Sene 1960ların sonu, yetmişlerin başı. Yeni öğretmenim. İstiyorum ki öğrencilerimi birinci sınıftan alayım, beşinci sınıfa kadar okutup mezun edeyim. Birinci sınıf istedim verdi Tanrı Rahmet eyleşin müdür Halil Ayhan. Okul açıldı. Hangar gibi bir sınıf, okulun en büyük sınıfı. 120 öğrenci. Hiç bir şey yapmasalar otururken popolarını oynatsalar, gürültüyü varın hesap edin. Bir ödeve bakıyorum tam üç ders saati. Ben ödevlere bakıp yanlışları düzeltirken, kimi tahtada yanlışını düzeltme temrini yapıyor, ödevine baktıklarımdan kimi deftere fiş yazıyor, kimi çizgi temrinleri yapıyor. Bir masal anlatırsam susturabiliyorum ancak, bir de şarkı söylerken. Bazen de çıldırma noktasına geliyorum, akşam eve gittiğimde pestilim çıkıyor. Boğazımda müthiş yanma ve ağrı, sesim kısılmış. Ertesi gün yine aynı şey.... Ses tellerimdeki bu hasar hâlâ düzelmediği gibi tüm meslek yaşantım boyunca benim açmazım da bu oldu. İleri ki yıllarda bir öğretmenlik oyunuyla ses kısıklığını öyle kullandım, öyle işime yaradı ki... Çoğu kez arkadaşlarım,"Biz bağırdığımız halde sesimi duyurup dinletemiyoruz öğrencilere, sen bu sesle sınıfta nasıl baş ediyorsunuz?" sorularına gülerek meslek sırrı deyip geçiyorum.
Neyse o sınıfta bir gün hatalarını düzeltmesini istediğim öğrenciyi tahtaya yazı yazmaya kaldırdım. Bir gözüm tahtada, diğeri öğrenci defterlerinde, kulaklarım her yerde. Ödeve bakarken çocuklara sarılır, onları hem severim, hem de sırtların hafif hafif dokunarak uyarır, çalışma sözü alırım. Bu yüzden çok bitlenmeşimdir. Sesim sınıfta orkestra şefi gibi." Öğrencileri sesimin tonlarıyla dövdüğümü" bir öğretmen arkadaşım "Siz insanlar sesinizle dövüyorsunuz" diye söyledi. O güne kadar bunun hiç farkına varmamışım demek. Aynı şeyi eşim de söylüyor.
Bu sırada bir bağırışma; "Örtmenim altına kaçırdı." biraz önce tahtaya kaldırdığım minik öğrenci, altına kaçırmış, sınıf berbat olmuş. Bana çişim var da demedi. Ben de bunu hiç düşünemedim, ah deneyimsizlik. "Hadi evinize git, annen üzerini değiştirsin."deyip öğrenciyi evine gönderdim. O çıkar çıkmaz müdür sınıfa damlardı. "Sen ne yaptın?" deyince afalladım. "Ne yapmışım ki..." sorum üzerine bana "Çocuk, öğretmenim kafama bir vurdu, bir işedim" demiş ona, çok üzüldüm. Benden önce minikler atıldı "Yapamadı, sıkıldı, altına kaçırdı." diye müdüre tepki verdiler. Yine de "Sen sen ol, bunları derste bile olsun sık sık tuvalete gönder. Bunlar küçük sıkılır, korkar söyleyemez." Tamam dedim, konu kapandı.
Okul açılmış haftalar sonra bir gün sınıfın kapısı açıldı iki öğrenci geldi.Adlarını sordum, erkek "Teberik" dedi, kız ablaymış Arife dedi.Sınıfta iki Arife oldu. Teberik isimli öğrenci yok. Okul müdürünü çağırdım, geldi. Neyse sorun çözüldü. Ama kimse yeni gelin öğrencinin adını söylemiyor, herkes ona Teberik diyor. Öyle yaramaz ki 119 öğrenci bir yana, Teberik bir yana.. Soyadları Sarıyıldız, "Onu biraz sığaya çekmek zorunda kalıyorum, o arada da Aşık Veysel'in "Doğmaz olsun sarı yıldız, yıldız yıldız" türküsünü söyleyerek yapıyorum bu işi de.
Bu olaydan birkaç zaman sonra müfettiş geldi. "Çişim var" diyeni gönderdim. Bir de baktım ki sınıfta benim ile müfettişten başka kimse kalmamış, sınıfça çişe çıkmış benimkiler. Başladık gülmeye. teker teker gelip yerlerine oturdular.
İkinci dönem başında geldiğinde müfettiş, ben öğrencilere eldeli toplama, deste bozmalı çıkartma yapmayı öğretmişim. "Siz, programı çiğnemişsiniz" diye girdi söze. O sırada öğrenciler, başımıza toplandı, müfettişin ceketinden çekiştirerek onu kapının önüne adeta süreklercesine götürdüler, sonra anahtar deliğini gösterip buradan dışarı çıkması için ısrar etmeye başladılar. Müfettiş şaşırdı. Bana dönüp "Bunlar ne diyor?" deyince sizin eleştirdiğiniz bu konuyu ben onlara bu anahtar deliği ile kavrattım, size onu anlatmaya çalışıyorlar. İnsan, anahtar deliğinden dışarı çıkamaz, delik küçük, insan büyük. O zaman iki basamaklı sayıdan bir ondalık deste alıp küçüğe ekledik; yani kapıyı açtık. Açılan kapıdan kolayca dışarı girip çıktılar. Küçük sayıdan büyük sayıyı da böyle çıkardık." onlar da size bunun olabileceğini, kavradıklarını gösteriyorlar. Kızdığınızı sandılar da akıllarınca bana laf söyletmiyorlar kendilerince." deyince başladı gülmeye. "Sen, bunlara ne yapmışsın böyle? Bunlar ikinci sınıfın konusu..." Ama "Bunların seviyesi buna uygun. Ben de verdim gitti, kavramışlar ya...."
Herkese anladığı şekilde anlatırsan nato kafa nato mermer kafalar bile her şeyi anlar, iyi anlatıldığında. Kiminin kafası beton gibidir ne gördüğünü anlar, ne okuduğunu, ne de gereğini yapar; odunum da odunum der. Bu tipler, başkalar tarafından en iyi kullanılan tiplerdir.
Emine Azboz
Em. Öğretmen ve yazar
Alıntı/Kaynak: Sosyal medya