasında, suyunda hissettiğiniz bir gücü vardır. Zor dönemlerde bile ışığını, rengini kaybetmeyen, umudu devam ettiren... Burası Homeros’un, hümanizmin, demokrasinin doğduğu yer. Yaşam tarzıyla, nüfus yapısıyla, gücün sultasından uzak... Sokaklarında 16 dil konuşulan, tarihi bir liman kenti... Sembolü bile bir Amazon olan gerçek bir kadın kenti... İnsanların birbirine gülümsediği, her yerin kadın kahkahalarıyla çınladığı, en çağdaş, en Avrupai şehrimiz... Son iki yılda İzmir’e müthiş bir akın başladı. 2017’de 18 bin 506 kişi İstanbul’dan buraya göç etti. Büyük çoğunluğu beyaz yakalı ve üniversite mezunuydu. Bu bir ilk. Brookings Enstitüsü’ne göre İzmir, dünyanın en hızlı büyüyen 4’üncü metropolü.''
🎞 Alsancak İzmir Walking Tour 2019 | Travel in Turkey
We are in Alsancak İzmir, the beautiful metropolitan city on the Aegean Shore Turkey. We start our walk from the Seaside (Kordon) and continue walking on the Kıbrıs Şehitleri Street in Alsancak Neighbourhood. Izmir is a histoical City (Smyrna) and the third most populous city in Turkey, after Istanbul and Ankara. The distance between İzmir and İstanbul is 490 km.
Walking Route: https://goo.gl/maps/rpSdZ55wc9QEmvnGA
🎞 İzmir Merkez'de bir gezinti...
''Walk in Izmir City Center - Charming City on the Aegean coast, filmed on 27 June 2019''
Random Walk
''what a beautiful city. Never thought that Turkey is so modern and liberal.''
Random Walk
''what a beautiful city. Never thought that Turkey is so modern and liberal.''
🎞🎥1963'te İstanbul (HD) 'TOPKAPI' FİLMİNDEN
1964 yılında vizyona giren TOPKAPI isimli Amerikan filminin, 1963 yazı İstanbul'da ve Edirne'de 35mm formatta çekilen görüntülerinden seçilerek hazırlanmış kısa bir kurgu. Filmde Komiser rolünde merhum Danyal Topatan (1916-1975), Senih Orkan'ı (1932-2008) ve polis rolünde Bedri Çavuşoğlu'nu da görmek mümkün. Filmin Elizabeth Lipp rolündeki bayan aktristinin ismi Melina Mercouri'dir (1920-1994). Filmdeki bir diğer sürpriz ise, meşhur şarkıcı Joe Dassin'dir (1938-1980) ve küçük bir rol almıştır. Çünkü, bu filmin yönetmeni Jules Dassin'dir (1911-2008) ve Joe Dassin, yönetmenin gerçek hayattaki oğludur. Yönetmen Jules Dassin, 1950'de "Night and the City" filmini çekiminin ortasında stüdyo tarafından kovulmuştur. Olaydan sonra kara listeye alınmış, Hollywood'ta işsiz kalmış, sonra Fransa'ya giderek, düşük bütçeli filmi meşhur "Rififi"yi çekerek yükselişe geçmiştir.
1920x1080p çözünürlükte olan blueray diskteki Technicolor renklerdeki "restorasyonsuz" filmin, İstanbul ve Edirne ile ilgili görüntülerini bir araya getirdim, yerlerini değiştirip, montajladım ve bu HD videoyu oluşturdum. 35mm el kamerası ile (1963 yaz aylarında) sallantılı çekilen İstanbul görüntülerinin, sallantısız hale getirildiğinde netliğinin bozulduğunu gördüm ve orijinal çekimdeki sallantıları düzeltmedim.
Arkada çalan 2 adet müzik ise, Manos Hacidakis'e ait olup, filmin orijinal başlangıç ve bitiş müziğidir. Film tabii ki sesli bir filmdir. Montajı yaparken, konuşma olmayan kısımları seçtim. İzlerken, filmde gördüğünüz hemen herkesin bugün artık hayatta olmadığını akıldan çıkarmayınız. 2'11'den sonraki görüntülerin Edirne'ye ait olduğunu izleyicilere belirtmekte yarar var. Caminin adını ise ancak Edirne'yi iyi bilen bir izleyici bize söyleyebilir. Filmle ilgili diğer bir bilgi de, Topkapı filminin 2.'cisinin "Thomas Crown Affair 2" ismiyle yakında çekileceğini İnternet'te okumuş olmamdır..
Blueray diskteki çözünürlük 1920x1080p, 25fps olduğundan, ben de 1920x1080p, 25fps olarak hazırladığımdan, siz de HD olarak izleyiniz :)
Eski 35mm'lik filmlerin çözünürlüğü, bugünkü dijital kameralarla kıyaslandıklarında, daha yüksektir. 35mm bir film, bugün 4-5K, 70mm bir film ise yaklaşık 9.3K-12K arası bir çözünürlüktedir. Eski analog filmlerin çözünürlükleri daha yüksek olduğundan, bugün bu filmleri 1920x1080p HD olarak, ya da 4096x3072p UHD (4K) olarak seyrettiğimizde dahi, orijinal çözünürlüklerinde seyredemiyoruz, kayıplı olarak seyrediyoruz. İleride 16K çözünürlüğe geçildiğinde, eski analog filmleri dijital olarak gerçek çözünürlüklerinde ancak seyredebileceğiz. Bu yüzden, 1963 yılında 35mm kamerayla çekilip, 1964 yılında vizyona giren TOPKAPI filmini biz bugün 1920x1080p çözünürlükte aslında kayıplı olarak seyrediyoruz. Bu filmin yakında 4K Blueray versiyonu çıkarsa, oradaki görüntü kalitesi bile, filmin 1964 yılına ait gerçek çözünürlüğünü ve görüntü kalitesini veremeyecektir. Dolayısı ile aşağıda listelediğim filmleri, kendi gerçek netliklerinde seyredebilmek için, 16K çözünürlüğü beklemeliyiz.
70mm olarak: Big Trail (1939), Ben Hur (1959), Lawrence of Arabia (1960), Cleopatra (1963), Cheyenne Autumn (1964), Play Time (1967), Tron (1982), Baraka (1992), Hamlet (1996).
Topkapı filmi gibi filmlerin çekildiği zamanlarda film, çekildikten 1-2 sene sonra vizyona ancak girerdi. Filmin çekildikten sonra banyosu, negatif kesimi, pozitif montajı, ses miks işleri ve müzik eklenmesi işleri o yıllar, analog devirlerde 1 seneyi bulabiliyordu. 1964'te vizyona giren filmin, 35mm kamera ile çekildiği sene en yakın 1 sene öncesi olmalıdır.
Levent Yurga
🎞🎼🇹🇷 'Çalın Davulları' - İttihat ve Terakki
''Rumeli'de kurulan İttihat ve Terakki'yi bir Rumeli Türküsü ile selamlıyoruz. İlk konumuz; İttihad ve Terakki neden kuruldu?''
🎞 1974 Yılı İstanbul'da Trafik Sorunu
1974 yılında İstanbul'da yaşanan trafik sorununa yer verilen haberde; vatandaşlar, şoförler ve trafik polisleri ile konu hakkında yapılan röportajlar yer almaktadır.
🎞1915 - İstanbul Sokakları Ve Açık Hava Berberleri
''İstanbul sokaklarından detaylı bir video. Sokak aralarında günlük yaşama dair detaylar, açık havada yapılan sakal tıraşı, karşıdan karşıya geçen ücretli kayıklar, limanda bekleyen kalyonlar ve daha bir sürü ayrıntı mevcut.''
🎞1910 (?) - İstanbul'da Sakin Bir Gün ve Tarihi yapılar [Renkli]
Tarihi tam olarak belli olmayan muhtemelen 1910 - 1917 yıllarına ait bu görüntülerde İstanbul'da sakin ve kalabalık olmayan bir gün görmekteyiz. Kameramanın tarihi yapıları da çektiği bu görüntüler İstanbul'a farklı bir açıdan bakmamıza vesile oluyor.
🎞 ✍️ Deniz Gezmiş’in son arzusu; Rodrigo'nun Gitar Konçertosu
DENİZ GEZMİŞ VE CONCİERTO DE ARANJUEZ...
Deniz Gezmiş’in son arzusu neden bu konçertoyu dinlemek olmuştur acaba? Şimdi siz çalınması çok zor olan bu muhteşem gitar konçertosunu, dünyada tam anlamıyla yorumlayabilen tek üstat olan Paco de Lucia’dan dinlerken, ben de anlatayım size neden…
Joaquin Rodrigo Virde 1901 yılında İspanya'da, Valencia - Sagunto'da doğar. Henüz üç yaşındayken difteriye yakalanır ve görme yetisini kaybeder. Sekiz yaşında solfej, piyano ve keman eğitimine başlar. Sonunda piyano virtüözü olur, birçok da klasik müzik eseri yazar ve uluslararası ün kazanır. Ancak tüm dünya Rodrigo'yu, Concierto de Aranjuez (Rodrigo'nun Gitar Konçertosu) adlı eseriyle tanır.
Rodrigo, 1933’te, üç yıldan beri birlikte olduğu, Kamhi ailesinin kızı Türk piyanist Victoria Kamhi ile evlenir. Sonrasında Kamhi piyano kariyerine son verip, gözleri görmeyen kocasının asistanlığını yapar ve onun birçok dile çevrilmiş “De la mano de Joaquín Rodrigo: Historia de nuestra vida (Joaquin Rodrigo'yla el ele: Maestro'nun yanında hayatım) adlı biyografisini yazar. Çift Hitler Faşizminin en vahşi dönemlerinde, Fransa ve Almanya’da yaşarlar.
1936 yılında İspanya'da Hitler ve Mussolini destekli, General Franco komutasındaki askeri faşist güçler, seçimle işbaşına gelen sosyalistlerin "Halk Cephesi" koalisyonuna karşı ayaklanır. Ve İspanya, tüm dünyanın gözü önünde korkunç bir iç savaşa sürüklenir. Avrupa ülkeleri Hitlerden çekindikleri için, halka karşı yapılan bu kalkışmaya “İspanya'nın iç meselesi” diyerek sessiz kalırlar. Ancak birçok ülkenin devrimcileri, sosyalistleri ve anti-faşistleri “Enternasyonal Tugaylar” oluşturarak İspanya halkının yanında saf tutarlar. Üç yıl süren İç Savaş, maalesef Halk Cephesi’nin yenilgisiyle sonuçlanır ve İspanya'da Franco'nun -1975 yılında ölümüne kadar kırk yıl sürecek olan- diktatörlük dönemi başlar.
Rodrigo'nun 1939 yılında, gözleri görmediğinden eşine bölümler halinde yazdırdığı “Concierto de Aranjuez”, işte bu iç savaş ortamının eseridir. Konçerto altı yüz bin kişinin öldüğü bu iç savaşı, cephelerde faşizme karşı direnen devrimcilerin umutlu coşkusunu ve sonrasında yönetimi ele geçiren diktatör Franco'nun kendi halkına yaşattığı acıları ve yaptığı zulümleri anlatır.
Rodrigo 1999 yılında, karısı Kamhi’nin ölümünden iki yıl sonra, 98 yaşındayken vefat eder.
DENİZ’İN SON ARZUSU
İşte 68 kuşağının lideri Deniz Gezmiş, kırk beş yıl önce 6 Mayıs 1972'de gece yarısı idam sehpasına götürülmeden önce, son arzusu olarak demli bir çay ve sigara eşliğinde Rodrigo'nun Gitar Konçertosu'nu, bu nedenlerle dinlemek istemiştir. Konçerto bitip o idam sehpasına doğru yürürken, Ulucanlar Cezaevi'ndeki tüm tutuklular da ıslık ile konçertoyu yeniden çalar. O günden beri de gençliğin dilinden hiç düşmez.
Bize bu konçertoyu ezberlettin ya Deniz, Can Yücel üstadımızın deyişiyle “Acıyorsam sana anam avradım olsun, ama aşk olsun sana be çocuk, aşk olsun!”
Haydi, rastgele tüm Rodrigo severlere!
Ethem Gönenç (AYDINLIK Gazetesi)
20200426
🎞Kurtuluş-Askeri Kuralları Yıkan Bir Savaş
"Bütün tahminleri ve bilinen askeri kuralları alt üst eden bir savaş bu."
🎥 ✍️ 🇹🇷 'Kurtuluş' dizisi hakkında
#TRT YAPIMI
SENARYO: TURGUT ÖZAKMAN
Turgut Özakman'ın "Şu Çılgın Türkler" adlı romanından TRT tarafından sinemaya uyarlanan muhteşem bir yapıt.Kurtuluş savaşının acılarını ve zaferlerini bu vatanın nasıl kazanıldığını tüyleriniz diken diken olacak şekilde göreceksiniz.
Dizinin senaryosu Turgut Özakman tarafından yazılmış, müziklerini Muammer Sun bestelemiş, yönetmenliğini ise Ziya Öztan yapmıştır.
Şahaser Niteliğinde Savaş Sahneleri
Şahaser Niteliğinde Savaş Sahneleri Kurtuluş Dizisi, özellikle dev figüran kadrosu ve usta binicileriyle bu mini dizi Kurtuluş Savaşı'nı adeta tekrar canlandırmıştır. Savaş sahnelerinde toplam 40.000 civarı figüran ve 5000 at ile savaşın geçtiği gerçek mekanlarda savaşı birebir canlandırmıştır. Daha ilk sahnesinden sizi içine bağlayacak dizinin İkinci İnönü Muharebesini gösterdiği sahnelerden birisi ise buradadır. Hiç bir bilgisayar efekti kullanılmamış, gördüğünüz bütün patlamalar, attan düşmeler ve benzeri göz alıcı ve hayret uyandırıcı sahneler gerçek oyuncular ve ekipmanlarla çekilmiştir. Turgut Özakman'ın "Şu Çılgın Türkler" adlı romanından TRT tarafından uyarlanan muhteşem bir yapıt.Kurtuluş savaşının acılarını ve zaferlerini bu vatanın nasıl kazanıldığını tüyleriniz diken diken olacak şekilde göreceksiniz.
"Böyle bir mücadelede yoksulluk zenginlikten çok daha heybetli görünüyor"
Efendim, bu ülkenin 1980-2000 yillari arasinda yetistirdigi en iyi oyuncu ve tiyatrocularin neredeyse tamamina bir rol düsen yapim yili göze alindiginda kostum ve figürasyon olarak sadece Türkiye' de degil dünya çapinda bir proje olan ayni zamanda dizideki Ütgm. Faruk ve Hemşire Nesrin Hanım disinda herhangi bir yapay karakter ve durum içermeyen Turgut ÖZAKMAN'in muhtesem eserinden uyarlanan serinin baslangici olan tekrar tekrar izlenmesi gereken ilkokul lise ve hatta üniversiteler müfredatlarinda bence mutlaka yer almasi gereken bir yapit.Olaylarin gerçekligini döneme taniklik eden Halide Edip Adivar ve Yakup Kadri'nin de eserlerindenden teyit edebileceginiz, mevcudu 60 70 binlerle baslayan Izmir e varilmadan 150 bini asan Kahraman ve Gazi ordumuzun destansi hikayesi.
Ülkenin nasil kuruldugunu merak edenler için essiz bir yapit.
Alıntı/Kaynaklar: https://alkislarlayasiyorum.com/icerik/227164/kurtulus-1-bolum-trt
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bu yazımızda Milli Edebiyat Dönemi'nin en önemli şairlerinden biri olan Mehmet Emin Yurdakul'un "Cenge Giderken" şii...
-
Ülkemiz yer şekilleri bakımından oldukça farklı özelliklere sahiptir. Yer şekillerindeki farklılık iklimlerin bölgelere göre değişiklik...
-
* Kün-Ay tamgası ile Türklerle ilgili Göbeklitepe'de T şeklindeki dikilitaşlarda görünen Kün-Ay tamgası, Türk kavimlerinin bayrakla...