20190127

✍️ Türkiye'de kültür erozyonu nasıl yaşandı - Kaan Çağlayangöl







Cumhuriyet ilan edildikten sonra Atatürk’ün gerçekleştirdiği “musiki devrimi” ile birlikte ülkemizde kültür ve sanat alanında bir çok olumlu gelişme yaşandı. İlhan Mimaroğlu’nun bu konuda, “Müzik Tarihi” adlı kitabında yazdıkları dikkat çekicidir;

“Türkiye’de Atatürk devrimlerinden önce batı yöntemlerine uygun bir müzik eğitimi sağlayan tek bir kurum yoktu. Gerçi sarayda, haremlik ve selamlık bölümlerine ayrılan oda orkestraları kurulmuştu ve harem orkestrası, yönetmeniyle birlikte, üyeleri yalnız kadın olan bir topluluktu. Ne var ki bu orkestranın üyelerinin yetiştirilmeleri yolunda hiçbir olumlu eylem gerçekleştirilmemişti.”

Atatürk ile birlikte batı müziğine uygun bir müzik eğitimi başlatılmış, Ankara’da kurulan Devlet Konservatuarı ile birlikte opera, bale ve tiyatro alanında çalışmalar yapılmış ve genç Cumhuriyetimizde olumlu gelişmeler olmuştur. Avrupa’ya müzik öğrenimi için genç müzisyenler gönderilmiş, eğitimlerini tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönüp öğrenciler yetiştirmişlerdi. İsmet İnönü döneminde de kültür-sanat konusuna bir hayli önem verilmişti. Atatürk’ün müzik eğitimi politikası devam ettirilmişti. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile özel olarak ilgilenmesi ve kendisinin de ilerleyen yaşına rağmen viyolonsel dersleri alması bunun bir işaretiydi. İlk derslerini, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın viyolonsel sanatçılarından Edip Tezer’den almıştı. İkinci öğretmeni ise Hitler Almanya’sından kaçan ve Türkiye’de viyolonsel ekolünün temelini atan David Zirkin idi. İsmet İnönü’nün kızı Özden Hanım ise çocuk yaşlarında piyano dersleri alıyordu. İsmet İnönü ayrıca iyi bir klasik müzik dinleyicisi idi.

ÇOK PARTİLİ YAŞAM VE DEĞİŞİM YILLARI

Peki, sonra ne oldu da bugün ülkemizde müzik adına olumlu şeylerden bahsedemez olduk. Elbette müzikte yaşanan bozulma bir günde, bir gecede olmadı. Yıllar içinde bu değişim yaşandı. Çünkü çok partili hayata geçmemizle birlikte genel olarak kültür-sanat politikaları da tutarlılık göstermedi. DP döneminde oy deposu olarak görülen göç dalgalarıyla birlikte kültür-sanat alanında büyük bir erezyon oluştu.

1950’li yıllar Türkiye’nin çok partili yaşama geçiş yıllarıdır. O yıllarda toprak reformuna tüm gücüyle karşı çıkan Menderes ve ekibiydi. Çünkü Adnan Menderes, Emin Sazak, Cavit Oral büyük toprak sahipleriydi. Onlara göre toprak reformu çok da gerekli değildi. Sonraki yıllarda Demokrat Parti’nin tarım politikasının dışa bağımlı olarak nasıl çöktüğünü ve köylünün zor durumlara düştüğünü Menderes de geç olmakla birlikte gördü.

İktidara gelirken özellikle kırsal kesimden, büyük vaatlerle aldığı oy ve destek ile tek parti iktidarını devirip iktidara gelmiş olan Demokrat Parti, köyden kente göç olgusuna karşı popülist bir duruş göstermişti. Çünkü belirli bir kesime şirin gözükme çabası DP’nin varlık sebeplerinden birisiydi. O yıllarda belirli bir kesim tarafından göç hareketi geçici olarak algılanıp çok da önemsemişti. Bu durumu geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde ortaya çıkan ve zaman içerisinde toplumun gelişmesi ve köyden kente göçenin kentlileşmesi sonucunda yok olacak zannedenlerin sayısı hiç de az değildi. Elbette öyle olmadı. Toplumsal alışkanlıkları bakımından köyde, yaşam olarak ise kentte olan aile tipi yerleşik bir hal aldı. Köyden gelmiş insanların büyük bir kısmı şehir yaşamına ayak uyduramadılar, bazıları da uydurmak istemediler. Bu kesimin sahip olduğu düşünce tarzı şehirlerin önce yavaş yavaş sonra ise tamamen kültür-sanat dokusunu bozmaya başladı ve bugün baskın bir şekilde bozdu. İzmir ve İstanbul başta olmak üzere büyük şehirler bu durumdan fazlasıyla etkilendiler. Bu göç dalgası, elbette sadece insan bedeninin fiziksel yer değişimi ile açıklanabilecek bir konu değil. Bu yer değişimi beraberinde kültürün, gelenek ve göreneklerin de taşındığı bir hareketlilik yaşanmasına neden oldu.

İZMİR ÖRNEĞİ

İzmir demişken bir örnek üzerinden bu durumu anlatmak gerekiyor. Bugün 50 yaşın üzerinde olan İzmir’liler, 1973-1980 yılları arasında İzmir Belediye Başkanı olan İhsan Alyanak dönemimde İzmir’in uğradığı göç dalgasını hatırlayacaklardır. Hepsinin içi bu satırları okurken eminim “cız” ediyordur. Bugün o kuşaklara İhsan Alyanak dönemini sorduğunuzda cevapları bir hayli hiddetli oluyor. Çünkü o kuşak İzmir’in dokusunun olumsuz anlamda nasıl değiştiğine şahit olmuş bir kuşak. Göç bir şehri nasıl yok eder diye soranlara İzmir örneğini özellikle İzmir Fuarı örneğini anlatmak gerekiyor. O yıllarda İzmir Fuar’ında ve İzmir’in bir çok yerinde Batılı anlamda bir çok klüp vardı. İlk sırada ise Kübana ve Mogambo adlı gece klüpleri gelirdi. Mogambo ve Kübana’da hem Avrupa’dan gelen çok önemli orkestralar ve şarkıcılar sahne alırdı hem de Türkiye’nin en önemli orkestraları ve şarkıcıları sahne alırdı. Bu klüpler sadece fuarın kapanmasıyla yok olmadı, göçe de kurban edildi çünkü dinleyici değişmişti ve buna bağlı olarak batılı ve iyi müzik yapan işletmeler birer birer kapandılar. Bu işletmelerin yerini ise ara kültür formu diyebileceğim işletmeler aldılar. Ekonomide nasıl kötü para iyi parayı kovar, işte İzmir’de de bu şekilde bir değişim yaşandı. Bu çoğu zaman ne yazık ki yerel seçimi o gün için kazanmak için yapıldı. Ama sonuçları ve etkileri bugün hala devam ediyor.

1950’lı yıllarda geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde ortaya çıkmış olan ve zaman içerisinde toplumun gelişmesi ve köyden kente göçenin kentlileşmesi sonucunda yok olacağı teorisi yerini artık göçle gelen insanların büyükşehirlerde kalacağı inancına bıraktı. Çünkü gelenler gitmiyordu, çünkü şehir bir çok yönüyle cazip bir yerdi. İş fırsatı vardı, şehir yaşamı güzeldi, ne kadar uyum sağlamak istemeseler de sinemada seyrettikleri ve filmlerde gördükleri gibi modern bir görünüm vardı.

Şehirde yaşamak güzeldi ama o yaşama uyum sağlamak yerine uzaktan seyretmek tercih ediliyordu. Göç edenler çağdaş yaşama ayak uydurmak yerine geldikleri yerin kültürünü büyük şehirlerde de yaşamaya çalıştıkları anda sorunlar çıkmaya başladı. Müziği, operası, tiyatrosu, konseri, panelleri ile bir şehir kültürünü yaşamak yerine buna adeta bir reddiye tavrı göstererek kendi bildiği yaşamı şehirde yaşamak büyük bir ayrışmayı da beraberinde getirdi. Belirli bir kesim göçle gelen insanlara tüketim estetiğinden yoksun, kentin nimetlerinden yararlanan ama bir türlü kentin kültürünü yakalayamamış kişiler olarak gördü. Kentliler, göçle gelen kültürü “yoz” veya “dejenere” olarak tanımladılar.

Özellikle 1980 sonrasında kendi içlerinde, kısa zamanda zengin olanlar insanlar çıkaran bu kesimi kent yaşantısını bozmakla suçladılar. Bu saptamaları ben yapmıyorum; İzmir’in yerleşik insanlarına göç sorusunu sorduğunuzda alacağınız cevapları yazıyorum. Sözün özü göç dalgası olumsuz bir çok etki taşımakla birlikte en büyük etkiyi müziğe yaptı. Bunu anlamak çok zor değil, eski gazete koleksiyonlarını taramanız yeterli olacaktır. İzmir’de ve İstanbul’da, 1940-1980 arasında nasıl bir müzik ve gece hayatı varmış ve yıllar içinde bu hayat nasıl değişmiş görebilirsiniz.

Üstün Poyraz Set, Durul Gence 10, Yalçın Ateş 6, İstanbul Gelişim Orkestrası, Okan Dinçer ve Kontrastları, İsmet Sıral Orkestrası, Kanat Gür Orkestrası, Dün, Bugün, Yarın Orkestrası, Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası, Belvü Gazinosu, Yenikapı Gar Gazinosu, Bebek Belediye Gazinosu, Taksim Belediye Gazinosu, Feyman Klüp, Meyhane Gece Klubü, Klüp Reşat, Klüp X, Klüp 12, Stardust, Playboy, Yuva 77, Santana, Numune, Bonjour, Çatı Klüp v.s. ne oldu bu müzik ikonlarına ve sahnelere.

Peki bu durum düzelir mi? Öyle kolay kolay düzeleceğini sanmıyorum. Musiki devrimi, ülkemizin çağdaşlaşma sürecine ciddi katkı sağlayan bir değişim süreçti. Başarılı oldu ve formel hale getirildi, okullarda okutuldu, günümüze kadar bir çok sanatçının yetişmesinde katkı sağladı. Türkiye’de müzik anlayışındaki değişiklik, toplumsal yapıdaki değişimi de anlamamız bakımından önemlidir. Bu nedenle Türkiye’nin modernleşme sürecinde, 1923-1938 yılları arasında yaşanan mucize 15 yılın iyi incelenmesi gerekiyor. Elbette Atatürk ve İsmet İnönü döneminden sonra çok partili hayata geçişle birlikte dejenere olan müziği ve tüm kültür-sanat olaylarını da iyi değerlendirmek gerekiyor. Bu duruma büyük oranda neden olan göç olgusunu da incelemek gerekiyor. Şehirlerin kendilerine ait kültürleri vardır ve bu kültür yapısı bir sanat eseri gibi korunmalıdır, yaşatılmalıdır. Aksi takdirde Cumhuriyetin bize kuruluş ilkelerinde işaret ettiği muasır medeniyet seviyesine erişebiliriz ne de kültür-sanat bilinci olan genç nesiller yetiştirebiliriz. Kültür edinmek çağdaşlığın en önemli işaretidir bunun tam aksi ise ilkelleşmektir.

Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku’nda söylediklerini hiçbir zaman unutmamamız dileğiyle; “Şunu da ehemmiyetle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyet olan Türk Milleti'nin tarihî vasfıda güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Asla şüphem yoktur ki; Türklüğün unutulmuş büyük medenî vastı ve büyük medenî kabiliyeti bundan sonraki inkişafiyle âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

Kaan Çağlayangöl

Odatv.com