Kızılca gün
EKREM ATAER
Bir ay önce Yeni Gelen Dergisi’ne yazdığım yazıda, şunları söylemiştim:
“Zor günler yaşayacağımız kesin ama kimsenin şüphesi olmasın ki, bu zor günlerin şiddeti yepyeni bir Türkiye’yi bir kez daha yaratacaktır. Şairin dediği gibi, “Bitecek sanıldığı yerden tekrar başlamasını biliriz.” elbet. Bu büyük millet, kendini küllerinden ilk defa yaratmayacak. Tarihte de hep öyle oldu. Yeter ki hızlıca örgütlenme kabiliyetine ve üreten ellerine güvenmeye görsün. Gelecek; özgür aklın, vicdanın, liyâkatın, estetiğin ve bilimin harmanlandığı ütopyanın ve onu ete kemiğe kavuşturan emeğin eseri olacaktır. Yaşadığımız günlerin mimarlarını da çaresizlik halüsinasyonu yaratıp çare diye kendilerini tezgâhlayanların da tezgâhını bozacak gücü inanıyorum ki hiç kaybetmedik. Yeter ki çarenin kendimizde olduğuna inanmaya görelim!”
Toplumun ciddi ölçüde ayrıştırılması ve bunun sosyal katmanlardaki tehlikeli gidişatına dikkat çeksem de konuyu iktidar-muhalefet yandaşlığı noktasında algılayan ve kendi tribünlerine oynayan malûm hamlıklarla karşılaştığımı da ifade etmek isterim. Kısa bir süre sonra yazım, bu sefer daha da farklı tartışılmaya başlandı. Hatta doğrudan gelen mesajlardan biri söyle diyor: “Hocam, 'Zor günler yaşayacağımız kesin ama yaşayacağımız günler yepyeni bir Türkiye’yi bitti sanıldığı yerden yeniden yaratacaktır. Bu halk, kendini küllerinden ilk defa yaratmayacak. Yeter ki örgütlü gücüne inanmaya görsün.' demişsiniz!”
KADER TANIMI EDİLGEN DEĞİLDİR
Evet dedim, yıllardır da diyorum. Yalnızca ben değil, bilim dünyası “Deprem geliyor, zor günler yaşayacağız!” diye yıllardır söylüyor. Birincisi, hiçbirimizin doğaüstü güçleri falan yok. İkincisi, bizler bilime ve akla inanan insanlarız. Üçüncüsü, bizlere göre tarih tekerrür etmez; tarihten ders almayanlar aynı şeyleri tekrar tekrar yaşarlar. Buna bağlı olarak ne yazdıklarımız kehânet ne de yaşadıklarımız “kader”dir. Kaldı ki İslâm inancının kader tanımı da insanı edilgen olmayı değil, tüm insani gayretlerden sonra tevekküle yönlendirir.
Yaklaşık bir yıl önce evimizi güneş enerji sistemine geçirdik. Dostlarımıza projemizi anlattığımızda, ilk duyduğumuz soru “Hocam, ne kadar zamanda amorti eder?”di. Tam da kapitalizmin ağzı ve günlük kâr-zarar mantığı ile sorulmuş garip bir soruydu bu. Eşimle başladık anlatmaya: “Arkadaşlar, ülkenin deprem diye bir sorunu var. Arabalarınızın marka modelini değiştirmekten daha öncelikli bir iş bu. Böyle bir fâciada en ciddi sorunumuz enerji olacak.” Bir kesim suskun ve şaşkın bakarken diğer kesim de bizi gereksiz telâş halinde gördüğünü ifade eden mütebessim nazarlarla süzdü.
ZOR, MASRAFLI VE ZAHMETLİ GELMESİN
Fâcianın geleceğini ve nasıl bir yıkım yapacağını tahmin etmek için kâhinlere değil, bilim insanlarına gerek vardır. Bu ülkenin bilim insanları var mıdır? Evet, hem de en iyilerinden, dünya çapında değerlerimiz var. Birçoğu da dostlarım. Yaptığım radyo, televizyon programlarıma hemen hemen hepsini çağırdım ve hâlâ da onlarla görüşüyorum. Peki, biz bu insanlarımıza inanıyor muyuz? Tam değil! Belki de inanmak zor, masraflı ve zahmetli geliyor.
Birçoğu da dertlerini anlatamadan yana yakıla öldü gitti. Hayatta olanların ise dillerinde inanın
tüy bitti. Ve onlar hâlâ büyük bir sabır ve metânetle yutkuna yutkuna yıllardır anlattıklarını şimdi tekrar anlatıyorlar. Bakalım bu sefer kim dinleyecek ve yaşadıklarımızın hafıza kayıtları ne kadar süreli canlı tutulup kalıcı yapılanmalar organize edilecek bilemiyorum! Ama bu sıçramanın bir şekilde devlet millet el ele, birlikte ve karşılıklı üreterek olacağına inanıyorum.
Yaşadığımız günlerde bir kesimin dilinde ise “Hesap sormayacak mıyız?” ya da “Şimdi değil de ne zaman hesap soracağız?” sorusu var. Toplumun kızgınlığını, hiddetini, çaresizliğini ve acısını anlamamak için dünyanın en gaddar ve anlayışsız insanı olmak gerekir.
Hepimiz bu acıya yüreğimiz paramparça ortağız. Bu sorular tabii ki sorulacak; eksiklikler, yetersizlikler, çaresizlikler, vurdumduymazlıklar, boş vericilikler bir bir sorulacak... Herkes ama herkes soruyu önce kendine soracak; denetimi yapanlar, yaptıranlar, her dönemde imar aflarını çıkartanlar, çıkması için bekleyenler, kendi evinin kolonlarını kesip otopark yapanlar, bunu denetlemeyenler ayrımsız hepsi... Asl’olan neyi, ne zaman ve nasıl soracağımızdır.
Lâkin bugün “kızılca gün”dür, “yağız yerin delindiği, mavi göğün çöktüğü gün” dür. Bu milletin töresinde “kızılca gün”de hesap sorulmaz, yara sarılır, kol kola girilir, yan yana gelinir ve örgütlü olunur. Kurtuluş Savaşı tarihine iyi bakınız, orada “kızılca gün”ün ne olduğunu göreceksiniz. “Kızılca gün”de Mustafa Kemal olmak gerektir; önce sağlam bir durum tespiti, sonrasında örgütlenme ve belâyı defetme önceliklidir. Bu sırayı bozarsanız, bozgununuzda boğulursunuz!
Muş'taki öğrenciler, depremzedeler için mektup yazdı.
HEPİMİZ SORUMLUYUZ
Bütün mesele bu. Önceliğimiz; bütün enerjimizi örgütlü, ayırımsız birlikte hareket etmeye, üretmeye ve “Kızılca Gün”ün çimentosu olmaya harcamaktır. Çünkü kime soracak olsanız kimse “gömleğim kirli” demiyor. Herkes temiz, herkes mâsum ve herkes parmağıyla karşısındakini işaret ediyor.
Bugün sorulacak en doğru soru kimin sorumlu olduğu değil, asıl kimin mâsum olduğudur. Yanıtı da gayet açıktır; sorumluluğu olmayanlar ve hiçbir sorumluluğa bulaşmamış yalnızca evlâtlarımızdır, o mâsumlardır. Bunun dışında hepimizin farklı oranlarda sorumluluğu vardır ve bunların muhasebesi de en ağır şekilde yapılacaktır. Fakat gün; içerden ve dışardan gösterilen gayrete, emeğe, katkıya, dayanışmaya ve insani reflekslerin tümüne teşekkür günüdür. Birini göklere çıkartırken diğerini kötü nazarlarla yok sayma günü değildir.
Bu halk bin yılı aşkın tarihi boyunca; dar günde obasını bir düşüncenin, bir idealin, bir otağın altında toplayanın yanında olmuştur. Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm” diyerek ifade ettiği tılsımlı kıvam tam da budur. Kimsenin inancına, etnik kökenine, günlük diline, örfüne, adetine, bölgesine bakmadan bir ışık altında toplanmaktır.
Gün “kızılca gün”den timsah gözyaşları ile parsa toplama günü değildir. Gün şuursuzca bağırıp çağırmak yerine, itidal ile değerlendirme günüdür. Bu refleksler bizi herhangi bir siyasi kanada ya da yönetim erkine değil, insanlığımıza yaklaştırır. Tribünler yer ile yeksân oldu ama görüyorum ki ortalık hâlâ tribünlere oynayanlarla dolu. “Dükkân siyaseti ”nin işporta malı şöhretleri ise hâlâ ortada. Bu söylediklerimi; panel, konferans ders ya da dost meclislerinde dillendirdiğimde dinleyenlerin ciddi bir kısmı cümlenin muhattabını karşılarında arıyorlar. Alıştım artık “Evet hocam, onlar böyle!” diye tasdik etmelerine. Çünkü dedim ya kimsenin “gömleği kirli” değil, herkes temiz, herkes pirüpâk. Lakin kurduğum cümlenin sınırları onları ya da bunları, öncekileri, sonrakileri ya da sıradakileri, siyahları, beyazları, sağdakileri, soldakileri, ortadakileri, aşağıdakileri, yukarıdakileri değil hepsini kapsıyor. Taa! 1938’ler, hadi diyelim 1945’lerden beri hepsini. Gün; ciğeri yanan insanların, kızının serçe parmağını yakalamış babanın, dudaklarına pamukla su damlatılan mazlumların inanç nidâlarını(!) şükür ifadelerini yargılama değil, izleme günüdür. Gün “kızılca gün”dür. Daha ne diyelim?
Kimse benim ya da bizler gibi düşünmek, söylediklerimizin tamamına katılmak zorunda değildir. Hatta tamamen örtüşmemenin düşünce iklimimize farklı zenginlikler katacağını da biliriz. Bütün mesele, dâr günümüzde millet olmak, cevherimize göz diken muhannete fırsat vermemektir! Ne günler gördük... “Millet, fakru zarûret içinde harap ve bitap düşmüş!” tü ve biz yine bir olmayı bildik. Yine de öyle olacak. Yoksa öyle bir “deprem” yaşarız ki altından kalkmak çok daha zor olabilir.
Yapacağımız şey, yapabilirliklerimize inanmak ve inancımızla üretmek; aklın, vicdanın ve bilimin sesini dinlemektir. Tarih bu süreçlerin tekrarı ile dolu ise tarihin tekrar etmesine izin vermemektir. Tarihimiz boyunca kuzgunun yegâne adresi leş olduysa bu sefer de olacağını işaret etmektir.
Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/haber/kizilca-gun-370929