20230124

Dünya tarihine damgasını vuran İzmirli kadın sanatçı Sabiha Tansuğ hayatını kaybetti

 

Dünya tarihine damgasını vuran İzmirli kadın sanatçı hayatını kaybetti

Dünya tarihinde halktan bir kadın olarak paraya resmi basılan ilk sanatçı olan İzmirli Sabiha Tansuğ, 90 yaşında hayatını kaybetti. Belçika, İtalya, Fransa, Hollanda ve Almanya'da "Anadolu Kadın Başlıkları (şapkaları)" adıyla sergi açan, Japonya'da imparator nezdinde ağırlanan,  2 kitap ve 200'den fazla makalesi bulunan Tansuğ çok sayıda ödüle de layık görülmüştü.

Dünyada halktan bir kadın olarak paraya resmi basılan ilk kadın sanatçı unvanıyla tarihe geçen 90 yaşındaki İzmirli Sabiha Tansuğ, bugün Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi'nde yaşlılığa bağlı sebeplerle hayatını kaybetti. 

ŞAPKALARA İLGİ DUYDU

Yunanistan Gümülcine'de doğan ve 8 yaşındayken ailesiyle İzmir'e yerleşen Sabiha Tansuğ, ilk ilkokuldaki bir gösteri ile adını duyurdu. Gösteride "Eğribaş" denilen gelin başlığını giyen Tansuğ şapkalara karşı ilgisiyle hafızalara kazındı. Sonrasında da Göztepe Enstitüsü'nde okurken şapka yapıp satarak geçimini sağlayan Tansuğ, daha sonra ressam Nuri İyem'den dersler alıp sanatını iyice geliştirdi. 

Gazeteci Haluk Tansuğ ile evlenip makalaler yazan Sabiha Tunsuğ, Anadolu'nun pek çok yerinden de şapkaları toplayıp bir koleksiyon oluşturdu.



JAPONYA'DA İMPARATOR AĞIRLADI

1968 yılında "Anadolu Kadın Başlıkları" sergisini açan Tansuğ, daha sonra Japonya'da imparator nezdinde ağırlandı. Tansuğ'un sergileri Belçika, İtalya, Fransa, Hollanda ve Almanya'da da büyük ilgi gördü. 

Büyük ilgi gören "Anadolu Kadın Başlıkları" sergisinin ardından Tansuğ'un portresi dönemin darphane müdürü Sait Tanaçan'ın dikkatini çekti. Tanaçan'ın teklifiyle Tansuğ'un portresi 50 kuruşluk metal paraya basıldı. Bu dünya tarihinde ilk kez halktan bir kadının resminin paraya basılması olarak kayda geçti.

Pek çok dalda ödüller alan, yazdığı iki kitap ve 200'ün üzerindeki makalesiyle önemli çalışmalar ortaya koyan Tansuğ'un eserleri, halen İstanbul'da Sabiha Tansuğ Müzesi'nde sergileniyor. Tansuğ'ın koleksiyonunun yakında Bademler Köyü'nde hizmete açılacak ve adını taşıyan müzede yaşatılacağı belirtildi. 


CENAZESİ YARIN 25 Ocak 2023

Tansuğ'un cenazesi yarın Güzelbahçe Yalı Camisi'nde kılınacak ikindi namazının ardından Bademler Köyü Mezarlığı'nda toprağa verilecek. 


20230122

📰✍️ Aşık Veysel Filizofça-Doğan Göçmen


AŞIK VEYSEL FİLOZOFÇA 

Doğan Göçmen

 

Aşık Veysel, ülkemizin 20. yüzyılda yarattığı en büyük insanlık değerlerimizdendir. Ozan bu yıl UNESCO’nun kararıyla ölümünün 50. yıl dönümünde dünya çapında anılacaktır. Ozan, yarım yüzyıl önce 21 Mart 1973 tarihinde aramızdan ayrılmıştı. Geride bugüne kadar hakkı verilememiş büyük ve derin bir külliyat bırakmış ve felsefenin ve bilimlerin araçlarıyla araştırılmayı bekleyen çok yönlü ve son derece zengin bir gelenek yaratmıştır. Aşık Veysel, bu geleneği çok uzun bir ozanlar geleneğini yeniden canlandırarak yaratmıştır.

 

Ozan, “Göz Gezdirdim Dört Köşeyi Aradım” başlıklı şiirinde “Karaca’oğlan Derdli Yunus soyum var”derken içinden geldiği geleneğe açıkça işaret eder. Bu bakımdan filolog Vahap Bahtiyarzade, Bahtiyarzade, Yunus açısından bakınca son halka olarak Aşık Veysel’e işaret ederken, Aşık Veysel açısından bakınca da ilk halka Yunus Emre’dir. Bahtiyarzade, Aşık Veysel’i uzun Yunus Emre geleneğine yerleştirmekle çok isabetli bir yargıda bulunmaktadır. Düşüncelerinde tutarlılığına vurgu yapmak için Veysel, tutum olarak kendisini Hallâc-ı Mansûr’a benzetir. “Mansur’a benzeyen bazı huyum var” diyor aynı şiirinde başka bir dizede. Şiirinin son dörtlüğünde Veysel kendisini Hayyam ve Neyzen ile kıyaslar ve Thales’i andırırcasına, doğada “Gaffer” diye adlandırdığı hareket ettiricinin kendisine “görünür mevcud herşeyde” der.

 

Aşık Veysel’in dilinde “Gaffar” Tanrı anlamına gelmektedir. Felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Thales de mıknatısın çekim gücüne işaret ederek, bunun içinde Tanrı var, demiştir. Bu sözlerinden dolayı Thales, yeterince düşünülmeden panteist olarak tanımlanmıştır. Bugün bunun gerekçesiz olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde Aşık Veysel de “Gaffar” bana “görünür mevcud herşeyde” dediği için çabucak panteist olarak tanımlanmamalıdır. Thales teolojik anlamda ne kadar az bir panteist ise; Aşık Veysel de o kadar az bir panteisttir.

 

Thales’ten Epikürosçulara ve Stoacılara kadar tüm antik filozoflar ve Bruno ve Spinoza’ya kadar tüm Rönesans ve modern filozoflar gibi Aşık Veysel de her şeyi doğaya içkin olarak kavrar ve dünyanın sırrını çözmek için doğayı incelemeye davet eder. Bahtiyarzade’nin haklı olarak vurguladığı gibi, 20. yüzyılda Anadolu halk bilgeliğinin billurlaştığı ozanımız “Bizim Eller Yaylâsına Yürümüş” başlıklı şiirinde dünyanın sırrını açıklamak için “tabiata soralım” der.

 

En dindar halinde bile Veysel doğaya sadıktır, doğaya sadakate ve doğayı incelemeye ve işlemeye çağırır. “Kader” başlıklı şiirinde “Oku çalış öğren ölene kadar” der. Ünlü Kara Toprak” şiirinde “Dileğin var ise iste Allah’tan” diye önerdikten sonra Allah’tan dileneni almak için doğaya bağlılığı telkin eder ve der ki dileğini “Almak için uzak gitme topraktan”, çünkü “Hakk’ın hazinesi gizli toprakta”, yani gerçek doğada gizlidir ve hakikat insanın doğayı emek vererek işlemesiyle, dönüştürmesiyle, doğanın ve insan emeğinin sentezi olan kültür yaratmasıyla oluşmaktadır. İşte bu nedenle ozan, “Her kim ki olursa bu sırra mazhar”/”Dünyaya bırakır ölmez bir eser” diye önerir.

 

Aşık Veysel’in bu bağlamda “mazhar” sözcüğünü kullanıyor olması konumuz bağlamında son derece önemlidir. O, bu bağlamda bu sözcüğü kullanmakla bakışımızı ve düşüncemizi sekülerleştirmekle kalmaz; o, bu sözcüğü doğa bağlamına taşımakla aynı zamanda Tasavvuf geleneğinde de önemli bir sekülerleştirme eylemine giriştiğini görüyoruz. Görüntü, belirti gibi anlamlara gelen ve Arapça kökenli olan sözcük, derin felsefi anlamlara sahiptir. Eski Yunancada zuhur eden, görünen, bir niteliğinde kendisinde göründüğü nesne anlamına gelen “phainómenon” sözcüğüne karşılık olarak kullanılmıştır. Tasavvuf geleneğinde mazhar olmak, insanın, Allah’ın insana olan hitabına ulaşması anlamında kullanılmıştır ve bu ancak ‘ruhlar âleminde’ mümkün olmaktadır.

 

Aşık Veysel ise, Thomas Hobbes’un Tanrı kavramını kullanışını andırırcasına, Tanrı’yı doğanın içine, görünmezcesine arkasına gömüyor. Hobbes’a göre, doğa, Tanrı’nın bir sanat eseridir ve bu eserin kendisi de sürekli sanat eseri yaratmaktadır. Bir sanatçı olarak Tanrı doğayı yaratmıştır, onda düzeni kurmuştur ve geri çekilmiştir. Bu bakımdan Tanrı doğada, doğanın eserlerinde tezahür eder. Dolayısıyla doğanın eserlerini araştırmak, doğanın eserlerinde Tanrı’nın zuhur edişini araştırmak, doğanının eserlerini, onlarda işleyen yasaları bilmek, doğa dolayısıyla Tanrı’nın eserlerini, yasalarını bilmek anlamına gelmektedir. Fakat Veysel açısından doğayı bilmek aynı zamanda doğanın kendisini bilmek demektir, çünkü doğa yaratılışından sonra kendi başına olmuştur ve kendi başına eser üretmektedir. Ozan, “Mimar” başlıklı şiirinde Tanrı’yı dünyanın mimarı olarak betimler ve onu dünyanın düzeninin kurucusu olarak anlatır. Tanrı dünyada “Bu nizamı böyle kurmuş” diye belirttikten sonra “Kendi çekilmiş oturmuş” diye tamamlar sözlerini. Veysel’in “Gaffar” bana “görünür mevcud herşeyde” deyişi “Hakk’ın hazinesi gizli toprakta” deyişi ile beraber ele alınırsa yakalanan anlam budur. Kurulan doğa ve dünya kendisine konmuş olan düzene göre kendi başına işlemektedir. 

 

Doğan Göçmen


Alıntı/Kaynak: https://m.facebook.com/photo.php?fbid=10161009792563888&id=551148887&set=a.10153862248128888&eav=AfbOON5fVWJ5hClZhivC_aSPuEZFwOYVKpxeGrV89Ez47jXPMKP7r9PPXYLe_7Sec90&paipv=0&source=48


20230121

Şahmaran efsanesi: Anadolu efsanesi ŞAHMARAN HİKAYESİ nedir, gerçek mi?



Şahmaran efsanesi: Anadolu efsanesi ŞAHMARAN HİKAYESİ nedir, gerçek mi?

Başrollerinde Serenay Sarıkaya ve Burak Deniz'in yer aldığı Şahmaran isimli dizi sonrası bu Anadolu Efsanesi hikayesi ile gündemdeki yerini aldı. Bu kapsamda "Şahmaran efsanesi nedir, hikayesi gerçek mi?" soruları yanıt arıyor. Dizide Mar ırkı, aşkın ve bilgeliğin sembolü olan Şahmaran efsanesine inanmaktadır ve Şahsu'nun gelişiyle onlar tarihi kehanetin tamamlanmasını bekler. İşte bu Anadolu efsanesinin hikayesi ve detaylar.

Serenay Sarıkaya, Burak Deniz, Mustafa Uğurlu ve Mert Ramazan Demir'in başrolünde yer aldığı Şahmaran 20 Ocak'ta izleyiciyle buluşurken detaylar merak konusu haline geldi. Diziyle gündeme gelen bu efsane "Şahmaran efsanesi nedir, hikayesi gerçek mi?" soruları yanıt aramaya başladı. İşte Şahmaran hikayesi…

ŞAHMARAN EFSANESİ NEDİR?

Şahmeran ya da Şahmaran Türk-İran-Irak-Kürt[3] ve Anadolu mitolojilerinde rastlanan akıllı ve iyicil olarak tanımlanan bellerinden aşağısı yılan, üstü ise insan şeklindeki Maran adı verilen doğaüstü yaratıkların başında bulunan ve hiç yaşlanmayan, ölünce ruhunun kızına geçtiğine inanılan varlık.

Anadolu'da Şahmeran'ın yaşıyor olabileceği söylenen çok yer mevcuttur. Bir rivayete göre Mersin'in Tarsus ilçesinde yaşamaktadır. Bir diğerine göreyse Adana'daki Ceyhan ile Misis arasındaki Yılankale'de yaşar. Gaziantep'in ilçesi Islahiye'nin Şahmaran mahallesi (köyü) Şahmaran dağı eteğine kurulmuştur. Islahiye'nin Güney-doğusunda ve 10km uzaklıktadır. Hititlerden kalma Yesemek yakınlarındadır. Şahmaran'ın bu dağda yaşadığına inanılır. Aynı isimli bir efsane Mardin yöresinde de geçer. Bu yörede Şahmeran bir resimle tasvir edilir ve Şahmeran ustaları tarafından yapılan tablolar evlerin duvarlarını süsler.


Efsaneye göre Şahmeran bir yeraltı ülkesinde yılanlarıyla birlikte yaşamaktadır.

Şahmeran'la tanışan ilk insanın ismi bazı kaynaklarda Belkıya olarak geçerken, bazı kaynaklarda bu isim Camşab olarak değişmektedir. Kimi kaynaklarda ise Şahmeran'la ilk buluşan kişinin Lokman olduğu anlatılmaktadır.

Şahmeran'ın öldürülmesi olayı, her değişik söylencede ortak sondur. Bu ortak sonun, yani Şahmeran'ın öldürülüşünün ana amacı insanın sağlık ve şifa bulmasıdır. Hatta bazı anlatımlarda Lokman Hekim'in Şahmeran ile karşılaşması uzun uzun anlatılmakta, şifa veren otların neler olduğu Lokman Hekim'e Şahmeran tarafından söylenmektedir.

Alıntı: https://www.sabah.com.tr/?utm_source=galeridetay_web_anasayfa&utm_medium=galeridetay_web_anasayfa&utm_campaign=galeridetay_web_anasayfa

Şahmaran hangi kitaptan uyarlama? Şahmaran efsanesi nedir? Şahmeran hikayesi gerçek mi?

Şahmaran hangi kitaptan uyarlama? Şahmaran efsanesi nedir? Şahmeran hikayesi gerçek mi?

Netflix'in yeni yapımı Şahmaran, konusu ve oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Dizinin izleyicileri tarafından Şahmaran'ın hikayesi araştırılıyor. Peki, Şahmaran hangi kitaptan uyarlama? Şahmaran efsanesi nedir? Şahmeran hikayesi gerçek mi? İşte detaylar...

Şahmaran hikayesi gerçek mi? Başrollerinde Serenay Sarıkaya, Burak Deniz ve Mert Ramazan Demir'in yer aldığı Şahmaran dizisi Netflix'de seyircisiyle buluştu. Konusu ve oyuncu kadrosuyla dikkat çeken Şahmaran dizisi merak uyandırdı. Kullanıcılar, Şahmaran dizisinin hikayesi araştırıyor. Peki, Şahmaran hangi kitaptan uyarlama? Şahmaran efsanesi nedir? Şahmeran hikayesi gerçek mi? Detaylar haberimizde...

ŞAHMARAN DİZİSİ KONUSU NEDİR?

Öğretim görevlisi olarak Adana'ya giden Şahsu, yıllar önce annesini terk eden büyükbabası ile yüzleşme kararı alır. Bu yolculukta kendisini Şahmaran'ın soyundan gelen ve ismi Mar olan sıra dışı ve gizemli bir topluluk ortasında bulur.

Aşkın ve bilgeliğin temsili olan Şahmaran efsanesine koşulsuz inanan Mar halkı, Şahsu'nun gelmesi ile tarihi kehanetin tamamlanmasını bekler. Büyükbabasının karşısına dikilip geçmişin hesabını sormak isteyen Şahsu ve Maran'ın yollarının kesişmesi ile her şey değişecektir.

ŞAHMARAN HİKAYESİ NEDİR?

Türk-İran-Irak-Kürt ve Anadolu mitolojilerinde rastlanan akıllı ve iyicil olarak tanımlanan bellerinden aşağısı yılan, üstü ise insan şeklindeki Maran adı verilen doğaüstü yaratıkların başında bulunan ve hiç yaşlanmayan, ölünce ruhunun kızına geçtiğine inanılan varlık. Hititler zamanında anlatılmakta olan İlluyanka efsanesinde yılana benzeyen bir yaratık olan İlluyanka'nın fırtına tanrısı Teşup ile olan savaşı anlatılmaktadır. Şahmeran Efsanesi'ne kaynak olabilecek bir diğer mitolojik yaratık da Yunan mitolojisinde Perseus tarafından başı kesilen Medusa'dır.

Haberler.com / Zehra Aygör - Gündem

20230120

Göbeklitepe'den daha eski! Tüm tarihi değiştirecek

Göbeklitepe'den daha eski! Tüm tarihi değiştirecek

30.12.2021

Bilecik İnhisar'da bulunan Gedikkaya Mağarası'nda yapılan kazılarda arkeoloji tarihi için önemli ipuçlarına ulaşıldı. Mağaradan çıkan ve tarihi Göbeklitepe'den daha eski olduğu belirlenen Kalkolitik Çağa ait mermerden yapılan kilya tipi figürünün tüm tarihi değiştireceği belirtildi.

Bilecik İnhisar'da bulunan Gedikkaya Mağarası'nda tarihi değiştirecek bulgulara ulaşıldı. 2019 yılında başlayan kazılarda çıkan bulguların Göbeklitepe'den daha eski olduğu belirtildi. İnhisar Belediye Başkanı Mehmet Kepez "Mağarada günümüzden önce 16 bin 500 yıl öncesi Epi Paleolitik Dönem'de ilk yerleşimler olmuş. İnsanlar dünya üzerinde dolaşmaya başladığı ve yerleşik düzene geçtikleri ilk yerlerden" açıklamasını yaptı.

ÖNEMLİ İPUÇLARINA ULAŞILDI

Başkan Kepez, ilçelerinde yer alan 2019 yılında Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Deniz Sarı’nın bilimsel danışmanlığında kazıların başlatıldığını, arkeolojisi için önemli ipuçlarına ulaşıldı söyledi. Gedikkaya Mağarasında 3 yıl süren kurtarma kazıların son bulduğu anlatan Kepez, "Gedikkaya Mağarası, Bilecik’in, İnhisar İlçesi’nin yaklaşık 1 kilometre güneydoğusunda Gedikkaya (İnkaya) olarak adlandırılan kayalık tepenin kuzeye bakan yamacında yer alır. İn Mağarası olarak tescillenmiş olan mağara, tamamen Sakarya Vadisine hâkim bir konumda yer alır. Kabaca 65 hektarlık bir alanı kapsayan ve tescilli olan Gedikkaya (İnkaya) tepesi ve kuzey yamaçları üzerinde yoğun olarak Klasik Dönemlere ve Ortaçağ’a ait yapı kalıntıları ve Nekropol alanı yer almaktadır. Mağara ağzı kuzeye bakar ve güney yönünde dağın içine girer. Mağaranın deniz seviyesinden yüksekliği 354 metredir. Bu mağarada çıkan bulgular Göbeklitepe'den daha eski olduğu gösteriyor. Mağarada günümüzden önce 16 bin 500 yıl öncesi Epi Paleolitik Dönem'de ilk yerleşimler olmuş. İnsanlar dünya üzerinde dolaşmaya başladığı ve yerleşik düzene geçtikleri ilk yerlerden" dedi.

İLK KAZI 2019'DA BAŞLADI

Kepez, açıklamasının devamında, "2019 yılından itibaren T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilecik Müzesi'nin başkanlığında ve Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Deniz Sarı’nın bilimsel danışmanlığında Bilecik Müzesi uzmanları ve BŞEÜ uzman ve öğrencilerinden oluşan bir ekip tarafından yürütülen kazı çalışmaları başlanmıştır.2019-2021 yılları arasında gerçekleştirilen üç kazı sezonunun sonucunda Gedikkaya Mağarası’nın bugüne dek Paleolitik, Neolitik ve Kalkolitik olmak üzere üç farklı dönemde yerleşime sahne olduğu anlaşılmıştır" dedi.

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Deniz Sarı ise, mağarada Hellenistik ve Roma dönemlerine ait çok az sayıda ele geçen malzeme olduğunu anlatarak, "Mağaranın yer aldığı kayalık tepenin eteklerinde yer alan yerleşim yerinin sakinlerinin zaman zaman belli amaçlarla mağarayı ziyaret ettiğine işaret etmektedir. TÜBİTAK MAM laboratuvarında yapılan karbon 14 yaş tayini analizlerinin sonuçlarına göre mağarada bilinen ilk yerleşim günümüzden 16 bin 500 yıl önce başlamıştır (MÖ 14500). Pleistosen olarak tanımlanan Son buzul Çağı’nın sonlarına denk gelen bu tarihe ait yerleşim izleri ve buluntuları büyük oranda mağara duvarları boyunca saptanmıştır. Söz konusu Dönem Anadolu’da bugüne dek çok az bilinen Epipaleolitik Dönem kültürleri hakkında yeni bulgular ortaya koymaktadır" dedi.



"FARKLI ÖĞELER İÇERMEKTEDİR"

M.Ö. 7700-7100 yıllarında Gedikkaya’nın Neolitik Dönem’de de yoğun bir iskâna sahne olduğu anlaşıldığı anlatan Doç. Dr. Deniz Sarı, "Neolitik tabakalarında saptanan buluntu grupları şaşırtıcı bir şekilde bilinen Kuzeybatı Anadolu Fikirtepe ve Fikirtepe öncesi Neolitik kültürlerinden farklı öğeler içermektedir. Bunlar içerisinde Balkanlar, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu kültürleri ile ilişkilendirebileceğimiz çanak çömlek yer almaktadır. Çoğunluğu dioritten yassı baltalar, vurgu taşları, öğütme taşları, el taşları, dilgiler, kazıyıcılar, ok ve mızrak uçları, aşı boyaları, ağırşaklar, delikli keramikler, tığ, delici, mablak gibi çeşitli kemik aletler mağarada gerçekleştirilen taş işçiliği, ahşap işçiliği, dokumacılık gibi zanaat kollarıyla ilgili önemli veriler sağlar" dedi.

Öte yandan ele geçirilen bir diğer buluntu grubu ise bir sonraki Kalkolitik Çağ’a (M.Ö. 5500-3500) tarihlendirilen mermer kap parçaları ve bunların stalagmitten taklitleri ve yine mermerden kilya tipi bir figurin gövde parçası buradaki toplulukların bu defa Ege dünyası ile ilişkilendirmektedir.

Kaynak: İHA


20230118

📰✍️ Şive gerçekten bulaşıcı mı? '3 günde Artvinli gibi konuşmaya başladım'

 

ŞİVE GERÇEKTEN BULAŞICI MI? | '3 günde Artvinli gibi konuşmaya başladım'

Sedef Batı
sbati@hurriyet.com.tr
Oluşturulma Tarihi: Ocak 17, 2023

Şiveli konuşan arkadaşlarınızla ya da akrabalarınızla çok zaman geçirdiğinizde konuşmanızın değişmeye başladığını hissediyor musunuz? Eğer öyleyse, yalnız değilsiniz çünkü yeni bir çalışma, ortak bir amaç için birlikte çalışan insanların birbirleri gibi konuşmaya başladıklarını ortaya koydu. Peki nasıl oluyor da hiç bilmediğimiz bir şive birkaç günde dilimize dolanıyor? Hem araştırmanın detaylarını konunun uzmanı ile konuştuk hem de etrafındakilerin şivesini kısa sürede kapan insanların hikayelerini dinledik.

ABD'de bulunan üç üniversiteden araştırmacılar, insanların farklı bir aksana sahip kişilerle konuşurken sesli harflerin telaffuzunu taklit etmeye başlamasıyla ortaya çıkan bir olgu olan 'fonetik yakınsama'yı araştırmak için bir çalışma yürüttü.

Pennsylvania Eyalet Üniversitesi, Villanova Üniversitesi ve Pennsylvania Üniversitesi’nin ortak projesi olan araştırma, birlikte çalışan ve belli bir görevi yerine getiren insanların birbirleri gibi konuşmaya başladıklarını ortaya koydu. Dahası görev ne kadar ilgi çekiciyse, fonetik yakınsama oranının da o kadar yüksek olduğu anlaşıldı.

Çalışmada, katılımcılar birlikte çeşitli kelime eşleştirme oyunları oynadı. Bu oyunlardan bir kısmı sanal bir dünyada gezinme gibi oldukça ilgi çekici özelliklere sahipken bazıları listeden sözlük seçmek gibi daha az ilgi çekici oyunlardı.

Science Direct'te yayımlanan çalışma, katılımcıların aksanlarının frekans ve sesli harf uzunluğu gibi bölümlerinin değiştiğini ve birbirine daha çok benzeyecek şekilde birleştiğini buldu. İnsanların başka bir kişinin aksanını ne sıklıkta kaptıkları, ellerindeki işle ne kadar meşgul olduklarına da bağlıydı. Bir kişi sohbette ne kadar çok etkileşimde bulunursa, o sesten ve aksandan o kadar çok etkileniyordu.

Konuşmacının cinsiyeti, ırkı ve konuşmadaki rolü (örneğin sohbeti yöneten kişi mi yoksa sadece bir dinleyen mi olduğu) gibi faktörler de başka bir kişinin aksanının benimsenme seviyesini etkiledi. 

Dilbilimci Lacey Wade, araştırmaya katılan gönüllülerin güçlü aksanlı birini duyduktan sonra o aksan ile konuşmaya başladığını tespit ettiklerini söyledi.

Geçen yıl yine Pennsylvania Üniversitesi'nde yapılan başka bir araştırma, bir arkadaşımızın veya bir TV karakterinin 'dilsel yakınsama' olarak bilinen bir olguda konuşmasını duyduktan sonra sesini taklit ettiğimizi ortaya çıkardı.

Çoğumuz iş yerinde, okulda ya da akrabalarımız arasında farklı aksanlarla konuşan insanlarla vakit geçiriyoruz ve bir müddet sonra onlar gibi konuşmamıza kendimiz bile şaşırıyoruz. Gelin etrafındakilerden etkilenip hiç bilmediği bir aksanda konuşmaya başlayan birkaç kişinin hikayelerini onların ağzından dinleyelim.

‘EGE ŞİVELİ BİR ÇERKEZ’

Elif V. (43)

Ben doğma büyüme Samsunluyum ama benim yaşadığım bölgede güçlü bir Karadeniz şivesi hakim değil. Öyle "Celeyirum, cideyirum"ların havada uçuştuğu bir yerde büyümedim. Cümle aralarına bolca ‘daa’ eklemek dışında dilimize dolanan baskın bir şivem olmadı.

Üniversiteyi Ankara’da okudum. Arkeoloji okuduğum için de yazları kazı için genelde Ege köylerindeydim. İşte Ege yemeklerine de insanına da şivesine de orada kapıldım.

Bence insanın etrafında konuşulan şiveyi çok kısa sürede kapması gönüllü olması ile alakalı. Ben Ege’yi, Egelileri o kadar sevdim ki o şiveyi kapmamam mümkün değildi. Onlardan biri gibi olmak, onlar gibi konuşmak bana büyük keyif veriyordu. Kazıya gittiğimiz her köyde onlardan biri oluveriyordum, köyden köye değişen şiveye de hemen adapte oluyordum.Onlar da beni “Sen bizim köyün kızı gibisin” diye daha çok severlerdi.

Yani bizim oraların Celeyirum'u 'Geliveeceeeeeem'e dönüveriyordu o kısacık sürede. Kazı bitip veda vakti yaklaşınca dilime yerleşen “Geliveeceeeeeem, gidivieeeceeeeeem, a'maniiiiiinn, yapmayıverin garii” şeklindeki o şive benimle birlikte Ankara’ya da geliyordu Samsun’a da…

Bazen komiklik olsun diye yaptığımdan, bazen onlara duyduğum özlemden, bazen de bilinçsizce kayan şivemden dolayı yeni tanıştığım insanlar beni Egeli zannediyorlardı. Beni çok iyi tanıyan ve Çerkez olduğumu bilenler de ‘Ege şiveli Çerkez kızı’ diye tanıtırlardı.

Ülkemizin dört bir yanında kullanılan onlarca şive var Ege şivesine bayılıyorum ama keşke hepsini yerinde deneyimleme şansım olsa, ezberim ve taklit yeteneğim çok iyi olduğu için hepsini çok kısa sürede kapacağıma eminim.


‘BAKTIM Kİ BEN DE GIPRISLI GİBİ KONUŞMAYA BAŞLAMIŞIM’

Senem K. (38)

Üniversite için İstanbul'a taşındığımda yurttaki iki oda arkadaşım dışında kimseyi tanımıyordum. Dolayısıyla hazırlık senesi İngilizcemi geliştirmenin yanı sıra çevre edinmek için de önemliydi.

İlk gün derse gittim, rastgele bir sandalyeye oturdum. Yanımda bir kız oturuyor. Selamlaştık, tanıştık. İsmi Melek'miş.

"Hangi bölümdesin? Kitapları nereden alıyoruz?" filan diye havadan sudan konuşurken kızın aksanı dikkatimi çekti. Anadilinin Türkçe olduğu belli ama tam da bizim gibi konuşmuyor. Yabancı gibi ama adı soyadı Türkçe. Çıkamadım işin içinden.

Şunu da belirteyim: Şimdi de öyle midir bilmem ama o zamanlar bırakın Türkiye'yi dünyanın her yerinden insan vardı bizim okulda ve yeni tanıştığınız birine özellikle de aksanı nedeniyle pat diye "Nerelisin?" diye sormak ayıp kabul edilirdi.

Neyse... İlerleyen günlerde birbirimizi daha iyi tanıdıkça öğrendim ki Kıbrıslıymış Melek. İtiraf edeyim küçük şehir çocuğu olarak o yaşıma kadar bir Kıbrıslıyla tanışmamış ve KKTC'ye hiç gitmemiştim.

Gel zaman git zaman muhabbetimiz, samimiyetimiz arttı. Üç dört kişilik bir arkadaş grubuna dönüştük. Melek'in evine yemeğe, Ally McBeal izlemeye gitmeye filan başladık. O arada baktım ki ben de yavaştan Melek gibi konuşmaya başlamışım. Şimdiki zamanları yutup "Başım ağrıyor" yerine "Başım ağrır" dediğimi, eşe dosta hal hatır sorarken "N'aber?" yerine "N'apan?" kelimesini kullandığımı fark ettim bir noktada. Hatta arkadaş grubumuzun geneline sirayet etmişti bu durum. Hepimiz Melek gibi konuşuyorduk artık.

Sonra hazırlık bir anda bitti, yaz tatilinde herkes evine gitti. Ertesi yıl bölümlerimize geçince hepimiz yeni arkadaşlar edindik, hazırlıktaki grubumuz da arada kantinde görünce ayaküstü sohbet edilen kişilere dönüştü. Benim de Türkçem eski haline döndü. Sonra okul da bitti, Melek memleketine temelli döndü ve 40 yılda bir sosyal medyada görünce 'kalp' atılan o arkadaşlardan biri oldu.

Kıbrıs aksanıma gelince... Her zaman değil ama Kıbrıslı birinin konuşmasını (mesela MasterChef 2020'nin yarışmacılarından Tanya Kilitkayalı) duyar duymaz hemen yeniden dilime yerleşiveriyor: "Napan gardaş? Tamamsın gendin?"


RİZE'DE ‘KIZ GİBİ KONUŞMA’, İSTANBUL’DA ‘AHA GELDİ DURSUN’

Yılmaz S. (32)

İlkokul ve ortaokuldayken yaz tatillerinde baba ocağı Rize'ye giderdik. Bu durum hiç sekmezdi, yazın neredeyse bir ayım orada geçerdi. Tamam, Rize yeşil bir cennet ve üstelik denizi de var. Dünyanın en güzel ve özel yerlerinden biri… Bir çocuk için nefis bir macera alanı… Ama yine de benlik değildi. Hiç istemezdim gitmeyi…

Fakat 7-8-9-10 yaşlarındaysanız, elinizden bir şey gelmiyor. Hiç unutmuyorum 15 saatten fazla süren yolculuk, birkaç gün öncesinden rüyalarıma girerdi. Hele Samsun geçildikten sonra başlayan kemençe sesi… Hâlâ bir kemençe ya da tulum tınısı duysam o yol gözümde canlanır.

O yıllarda memlekete gidince hem kuzenler hem de komşu çocukları benim için ‘Sosyetik uşak geldi’ derlerdi. Adım ‘İstanbolli’ye çıkmıştı… Düşünün o yıllar 15 milyona yakın nüfusu olan koca bir şehrin yükü omuzlarımda… 7 tepeli dünyanın incisini ‘İstanbolli’ olarak temsil ediyorum. Hey gidi koca İstanbul, bana çok şey borçlusun. Neyse…

Rize’nin şehir merkezinde değiliz. Yemyeşil bir cennetin ortasındayız. Bir çocuk için keşfedecek çok şey var ve özgürüz. İstediğimiz gibi gezip tozuyoruz. Kayboluruz endişesi falan da yok. Zaten ailelerde “Benim uşağuma bir şey olmaz. Cin gibidu uşağım” mantığı var. Bir de herkes birbirini tanıyor. Dağ, taş, toprak geziyoruz. Abartmıyorum ayı da görüyoruz çakal da yaban domuzu da… Korku var mı? Gram yok…

Bu ‘keşif’ maceralarında tabii benim aksan ‘İstanbolli’ye kaçıyor. Derdimi İstanbul'daki anlatıyorum, diğer çocuklar “Kız gibi ne konaşaysin yaaa, kiz misin yokusam” diyor. Yani bir de akran zorbalığına maruz kalıyorum. Öyle ki insan kendini sorguluyor. Öyle üstüme geliyorlar ki ben yanlış konuştuğuma ikna oluyorum resmen… 

Onlar ‘geliyorum’ diyemiyor ama öyle ikna ediciler ki ben onlar gibi konuşmaya çalışıyorum. Mesela bir kelime söylüyorum “Onu öyle değil böyle diyeceksun” diyorlar. Türkçeyi baştan öğreniyordum anlayacağınız. Orada kaldığım süre boyunca da dört dörtlük Rizeli oluyordum.

“Anneee habu yemekten beraz daha koysana” diyorum. Bu sefer de annem “Koy ne demek, verir misin?” diyor. “Gidelum mi ne olursunuz” diyorum, “Ne yalvarıyorsun, gidelum ne, gidelim diyeceksin” diye düzeltiliyorum. Bunun gibi onlarca örnek sayabilirim.

Tam böyle konuşmaya alışmışken bu sefer Rize’deki macera bitiyor, dönüyoruz İstanbul’a… O yıllar Beyoğlu’nda yaşıyoruz ve okulum da haliyle burada… Bu sefer de burada oluyorum “Ahaaa Dursun geldi”… Hey Allah’ım… Öyle olsa olmuyor böyle olsa olmuyor. Bu Aksan meselesi çocukluğumu yedi resmen...

Okulda da ayrı sorun yaşadım. Her tatil dönüşü öğretmenim, annemi babamı çağıyordu. 'Bu çocuk her seferinde bunu yaşıyor. Hiç mi dikkat etmiyorsunuz' diye onlara kızıyordu. Annem az çok öğretmeni anlıyordu da babam anlamıyordu ki… Babam normal konuştuğumu sanıyordu zaten… Adam 60 yaşına geldi, 40 yıldır İstanbul’un en elit yerlerinde yaşıyor hâlâ “geliyrummmm” diyor. Ah Rize, yine de seviyorum seni…


‘ÜÇ GÜNDE ARTVİNLİ GİBİ KONUŞMAYA BAŞLADIM’

Buse K. (28)

Üniversitede tanıştığım ilk kişi Artvin’den gelmişti. Konuşmasında da yerel şiveyi taşıyordu. Hatta Artvinli olduğunu bilmeyenler şivesini tam anlayamayıp Rus göçmeni bile sanıyordu. Arkadaş ortamında normal bir cümle bile kursa herkes gülmeye başlıyordu. Çünkü çoğu İstanbul’dan gelen arkadaşlarımız, belki de ilk defa yoğun şivesi olan biriyle karşılaşmıştı. Artvinli arkadaşım ise bunu o kadar kafaya takıyordu ki ortamlara pek fazla girmemeye çalışıyordu.

Bir süre sonra ben de ‘Bir yıldır burada neden hâlâ şivesi düzelmedi?’ demeye başladım. Ta ki evlerine gidene kadar… Annesi, babası ve iki kardeşiyle birlikte yaşadıkları eve ben de üç gün misafir oldum. Sohbetlerine gülmekten kırılıp geçerken birinci günün sonunda onlar gibi cümleleri uzatarak konuşmaya başladığımı fark ettim. Kardeşine ise tıpkı onlar gibi ‘Umit’ diyerek sesleniyordum. Sanki doğrusunu hiç bilmiyormuş gibi…

‘Ha bunu ver’, ‘yapacam’, ‘edecem’ demeye başlayınca artık o evden ayrılmamın zamanının geldiğini anladım. Arkadaşımın da şivesini düzeltmesinin o evde ne kadar zor olduğunun farkına vardım. Bendeki şive hemen geçse de ara sıra konuştuğum arkadaşımda okul bitip Artvin’e döndüğünde daha da artmış.

Fonetik yakınsama, insanların birbirleriyle konuşurken aksanlarının daha benzer hale gelmesidir. Konuşan kişinin cinsiyeti, ırkı ve sohbetteki rolü; seslerinin ne kadar değişeceğini veya ne kadar az değişeceğini etkileyebilir. Prof. Dr. Ahmet Buran ise fonetik yakınsamayı “İçinde yaşanan dil bölgesinin söyleyiş ve ses özelliklerini benimseyerek onlara yakın konuşmaya çalışmak” olarak tanımladı.

Fırat Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Buran, şiveli konuşan kişilerle uzun süre vakit geçirildiğinde insanların ister istemez etkilenme olduğunu, bazı sözcüklerin telaffuzunda veya sözlerin seçiminde yaşanan çevrenin ya da sürekli vakit geçirilen kişinin tercih ettiği sözcük ve kelimelerin seçilebildiğini söyledi.

Kendisinin de benzer şekilde gözlemlediği pek çok kişi olduğunu belirten Buran, bunun canlı bir örneğini bizlerle paylaştı:

“Mesela benim Konyalı bir arkadaşım var, uzun süre Diyarbakır’da yaşadı ve Diyarbakır ağzı ile konuşmaya başladı. Vurguları, tonlamaları, seslerin telaffuzunda bu etkilenmeyi yaşadı.”

Peki neden bazı insanlar bu şekilde etkilenirken bazılarını asla etkilenmiyor?

O bölgede ya da o konuşma tarzının yaşandığı çevrede ne kadar bulunulduğunun önemli olduğunu belirten Buran, diğer nedenleri ise şöyle açıkladı:

“Kişi kendi konuşma biçimini özel olarak korumak ister ve bilinçli bir tutum içine girerse, konuşması değişmeyebilir ama yaşadığı çevre ile özdeşleşmeyi benimseyen kişi daha fazla etkilenir. Orada kişi kendini farklı biri olarak tutmaz da o konuşma ve davranış biçimini benimser."

"Mesela bir Karadenizlinin o bölgeye özel şivesi ile konuşurken kullandığı dilin yanında keskin bir tarzı, bir edası vardır. Onu her bölge için gözlemlemek mümkündür" diyen Buran, kendini bulunduğu yerdeki insanlardan farklı görüp ve korumaya çalışanların o konuşma şeklinden, şivesinden etkilenmeyeceğinin altını çizdi.


Alıntı/Kaynak: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/3-gunde-artvinli-gibi-konusmaya-basladim-sive-gercekten-bulasici-mi-42203437

20230117

📰✍️ 🇹🇷‘Türk’ demek bu kadar mı zor? - Kemal Ateş

17 OCAK 2023 00:10

Yaklaşık bir yıl kadar önce hem Aydınlık’ta, hem Cumhuriyet’te ele aldım bu konuyu. Bu saçma gidişe kendimce dur demeye çalıştım.

“Fransız edebiyatı, İspanyol edebiyatı, Yunan edebiyatı, Bulgar edebiyatı” diyeceksiniz ama “Türk edebiyatı” demeyeceksiniz?

Soros’çuluk aydınlarımızı bu hale getirdi; her yele yelken açan bir aydın öbeği yarattı.

Kitaplığımdan rastgele seçtiğim bir kitaptan bir örnek… Halit Ziya Uşaklıgil, “Hikâye” başlığıyla 1891 yılında yazdığı makalesine, “Türk edebiyatında hak ettiği önemli yeri alamayan edebiyat dallarından biri de…” diye başlıyor bir yazısına.

Özellikle tarihe dikkat edin, benim rastgele bulduğum bu kaynakta “Türk edebiyatı” sözü 1891 yılında kullanılmış. Zaten“edebiyat” sözcüğü de ilkin 1860’lı yıllarda kullanıldı, demek ki bundan yirmi yıl kadar sonra da “Türk edebiyatı” demeye başladık.

Yaklaşık 140 yıldan beri edebiyat tartışmalarında “Türk edebiyatı” denir bizim edebiyatımıza.

Bu edebiyatın geçmişiyse çok eskilere gider.

Bildiğimiz ilk metinleri 8. yüzyılda bengi taşlara yazılmış Göktürk Yazıtları’dır. Daha eski örneklerden de söz edilir.

11. yüzyılda yazılan Divanü Lügâti’t Türk, Kutadgu Bilik, Türk edebiyatının şaheserleri arasında anılır. Çok eski bir geleneği olan Türk edebiyatı 13. yüzyılda Yunus Emre gibi büyük bir ozanı yarattı. Halit Ziya’dan Tanpınar’a, Abdülhak Şinasi Hisar’dan Suut Kemal Yetkin’e, Nurullah Ataç’tan Kemal Tahir’e, Orhan Kemal’e değin, bu edebiyatı yapan, kuran ve adını koyan büyük yazarlarımız “Türk edebiyatı”, “Türk romanı” “Türk şiiri” dediler. “Türk romanı” demek yalnız Türkçe roman demek değildir, onun kendine özgü özellikleri vardır ayrıca.

Türk edebiyatına “Türkçe edebiyat” demeye çalışanlar dilden, dilbilimden habersizler. Bu kavramlar, bu terimler dünya ölçeğinde düşünülür. İngiliz, Fransız, Yunan, Bulgar edebiyatları var oldukça, bu kavramları, bu terimleri yok edemeyeceğinize göre, “Türk edebiyatı” terimini de yok edemezsiniz. Yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde Türk Edebiyatı bölümleri var, Türk Edebiyatı Bölümü diye yazılmış yüzlerce, binlerce tabela, “Türk edebiyatı” adını taşıyan milyonlarca diploma var, o diplomalardan birinin sahibi de benim. Ben “Türkçe edebiyat bölümü” değil,“Türk Edebiyatı Bölümü” mezunuyum, diplomamda böyle yazar. Kusura bakmayın, benim diplomamdaki bölüm adı her yele yelken açan kafalarca değişmez!..

Bu aklı evvellere göre, “Fransız ve İngiliz romancılarının Türk romanı üzerindeki etkileri…” gibi bir cümle yanlış, hatta faşistlik… “Fransız ve İngiliz romancılarının Türkçe yazan romancılar üzerindeki etkileri…” diye tuhaflaşacak cümleniz. Bütün cümleleriniz böyle tuhaflaşacak… Fransız romanı, İngiliz romanı, Alman romanı, Yunan romanı denebilir, ancak Türk romanı denmeyecekmiş.

Yunan ve Bulgar edebiyatının Türk edebiyatı üzerindeki etkileri…” gibi bir cümle de doğru değilmiş. Ne diyeceğiz? Yunan ve Bulgar edebiyatının Türkçe edebiyat üzerindeki etkileri…” diyeceksiniz.

Yunan edebiyatı, Bulgar edebiyatı doğru, “Türk edebiyatı” demek yanlış… Çünkü Türklerden başka halklar da varmış ülkemizde. İyi de Yunanistan’ın, Bulgaristan’ın nerdeyse onda biri Türk kökenlidir. Orada yaşayan Türkler yüzünden Yunan edebiyatı yerine “Yunanca edebiyat”, Bulgar edebiyatı yerine “Bulgarca edebiyat” denmesini isteyebilir misiniz?

Şu söz aslında bir dil kuralını, bir dil gerçeğini de anlatır bize:

Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani?

Yerleşmiş bir ada dokunma diyor bu söz.

Yüz kırk yıllık Kani’yi Yani yapmak gerçek bir faşistliktir, onlara şunu da sormak isterim:

Adem Baba’nın adını da değiştirecek misiniz?

📚Haftanın kitabı: 
Yalçın Yusufoğlu’nun 📖Sinemanın Dünü (h2o Yayınevi 2022) adlı yapıtını size haftanın kitabı olarak önermek istiyorum. Okumak için doğru kitap seçmek gibi, izlemek için de doğru filmlere yönelmemizde bize yardımcı olacak, rehberlik edecek, sinema tarihine sınıfsal açıdan bakan, önemli bir birikime dayanan iyi bir çalışma.


Alıntı:: https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/turk-demek-bu-kadar-mi-zor-361644

🕯🇹🇷Kahraman, gözü kara bir Türk Subayı Korg. Hasan Kumdakçı’yı kaybettik

Kahraman, gözü kara bir Türk Subayı Korg. Hasan Kumdakçı’yı kaybettik.
Türk milletinin başı sağolsun.
Vatan sağolsun...


Batı Avrupalı, Rum ve Yunanlı motosikletlilerin arkasında Batı kamuoyunun güçlü bir desteği var. Rum-Yunan Ortodoks kiliseleri de destek veriyor. ABD büyükelçisi de iki günde bir Korgeneral Hasan Kumdakçı’ya gelip, “Motosikletliler sınırınızı geçip bayrak direğinize bir bez parçası asacaklar, bundan bir şey olmaz” diyor. Bez parçası diye adlandırdığı Rum bayrağı. Böylece olayı hafifletme çabasında. Kumdakçı Paşa da ABD Büyükelçisine, “Öyleyse Rauf Denktaş Bey’den izin alın, ben sessiz kalayım” diyerek zekice bir tuzak kuruyor. Fakat Büyükelçi tuzağın farkında, “O zaman KKTC’yi tanımış oluruz” diyor. Bunun üzerine Korg. Kumdakçı, “O halde bizi zorlamayın. Bizim sınırımızı geçmeye kalkan kim olursa olsun kurşunlarım. Onun için sakın sınırda bulunan bayrak direğine çıkıp Türk Bayrağını indirmeye ve Rum bayrağı çekmeye yeltenmesinler” uyarısını yapıyor.

KRİZE ÇÖZÜM EMRİ

Korg. Hasan Kumdakçı, Türk askerine gereken emri veriyor ve gerekçesini şöyle açıklıyor:
“Eğer sınırımızı bir kişi geçer, Bayrağımızı indirirse ben Türkiye’ye dönmem, dönemem. Alnıma tabancayı dayar, dokunurum tetiği”.

11 Ağustos 1996 günü, işin ciddiyetini anlayan motosikletlilerden yarısı işin ciddiyetini anlıyor ve vazgeçiyor, ortada sadece Rumlar ve Yunanlılar kalıyor.

KRİZE KÖKLÜ ÇÖZÜM

14 Ağustos 1996 günü 35-40 bağnaz Rum ve Yunanlı, hududumuzu delip Bayrağımızı indirmeye kalkınca, bayrak direğine tırmanan bir Rum, Türk Bayrağına dokunamadan tek kurşunla yere indiriliyor. Bu Türk düşmanı bağnaza yardımcı olan iki İngiliz askeri de kalçalarından vuruluyor.

İNGİLİZLER NİÇİN KALÇADAN VURULDU

Korg. Hasan Kumdakçı, sonrasını şöyle anlatıyor:
“Olaydan on dakika sonra odamda oturuyordum, BM Barış Gücü Komutanı Tuğgeneral ve BM Kurmay Başkanı İngiliz Albay geldi:
- Sayın Generalim, çok kötü şeyler oldu. Bayrak direğine çıkan bir kişi öldü ve iki İngiliz askeri kalçasından yaralı.
“Onlara dedim ki; ‘Sizi kaç gündür uyarıyorum. Bu işe engel olabilirdiniz, olmadınız. Üstelik o vurulan İngiliz askerleri de motosikletli bağnazı direğe doğru yönelttiler. Engel olabilirlerdi, olmadılar. Merak etmeyin Albayım, biz iki İngiliz askerini sadece uyardık, öldürmedik. Onun için kalçalarından uyarıda bulunduk.
“BM Kurmay Başkanı Albay:
- Ölebilirlerdi Generalim, diye sesini yükseltiyor.”
İngiliz Albay küstahlaşınca, Kumdakçı Paşa odadaki havalı tabancayı alıyor. Albaya diyor ki; ‘Yan taraftaki hedefi yenile’. Albay şaşkındır ama hedefi yeniliyor. Paşa 25 metreden beş el ateş ediyor, Albaydan puanları okumasını istiyor. Puanlar okunuyor, 50 üzerinden 5 kurşun da 49’a isabet etmiş. Biraz önce küstahça konuşan İngiliz Albay şaşırıyor ve susuyor.
Korgeneral Kumdakçı, ‘Şimdi anladınız mı?.. Türk bayrağını indirmek isteyeni vurup etkisiz hale getirmek istedik ve istediğimizi yaptık. Sizin iki İngiliz’i öldürmek istemedik, sadece uyardık’...”
Derin krizler ancak beklenmeyen yöntemlerle çözülüyor.

20230116

İlk 🇹🇷✈️Türk Uçağından Milli Muharip 🛩Uçak'a

 




Mustafa Kemal Atatürk`ün 8 Temmuz 1920`de Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşma

 

Mustafa Kemal Atatürk`ün tam da 100 yıl bundan önce 8 Temmuz 1920`de Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşma

📰✍️ Türk arkeoloji ve kültürel mirasımız ve devrimlerimiz - Şule Perinçek

15 OCAK 2023 00:09

Türk Arkeoloji ve Kültürel Miras Vakfı kuruluyor. Ne zamandır bekliyordum. Kanun teklifi Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonunda kabul edildi, Genel Kurul’a gidiyor. Türk ve İslam arkeolojisi ile ilgili alanlarda bilimsel çalışmalar yapacak, bu alanlarda kütüphane ve müzeler açacak, kültürel miras konusunda iş birlikleri yapacak, yurt dışında arkeolojik kazı, araştırma ve incelemelerde bulunacak, destekleyecek…

Bu belki de yarım kalmış bir görev. Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında… yok yanlış oldu… Meclis’in İstanbul’dan Ankara’ya taşındığı ilk günlerden bu yana özellikle duyarlık gösterilen bir konu.

Atatürk’ün Meclis’i açış kapanış konuşmaları… kadınlara, öğretmenlere, yurt gezilerinde halka yaptığı seslenişlerinde mutlaka bir biçimde geçer.

Devrimin liderinin aklı ölüm döşeğinde bile bu konuda.

26 Eylül 1938’de hekimler kesin istirahat demişler. Doktorlar konuşmasına bile izin vermiyorlar. Yanına belli sürelerle girilebiliyor. Dolmabahçe’de denize bakan odalardan birinde yatakta.

Afet İnan içeri girince gazetelerden haberler veriyor, Mustafa Kemal okuduğu kitaplardan bilgiler aktarmasını istiyor. Bir de Türk Tarih Kurumu’nun devam eden arkeolojik kazı işlerinden, yeni buluntularından ayrıntılı haberler…(Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. 30, s.280, 26 Eylül 1938)

Bu kazılara çok önem veriyor, büyük kaynaklar ayrılıyor.

Prof. Dr. Eugene Pittard ve eşi Helene 1938’de Ankara ve İstanbul Üniversitelerinde konferanslar vermeye gelmişler. Onlarla da Çankaya’da otururken masanın üzerindeki sigara kutusunun üzerindeki bir haritadan başlarlar konuşmaya. Atatürk, bugünkü Türklerden Osmanlılar’a ordan Selçuklular’a Etiler’e asırlar boyunca geri gider Asya’ya kadar… İlk tartışma da zaten Avrupa’daki tahıl ve hayvanların köklerinden başlamıştır.

Pittard, bu görüşmeyi şu sözlerle aktarıyor:

“Büyük millet olmuş bu milletin tarihini arkeolojik vesikalar, tabletlere kazınmış kitabelerle canlanmış görmeyi tasavvur ediyor.” 

(ATABE, c.30, s.197)


TÜRK TARİHİ DEVRİMLE YENİDEN YAZILDI

Tarih ve coğrafya elbette önemliydi.

Başkentte yeni kurulan Üniversite’nin adını koyarken bile özen gösteriliyordu.

Türk tarihi bir devrimle yeniden yazılıyordu.

Üstelik bu dünyada kendi alanında bir ilk devrimdi.

Türk ve İslam kültürünün öncü ve kurucu özellikleri üzerine kendine özgü yepyeni bir inşa faaliyeti yükseliyordu.

Kuşkusuz geri dönüp tarihsel gerçeklik irdelenmeli. Gün ışığına çıkarılmalıydı.

Devrimin başarısı onun yaşamasına bağlıydı.

Sağlam ellere ve özgür ve başıdik yurttaşlara teslim edilmeliydi.

O yurttaşlar bu kültürle donatılmalıydı.

İbn Haldun’un dediği gibi “Tarih bilimlerin anası”dır.

Birinci Tarih Kongresi toplanırken Türk tarihinin ana hatları, kaynakları araştırılması ve arkeoloji yoluyla yeni bilgilere ulaşmak hedefleniyordu. Arkeoloji, antropoloji, etnoloji bütün bu alanlarda araştırmaları Batılılar yönetiyordu. Bizim zenginliklerimizi de bize aktaran, yorumlayan, tanıtan onlardı. Batı merkezli bakış açısı egemendi. Biz de kendimize böyle bakıyorduk. Daha doğrusu Tanzimatçı böyle bir damar dayatılmaya çalışılmıştı. Türk milletinin bünyesi kabul edemezdi.

İşte bu alana müdahalemiz böyle başladı. Tarih, gerçeklere ve bilime dayanarak yeniden yazılacaktı. Araştıracak, bulacak, keşfedecek, inceleyecek, yorumlayacak yeni uzmanlarımız yetişmeliydi. (ATABE, c.28, s.154)

BİZ DİYE BAŞLAYAN TÜMCELER NASIL BİTECEK

Bağımsızlığın tacı evet doğru, ekonomi.

Ama taşıyacak baş daha da önemli.

Ekonomiyi bile o yönlendiriyor.

Biz yaparız.

Çünkü biz…!

Diye başlayan tümceler nasıl bitecek? Buna biz karar vereceğiz,

Bugün de bu tartışma sürüyor.

Çünkü bizim Ordumuz… Çünkü bizim Atatürk’ümüz… Çünkü bizim milletimiz…

Çünkü bizim dinimiz… Çünkü bizim tarihimiz… Çünkü bizim komşularımız, dostlarımız, düşmanlarımız…

Yapamaz … edemez mi…

Yoksa yaptık, daha iyisini yine yaparız mı…

... (İstihbarat)  raporlarına yazıyorlar ya… bu Türkleri tarihlerinden koparmak gerekir.

İşte tam tersine yarım kalmışları tamamlamak üzere bu çalışmalar bizi bu açıdan çok heyecanlandırıyor.

Yarım kalmış gerçekler o kadar çok ki…

Bizden tarihimiz saklandı.

Bizden devrimlerimiz saklandı.

Bizden Hz. Muhammed, Atatürk bile saklandı.

Ya da Datça’da şerefine buzlu rakı kadehi tokuşturmaya ve yanında Yunan mezesi atıştırmaya ve de arkasından karton bardaklı filan marka kahve suyu içmeye indirgendi.

Bilimi, sanatı, siyasetimizi, ekonomimizi ve tayin edici olan kültürümüzü özgürleştireceğiz!

Önümüzde önemli fırsatlar var.

Milletimiz hazır.

TÜRK ARKEOLOJİ VE KÜLTÜREL MİRAS VAKFI’NIN AMACI 

Vakıf, amaçları kapsamında öncelikle Türk ve İslam arkeolojisi ile kültürel mirası olmak üzere antropoloji, sanat tarihi, tarih, epigrafi, nümismatik gibi tüm ilgili alanlarda Türkiye, Avrupa, Orta Doğu, Balkanlar, Akdeniz, Ege, Karadeniz, Kafkasya, Orta Asya, Güney Asya ve dünyanın diğer bölgelerinde tarihi çağlar boyunca var olan kültürlerin ve sanatların, Türk bilim insanları ve öğrenciler tarafından her yönüyle çalışılmasını teşvik edecek ve bu alanlarda yapılan bilimsel araştırma ve çalışmaları destekleyecek.

Vakıf, faaliyetlerini tek başına gerçekleştirebileceği gibi kültürel mirasın korunması, yönetimi ve geliştirilmesi için kamu kurum ve kuruluşları, gerçek ve tüzel kişiler ile işbirliği yapabilecek.

Vakıf, kamu kurum ve kuruluşlarına, özel kuruluşlara, uluslararası kuruluşlara proje teklifleri sunabilecek, ulusal ve uluslararası yarışmalara katılabilecek, ulusal ve uluslararası yarışmalar düzenleyebilecek.

Vakfın faaliyetlerinden Türk Arkeoloji ve Kültürel Miras Vakfı Yönetim Kurulu tarafından belirlenenler, vakıf bünyesinde oluşturulan ve merkezi Gaziantep'te bulunan Türk Arkeoloji ve Kültürel Miras Enstitüsü tarafından yürütülecek.

GÖNLÜNÜZ SİZE DOĞRU OYU SÖYLER

Türk Arkeoloji ve Kültürel Miras Enstitüsü’nün yayımladığı kitapları ilk görünce diyorsunuz ki biz neyiz de haberimiz yok

...

https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/turk-arkeoloji-ve-kulturel-mirasimiz-ve-devrimlerimiz-361237


20230114

Nazım Hikmet 121 yaşında: ‘Kemalizm’e düşmanlık

 

Nazım Hikmet 1954 Yılında Budapeşte Radyosunda yaptığı konuşmada; ‘Türkiye’de kime mürteci derler? Kime vatan haini derler? Kime inkılâp düşmanı derler?’ sorularına yanıt verir.

ROZERİN DOĞAN

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına ‘Türk milleti’ denir” tanımı, hayatın her alanında geçerliliğini koruyan bir tanımdır. “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” maddesinden de farklı düşünülemez. Anayasa’dan Türk’ü çıkarmaya çalışanlar, Türk Edebiyatı’nda gedik açmaya çalışanlar, şehitlik mertebesiyle uğraşanlar, Anayasa’nın "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” maddesi kapsamında bu ülkenin varlığına, kültür birliğine, edebiyatına, sanatına savaş açmış demektir.

Son günlerde tartışma konusu olan “Türkçe Edebiyat” diyenleri de bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Hem “Türkçe Edebiyat” diyenlere, hem de kendine “solcu” deyip vatansızlığı savunanlara, Anayasa’dan Türk’ü çıkarma çabalarına, Türk ve Dünya edebiyatının önemli yazarı, aynı zamanda büyük vatansever Nazım Hikmet, şiirleriyle, konuşmalarıyla yanıt verir.

Nazım Hikmet, 1954 yılında Budapeşte Radyosu’nda;“Kemalizm düşmanları kimlerdir” başlıklı konuşmasında, Türkiye’deki en önemli konunun yurt meselesi olduğunu vurgular. Kemalizm’e düşmanlığı vatan hainliği olarak görür ve şunları söyler;

Nazim Hikmet- Turk Milletini Yok Edemezler. 1954 Budapeste Radyosu

 

‘YURT MESELESİ EVİMİZ MESELESİ’

“Kime şu bizim Türkiye’deki tabiriyle, Kemalizm prensiplerinin can düşmanı derler? Onları anlamak lazım.

Şimdi, benim kanaatime göre: Türkiye’deki en büyük mesele; yurt meselesidir, evimizin meselesidir. Evimizin bağımsızlığı meselesidir.

Bir defa, her şeyden evvel bizim kendi evimizde, o evin sahibi gibi yaşamamızdır. Kim bizim eve hırsızı sokmuşsa ve kim bizim evde bizi bu hırsıza hizmetçi yapmışsa mürteci olan odur.

Kemalizm’in prensiplerine düşman olan odur. Vatan haini olan odur.

Yani demek istiyorum ki, Arapça ezan okutmaya taraftardır. Bu adam mürteci midir, değil midir?

NAZIM HİKMET VE VATANSEVERLİK

Bu, bugünün meselesi değildir. Bugünün meselesi: Kim Türkiye’yi Amerikalılara satmış ve satmaya devam etmektedir? Kim Türkiye’nin milli sanayisini mahvetmiş ve mahvetmeye devam etmektedir? Kim Türkiye köylüsünü ve işçisini müstemleke kölesi haline getirmiş ve getirmekte devam etmektedir? İşte bunlar mürtecidir. Bunlar Kemalizm’i inkâr etmişlerdir, bunlar vatan hainidir. Bunların haricinde kalan insanlar, dini kanaatleri ne olursa olsun, vicdani kanaatleri ne olursa olsun, hangi siyasi partiye mensup olurlarsa olsunlar; vatanını seven insanlardır. Ve bugünün şartları içinde ileri Türk insanlarıdır.

Bu bakımdan yine tekrar ediyorum, Türkiye’deki insanlar vicdani kanaatleri ne olursa olsun, hangi partiye mensup bulunurlarsa bulunsunlar eğer Türkiye’nin gerçek milli bağımsızlığından yanaysalar, yani daha açık konuşalım eğer Türkiye’den Amerikan hâkimiyetinin defolup gitmesinden yanaysalar, Türkiye sanayisinin gelişmesinden yanaysalar, Türkiye’de hayatın ucuzlamasından yanaysalar, Türkiye’nin tarihinin eski şerefiyle devam etmesinden yanaysalar; yani Türk haysiyetini ve şerefini taşıyorlarsa ileri insanlardır, hangi kanaate mensup olurlarsa olsunlar.”

Konuşmasında yurdu evimiz olarak niteleyen Hikmet, “Türk haysiyetini ve şerefini taşıyorlarsa ileri insanlardır, hangi kanaate mensup olurlarsa olsunlar” saptamasında bulunur. Spikerin “Peki bu Türk idarecilerinin Türkiye’de yarattıkları bu terör havası, Türkiye’de milli bağımsızlık ve barış savaşını durdurmuş mudur?” sorusuna şöyle yanıt verir:

TÜRK MİLLETİ ÖLMEZ

“Halkları mahvetmek kabil değildir. Teşekkül eden bir millet, yaşayan bir millet ölmez.

Türk Milleti de böyle. Türk Milleti denilen bir millet, Türkiye Halkı denilen bir halk. Bu halkın yok olması imkânsızdır.

Ha! Ne demek istiyorum: Yani bugün yapılan terör şu veya bu partiye karşı değildir. Bugün yapılan terör şu veya bu kanaate karşı değildir, şu veya bu sınıfa karşı değildir. Bugün yapılan terör, Türk Milleti’ne karşıdır ve Türk Milleti’ni imha etmek için, yok etmek için yapılan terördür.

Türk Milleti yok olmaz. Binaenaleyh, her şeye rağmen, Türk Milleti yaşayacaktır. Ve her şeye rağmen, biz 2. Milli Bağımsızlık Savaşından muzaffer çıkacağız…”

Nazım Hikmet, 30 Ağustos 1962 yılında Bizim Radyo’da yaptığı konuşmada: “Bugünkü terör herhangi bir parti sınıf ya da zümreye karşı değil, Türk milletine karşıdır. Onu imha etmeye yöneliktir” der ve şöyle devam eder; “30 Ağustos yalnızca Türklerin değil insanlığın da en büyük bayramlarından biridir. 30 Ağustos’ta ilk defa biz Türkler sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı insanlığa kurtuluş yolunu gösterdik” der.

Sunucunun; “Bugün 30 Ağustos. Sizin ve dolayısıyla Türkiye halkının en büyük bayramlarından biri. Bu münasebetle hem size hem bütün Türkiye halkını candan tebrik ederim. Acaba bize bu münasebetle bir şeyler söyler misiniz?” sorusuna; “30 Ağustos bizim Türklerin en büyük bayramlarından biri ve zannediyorum ki yalnız bizim değil; insanlığın bayramlarından biri. Çünkü 30 Ağustos’ta ilk defa biz Türkler insanlığa, sömürgeciliğe karşı ve emperyalizme karşı muzaffer olabilmenin yollarından birini gösterdik. Bu da sömürgeciliğe karşı silah elde çarpışmakla olur” der.

Bugün büyük vatan şairi Nazım Hikmet'in 121. doğum yıl dönümü. Türk şair Nazım Hikmet’in 1959 yılında yazdığı “Şehitler” şiiri, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda çok daha büyük önem kazanıyor.


ŞEHİTLER

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,

      mezardan çıkmanın vaktidir!

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,

     Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler


      Dumlupınar'dakiler de elbet

     ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,

siz toprak altında ulu köklerimizsiniz

      yatarsınız al kanlar içinde.


Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,

      siz toprak altında derin uykudayken

      düşmanı çağırdılar,

      satıldık, uyanın!


Biz toprak üstünde derin uykulardayız,

       kalkıp uyandırın bizi!

      uyandırın bizi!


Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,

      mezardan çıkmanın vaktidir!


Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/haber/nazim-hikmet-121-yasinda-kemalizme-dusmanlik-361286


📰✍️ Doğu Tabletleri: 83. Tablet, Nâzım - Hüseyin Haydar

Yunus dedi, bölüştüm görevi ben ateşe atılanla,

Dedi, kelam sende dil kardeşim, gönlüm seninledir,

İyi dinleyin Türkçenin helâl söz emmiş erenini.

Dediler, dök hasretlerini, deryalar taşsın hele bir.

Dedim, Nazım usta, su gibi akıyor sözlerin hikmetli.

Dedim, senin türkün Kerem Divanınca harlıdır.

Nazım dedi: Biliyorsun, kanımdandır alevin mayası:

Elbet ben de o soylu kamunun yeminli kuluyum,

Orda gördüm elinin ayasında on dördün aylası.

Dedi ki, şairi Cennete koymuşlar, ah vatanım demiş,

Yanıyorum işte, çıksın diye karanlıklar aydınlığa.

Yunus sözü aldı, ummanda yürüyen bir üryan derviş,

Dedi ki, şair bilir söz başını, kuş eder çay taşını,

Belki dur duraksız bir yolcu, belki kanamış bir güneş.

Ayıttı Korkut: Semah dönerler ölümüne şiirli.    

Demedim, sihirli bir yol var ayaklarımın altında.

Dedi Yunus: Say bize adlarını ayrılıkların, hasretlerin.

Demedim, hayır, daha uzakta yakın bir yer var,

Biliyorum, sade bir ömür sunmak için vatan anaya.

Yunus üsteledi, konuş ey yağmurun yeşil dili.

Demedim, bir yer var, ateşin içinde bağ bahçelidir:

Yürüyelim, bizim aşk divanında şiir yumağa,

Gidelim, Anadolu’da bir çınar altında uyumaya.


*İnsanlığın büyük Türk şairi Nazım Hikmet’i, bu dünyaya gelişinin 121. yılında, güzel Türkçemizin bütün sevgi ve minnet sözleriyle anıyorum. Nazım’ın vasiyetinin artık yerine getirilmesini, özlemiyle tutuştuğu vatanının bir köy mezarlığında, kendi toprağının koynuna verilmesini diliyorum.

Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/dogu-tabletleri-83-tablet-nazim-361152


20230113

📰✍️Milli Eğitimin 'denizci kültür'le sınavı - Halil Özsaraç

14 OCAK 2023

E. Kurmay Albay Halil Özsaraç

Geçmiş dönemlerde, okullarımızda verilen derslerde, “denizcilik, denizcilik tarihi ve denizci kültür” konularına yer verilmediğinden bahsetmiştim. Geçmişten günümüze gelelim… Sizce yeni nesilleri denizci kültürle tanıştırmadaki eksikliğimizin farkına varılmış ve probleme akılcı bir çözüm bulunmuş mudur? Ne dersiniz?

OKULLARDA DENİZCİLİĞİMİZLE İLGİLİ NE ÖĞRETİLİYOR?

Millî Eğitim Talim Terbiye Kurulu Başkanlığının müfredatlarına bakarsanız, denizcilik adına üzücü bir sonuçla karşı karşıya kalırsınız. Görkemli denizci geçmişimizle ilgili -denizcilik alanında mesleki ve teknik eğitim veren okullar dâhil- dişe dokunur bir şey bulamazsınız. Üstelik, 10. sınıf Tarih dersi müfredatında öğretmenlerimiz, “Osmanlı Devleti’nin öncelikli olarak bir kıta (kara) gücü olduğunun vurgulanması” hususunda şartlandırılmış durumda. Yani, denizciliğimizle ilgili hiçbir şeyin anlatılmadığı yaygın millî eğitim sistemimizin ders programlarına göre, Osmanlı Devleti’nin gücünün ana kaynağı, Akdeniz havzasındaki deniz ticaret yollarına hâkimiyeti değil; Avrupa’nın içlerinde, Viyana civarlarına kilitlenen savaşlar silsilesi idi. Hâlbuki, Osmanlı Devleti, yarı-kapalı denizlere egemen olmayı başarmış bir süper güçtü ve bu gücünü denizcileşmiş olmasına borçluydu. Sömürgeci Batı, yarı-kapalı denizlerde tutmayı başardığı Osmanlı Devleti’ni kara savaşları ile oyalarken, hiçbir kıta (kara) gücünün durduramayacağı bir açık deniz gücüne dönüşmüştü. Daha açık anlatmam gerekirse, millî eğitim sistemimizin bize güç diye sunduğu kıtasallık, aslında Osmanlı Devleti’nin zayıflığıydı…

'TÜRK DENİZCİLİK TARİHİ' DENİZCİLİK FAKÜLTELERİNDE SEÇMELİ DERS

İlk ve orta öğretim okullarındaki eksikliğe rağmen, denizcilik eğitimi veren ve sayıları 26 olan yükseköğrenim kurumlarımızda mutlaka “denizcilik tarihimiz”le ilgili dersler verildiğini sanabilirsiniz. Aksine, buralarda verilen eğitimlerde de umulanı bulmak zor. Zira, topu topu 2 bin civarlarında öğrencisi bulunan denizcilik fakülte veya yüksek okullarında “denizcilik tarihi” dersleri “seçmeli” dersler arasında. Anlayacağınız, gemi işletmeciliği ile ilgili kapsamlı eğitimler verilen bu okullarda bile “denizci kültür” arka planda.

ÇOK DAR BİR ÇEVREYE SIKIŞAN 'DENİZ TARİHİ VE DENİZCİ KÜLTÜR'

Millî eğitimimizin bir eksiklik olarak görmediği “denizci kültür”, -ilginç ama- güçlü bir altyapı ile varlığını sürdürmeye devam ediyor. “Nereden geliyor bu değirmenin suyu?” diye sorabilirsiniz? Denizci kültür, Deniz Kuvvetleri için personel yetiştiren askerî okullarda yeni nesillere aktarıldı ve yaşatıldı. Bu sürecin en gözde halkası ise, 2000’li yıllarda F*E*T*Ö tarafından ele geçirildiği için 15 Temmuz’dan sonra kapatılmak zorunda kalınan Deniz Lisesi idi. Türk deniz subayları ve astsubayları, askerî okullardan “denizci kültür”le mayalandıktan sonra mezun olurlar, Türk denizciliğine özverili katkılar sağlarlar ve çocuk yaştaki yeni Türk denizcileri için birer rol model olma görevlerini tamamlamadan yaşama veda etmezler. Böylece “Türk denizcilik kültürü” köklü geçmişiyle ve yüzyıllardır titizlikle devam ettirilen gelenekleriyle geleceğe taşınmış olur. Bununla beraber, Deniz Lisesi’nin 6 yıldır süren kapalılık hâli, “denizci kültür”ün sağlıklı bir şekilde aktarılmasını güçleştiren önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Her yıl 150-200 öğrencisini küçük yaşta denizcileşmiş olarak Deniz Harp Okulu’na taşıyabilme potansiyeli olan ve 250 yıllık bir kökü bulunan bu “denizcilik okulu”nu tarihin derinliklerine gömmek olanaksızdır. Çünkü, bu okulun kurulmasına 1770 Çeşme Yenilgisi neden olmuştu. Sizce; Çeşme benzeri yeni bir ağır “başarısızlık” öyküsünün zorlamasına gerek kalmadan Deniz Lisesi’ni açmanın zamanı gelmedi mi?

OKULLARIMIZ ÖĞRETMİYORSA EMPERYALİST BATI BOŞLUĞU DOLDURUR

Mevcut durum, 942 yıl öncesine dayanan köklü denizci altyapımızın yavaş yavaş aşınmasına, ilginin zayıflamasına yol açabilecek niteliktedir. Bunun daha da ötesinde, asıl sorun, bilgi çarpıtma konusunda uzman olan emperyalizmin devreye girmesidir. Emperyalizm, her alanda olduğu gibi, sömüreceği milletlerin “denizci kültür”ünü yok etmek için uydurulmuş kaynaklar sunar. “Yepyeni bir şey buldum ve yazdım” anlayışıyla bu uydurma verilere balıklama atlayan bazı akademisyenler ise, emperyalizme -istemeden- aracılık ederler. Onların yazdıkları kitaplar yoluyla da rengârenk denizcilik tarihimiz yok edilmeye çalışılır.

Somut bir örnek vermek gerekirse; 2018 yılında ilk baskısını yapan akademik tabanlı bir kitap, 16.-18. yüzyıllar arasında Akdeniz’deki Türk denizcilerini anlatıyordu. Olağanüstü bir reklam çalışması ile tüm kitapçıların vitrinlerine taşınan bu kitabın yazarına göre satış miktarı, 100 bini aşmıştı. Kitapta yazılanlara göre: “1499’da Kemal Reis’in tasarladığı ve 26 topuyla döneminin ateş gücü en yüksek gemisi olan 'Göke' koskoca bir palavraydı; bu geminin özelliklerini anlatan Katip Çelebi ise bir şarlatandı; Avrupa kıyılarına dadanan Türk denizciler açgözlülükleri nedeniyle denizin dibini boylarken, Katolik denizcilerin kahramanlıkları dillere destandı; 1571-1587 yılları arasında 15 yıl Kaptan-ı Deryalık (Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı) yapmış olan Kılıç Ali Paşa, 50 kelimeden daha fazla Türkçe öğrenememişti ve Habsburg ajanlarıyla içli dışlıydı; Türkler hiçbir zaman denizci olamamışken köleleştirdikleri Avrupalı denizciler sayesinde Akdeniz’de hak etmedikleri bir başarı kazanmışlardı; Barbaros’un Gazavatnâmesi bir propaganda kitabı olduğu için kaynak doküman olarak kullanılamazdı” falan filan… Özetlersek bir yığın zırva, Türk denizcilik tarihi olarak piyasaya sunuldu.

Asıl sorun, yazarın Türk tarih kaynaklarını yok sayması ve emperyalist Batı’nın uydurma kaynaklarını önceliklendirmesiydi. Batı’nın propaganda malzemesine dönüştüğü için nesnellikle hiçbir alakası kalmayan bu kitap, medyanın zorlamasıyla, çok sayıda okuyucuya ulaştı. Sonuçta, Türkiye, okullarda öğretilmeyen denizcilik tarihini, Türk karşıtı Batı’nın propaganda kaynaklarının bir derlemesi olan bir kitaptan öğrenmeye çalıştı; işin özü, yanlış bilgilerle donatıldı. Bahsettiğim kitabın yazarının kötü niyetli olduğunu sanmamakla birlikte; emperyalist Batı’nın çarpıtılmış ve uydurulmuş bilgileriyle dopdolu olan bu kitabın ve benzerlerinin denizciliğimizde onarılması güç yaralara yol açtığını da söylemeliyim.

Anlayacağınız, okul dünyamızdan kitap dünyamıza kadar her alan, “denizci kültür”ü tam ve doğru olarak öğretemeyecek durumda… Sizce, “denizci kültür”e sahip çıkılmazsa “emperyalizmin yozlaştırıcı etkisi”nden korunmak mümkün mü? Bence hayır… Gücünü denizlerden alan emperyalizm, Türkiye’nin denizlerde güçlenmesini hiçbir zaman istememiştir, istemeyecektir. Emperyalizmin Balyoz ve Ergenekon kumpasları ile en çok Deniz Kuvvetlerimizi hedef alması; F*E*T*Ö üzerinden öncelikle Deniz Kuvvetlerimizi ele geçirme çabası boşuna değildi ve son derece bilinçliydi. Eğri oturup doğru konuşalım: Türk milletinin emperyalizmle sonuç alıcı bir mücadele için gereksinimi olduğu hâlde bir türlü başaramadığı “denizcileşme devrimi”, yaşamsal bir gereksinimdir. “Denizcileşme devrimi”ne de, gençliğimize emperyalizmden beslenen kaynaklar yerine, denizciliği içselleştirmiş bir millî eğitim müfredatı sunarak başlamak zorundayız.

Alıntı/Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/milli-egitimin-denizci-kulturle-sinavi-361146