20190131

✍️ Emperyalizme haddini bildiren Mustafa Kemal Paşa - Salih Bozok


EMPERYALİSTE HADDİ BÖYLE BİLDİRİLİR!
Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk geceyi yaşıyordu. Zengin bir sofra hazırlandığı halde, ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah, erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosuyla konuşuyordu. Biz gelince, ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu. Paşa, Vali’ye sordu:
-Konu nedir?
Vali anlattı:
-Sayın Konsolos, İngiliz tebası vatandaşlarla Rum ve Ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim
Mustafa Kemâl Paşa, Konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu. Buna rağmen kendisine Vali’yi muhatap aldı:
-Ee, peki daha ne istiyormuş.
Bu soruya Konsolos Türkçe cevap verdi:
-Tebamız için Hükümetinizden yazılı teminat istiyorum.
Mustafa Kemâl Paşa:
-Ne yani, Yunanlılar zamanında siz, tebanızı daha emniyette mi görüyordunuz?
Konsolos kasılarak:
-Evet, dedi. Yunanlılar buradayken tebamızı daha emniyette görüyorduk.
-O halde buyurun tebanız ile birlikte Yunanistan’a gidin efendim.
Konsolos:
-Yani majestelerinin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?
Mustafa Kemâl Paşa:
-Siz kiminle. neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben, Millet Meclisinin Başkanı ve Türk Orduları Başkumandanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmelerini yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya, efendim!
Konsolos, Mustafa Kemâl Paşa’nın son sözü üzerine sapsarı kesildi ve tek kelime söylemeden kapıdan çıktı, gitti.
Mustafa Kemâl Paşa, adamın arkasından Vali’ye döndü:
-Bunlara yüz vermeyin Vali bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi. Küstahlık derecesine bakın, Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki. Bana savaş mı açıyorsunuz, diye soruyor!
Birkaç saat sonra, İngiliz donanma kumandanı Hükümet konağının kapısından girerek, Mustafa Kemâl Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.
-Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa ile görüşmek istiyorum.
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.
Amiral:
-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızın rastlantıya borçlu olmadığınızı kanıtladınız. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum, diyerek övgüler yağdırmaya başladı.
Paşa, bıkkın bir sesle:
-Bunları geçin Amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin... dedi.
Amiral bu tavır karşısında bocalıyarak konuya girdi:
-İzmir’de tebamız ve sizin azınlıklarınız. Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir. Güvende midirler?
Paşa :
-Hiç kuşkunuz olmasın Amiral, tebanız ve azınlıklar Hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler.
-Peki suç işleyenler?
Paşa:
-Suç işleyenler sayın Amiral, muhtemelen ülkenizde olduğu gibi adaletin huzuruna çıkarılır. Suçlu olanlar cezalarını çeker.
-Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar, şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığıyla yüz yüzedir. Ermenileri biliyorsunuz büyük bir toplumu göçe zorlandı ve önemli bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılırsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır.
Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemâl Paşa “dünyanın koparacağı gürültü” ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti:
-Üstünlük pozunuzu derhal bir yana koyunuz. Tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve müttefiklerin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile. Bunlar memleketin dahili işleri ve de sizin bu işlere karışmanıza müsaade etmem. Majestelerinin devleti bizim azınlıklarla uğraşmaktan vazgeçsin.. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz.
Amiralin yüzü bembeyaz oldu.
-İngiliz Hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.
Paşa:
-Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz tebanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum.
Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:
-İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?
Paşa:
Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr antlaşmasının halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz. Fakat, nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade etmem. Şu anda hukuken “barış antlaşması yapmamış iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum.


Bir balmumu heykeline döndü Amiral. Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemâl Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek:
“Affedersiniz”, dedi. Yerlere kadar eğilerek geri geri gidip dışarı çıktı.
İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler.
Salih Bozok

Örgütlü köy kadınları üreterek güçleniyor

Örgütlü köy kadınları üreterek güçleniyor 

Aydınlık Gazetesi

BERFİN BAKAY

Kilis’te, Hüsnü Özyeğin Vakfı tarafından hazırlanan Ravanda Havzası Kırsal Kalkınma Projesi kapsamında bölge halkı için çalışmalar yapılıyor. Ravandalı Kadınlar Derneği bölgenin ilk ve tek kadın derneği olarak iki yıl önce kuruldu. Proje kapsamında okuma yazma öğretiliyor, el emeği ürünlerin satışı yapılıyor, festivaller düzenleniyor, sanat alanında çalışmalar yürütülüyor. Dernek yedi farklı köyde her hafta bir gün eğitim düzenliyor.
Kadınların kendilerini geliştirmek, refah düzeylerini artırmak ve çocuklarına daha iyi yaşam sağlamak istediklerini anlatan Dernek Başkanı Emel Yılmaz, güçlü, ayaklarını yere sağlam basan kadınlar yetiştirmemiz gerektiğini söyledi. Kadınların sessiz ve geride kalmasının gelecek nesillerin eksik olarak yetişmesine neden olacağını belirten Yılmaz, “Kadınlar birbilerine destek versin, ellerini üstlerinden çekmesin” diye konuştu.
Yılmaz Aydınlık’ın sorularını yanıtladı:

Kırsalda kadın olmak nasıl?

Dünyada kadın olmanın nasıl zorlukları varsa, kırsalda kadın olmak da öyle... Derneği ilk kurduğumuzda, insanlara tuhaf geliyordu. Köyün erkekleri ‘Kadın yapamaz’ diye baktıkları için, başaracağımıza inanmıyorlardı. Süreç içinde zorluklar yaşadık. Ama onları inandırmayı başardık.


Kırsalda kadınları örgütlemekte zorlandınız mı?

Kadınları aynı anda bir araya getirmek zor oldu. Eşlerinin korkuları, farklı köylerde olmamız gibi nedenler... Ama maddi ve manevi olarak yapabileceklerini görünce kendileri geldi. Kazanç sağladıkça özgüvenleri arttı.

Kadınların eşleri para kazandıklarını görünce nasıl davrandı?

Bize destek verdiler. Artık bu konuda sorunlar yaşamıyoruz. Dernek ilk kurulduğunda bir köyden diğerine giderken, kadınlar eşlerinden minnet rica izin alırdı.

Derneğin kuruluşu, bölge kadınlarının hayatını nasıl değiştirdi?

Kadınlar kendilerinin sadece yemek ve ev işi yapmak, çocuk bakmakla yükümlü olduklarını düşünüyordu. Kendilerine zaman ayırmadıkları için bunların ezikliğini çok yaşıyorlardı. Artık dik durmayı öğrendiler. Artık, kadınlarımız söz hakkına sahip.

‘Genç Kızlar Güçleniyor’ projeniz nasıl ortaya çıktı?

Dönemsel fotoğrafcılık eğitimi veriyoruz. Yaşadıkları yerlerde fotoğraflar çekiyorlar. Ayrıca, çocuklara, kadınlara ve yaşlılara okuma yazma öğretiyoruz. Geziler düzenliyor, çocukları tiyatroya götürüyoruz. Köyde bir çok çocuk ‘tiyatro nedir’ bilmiyordu. Yaptığımız Ravanda Şenlikleri’nde çocuk ve kadın korolar sahneye çıkıyor. Önceden kadınlar, etkinliklere seyirci olarak bile gelmezdi.

‘Dere Tepe Destek’ projenizden bahseder misiniz?

Projeyle kadınların kitap okuma alışkanlıklarını güçlendiriyoruz. Her hafta bir köyde, belirlenen bir yazarın kitabı okunuyor. Anneler, ne kadar bilgi sahibiyse çocuklarına o kadar yardımcı olur. Artık kadınlar, çocuklarının sorularını cevapsız bırakmıyor.

El emeği ürünlerinizi nasıl satıyorsunuz?

İnternet üzerinden ya da köylerde satıyoruz. Mart aylarında yaptığımız el işlerini belirli markalara satıyoruz. Yılbaşında da içerisinde yöresel ürünlerin olduğu yeni yıl kolileri hazırlıyoruz. Hüsnü Özyeğin’in eşi Ayşen Hanım aracılığıyla şirketler çalışanlarına bizlerin yaptığı kolileri hediye etti.

Alıntı/ Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/orgutlu-koy-kadinlari-ureterek-gucleniyor-emek-ocak-2019




Kırsal Kalkınma Programı

Özyeğin Vakfı eğitim ve sağlık yatırımlarında her zaman ülkenin yoksul bölgelerine öncelik vermiştir. Kırsal kalkınma alanına yatırımlar ise 2006 yılının Ocak ayında Türkiye’nin kırsalını saran “kuş gribi” sırasında insanların yaşadıkları zorluklarını gözlemleyen Ayşen Özyeğin’in Diyarbakır’ın Eğil ilçesinde küçük çaplı bir kırsal kalkınma projesi desteklemesiyle başlamıştır. Bu deneyimler Özyeğin Vakfı’nın Türkiye’de kırsal alanlara yatırım yapma kararının şekillenmesine dayanak olmuştur.

Türkiye’nin en yoksul kesimi kırsal alanda yaşamaktadır. Buna rağmen, bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının sayısı azdır. Uzun yıllara dayanan kalkınma deneyimlerine karşın başarılı ve sürdürülebilir modeller de yaygın değildir. Özyeğin Vakfı faaliyetlerine başlamadan önce kapsamlı bir araştırma, geliştirme çalışması yapmış ve sonucunda Özyeğin Vakfı Kırsal Kalkınma Stratejisini oluşturmuştur.

Çalışmalar 2008 yılı sonunda Bitlis’in 6 köy ve 5 mezrasını kapsayan “Kavar Havzası Kırsal Kalkınma Projesi”nin başlatılmasıyla somut bir hal almıştır. Projenin başarılı seyri ve ulaştığı kalkınma pratiğinin bir model yaratacak seviyeye ulaşması, Vakfı ikinci bir bölgede daha kalkınma çalışması yapma konusunda cesaretlendirmiştir. Böylece, 2011 yılında yoksulluk, genç nüfus varlığı, halkın ve kamunun çalışmaları sahiplenme potansiyeli gibi ölçütler dikkate alınarak seçilen Kilis iline bağlı 8 köyde “Ravanda Havzası Kırsal Kalkınma Projesi” başlatılmıştır.

🇹🇷 Türk Kültüründe Duvar kilimleri...

''Altında nice sohbetlerin edildiği, mektupların okunup, çayların, kahvelerin içildiği, bir zamanlar evlerimizin baş köşesini süsleyen duvar kilimleri... Birçok şey gibi onlar da sessizce hayatımızdan çıkıp gitti.''
DiasporaTürk‏ @diaspora_turk 

 
 

Anadolu'da insanlık asla ölmez...

Anadolu’nun ismi parlayan kayak merkezlerinden olan Ilgaz Dağları

🛩 🛳 👨‍👩‍👧‍👦 Yabancı ziyaretçi sayısında Ruslar ilk sırada

Yabancı ziyaretçi sayısında Ruslar ilk sırada

Sputnik

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre, Türkiye'ye sınır kapılarından geçen yıl giriş yapan yabancı ülke vatandaşı sayısında zirve Rusların oldu.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2018 yılında kara, hava, deniz ve demir yolunu kullanarak 39 milyon 468 bin 492 yabancı Türkiye'ye giriş, 39 milyon 315 bin 104 kişi ise çıkış yaptı.

Türkiye'ye 2013 ve 2014 yıllarında en çok Almanlar, Ruslar ve İngilizler giriş yaptı. Almanya, Rusya ve Bulgaristan vatandaşları 2015'te Türkiye'ye girişte ilk 3 sırayı alırken, 2016'da Almanya, Gürcistan ve Bulgaristan vatandaşları ilk 3 sırayı paylaştı.


2017 VE 2018'DE EN ÇOK RUSLAR GELDİ


2017 yılında Türkiye'ye giriş yapan ülkeler arasında ilk sırada 4 yıl sonra değişiklik yaşandı. 2017'de Rusya 4 milyon 702 bin 482 kişiyle ilk sırada yer buldu. Almanya 3 milyon 519 bin 206 kişiyle ikinci, İran 2 milyon 497 bin 812 kişiyle üçüncü sırada yer aldı.

Geçen yıl Türkiye'ye en çok ziyaretçi 2017'de olduğu gibi Rusya'dan geldi. Geçen yıl 5 milyon 986 bin 184 kişiyle Rusya ilk sırada yer alırken, Almanya 4 milyon 489 bin 71 kişiyle ikinci, Bulgaristan 2 milyon 412 bin 45 kişiyle üçüncü sırada yer aldı.

39 MİLYON YABANCI 

Kara, hava, deniz ve demir yoluyla 2010 yılında 26 milyon 623 bin 911 yabancı Türkiye'ye giriş yaptı.

Bu rakam 2011'de 29 milyon 93 bin 834, 2012'de 29 milyon 704 bin 394, 2013'te 32 milyon 865 bin 309, 2014'te 35 milyon 115 bin 789, 2015'te 34 milyon 633 bin 391, 2016'da 24 milyon 686 bin 471 kişi, 2017'de ise 32 milyon 58 bin 216 olarak kayıtlara geçti.
Geçen yıl ise 39 milyon 468 bin 492 kişi Türkiye'ye giriş yaparken aynı dönemde ülkeden çıkış yapan yabancı sayısı ise 39 milyon 315 bin 104 oldu.

🇹🇷 🎼 🎤 Barış Manço’nun 20. ölüm yıl dönümünde evine ziyaretçi akını




Usta sanatçı Barış Manço, ölümünün 20. yılında sevenleri tarafından unutulmadı. Manço'nun Kadıköy Moda'daki müzeye çevrilen evi, gece geç saatlere kadar ziyaretçi akınına uğradı. Müzenin açık olduğu saatlerde müzeyi, yaklaşık 2 bin kişi ziyaret etti.


Usta sanatçı Barış Manço'nun vefatının ardından 20 yıl geçti. Tüm Türkiye'de olduğu gibi dünyanın farklı ülkelerinde de tanınan sanatçının Moda'daki evi, ölüm yıldönümünde hayranlarından büyük ilgi gördü. Kadıköy Belediyesi ve ailesinin çabaları ile daha önceki yıllarda müzeye çevrilen ev, Manço'nun vefat yıldönümü nedeniyle 31 Ocak'ta saat 00.00'a kadar ücretsiz ziyarete açıldı. Sanatçının hayranları da gecenin ilerleyen saatlerine kadar Manço'nun evini gezerek, ondan kalan hatıraları gördü.

'SANATÇI KELİMESİNİ HAK EDEN İNSANLARDAN BİRİ'

Barış Manço’nun halktan biri olup sanatçı kelimesini hak ettiğini belirten bir ziyaretçi, “Barış Manço, bu ülkenin yetiştirdiği en büyük değerlerden birisidir. Sanatçı kelimesini hak eden insanlardan bir tanesi. Kendisini Moda’dan da tanıdığımız bir insan. Bazı yerlere gelmiş insanlar gibi, kesinlikle kendini üst düzey gören birisi olmadı. Halktan birisi oldu, en basiti, arabası ile ışıklarda durduğu zaman herkese gülümserdi. Herkesin yaşantısında iyi anlar kötü anlar olmuştur ama Barış Manço bize hiç kötü anılar bırakmadı. Hep halktan birisi oldu bu yüzden sanatçı kelimesini hak eden bir insan oldu” dedi.

'BARIŞ MANÇO BIYIĞINI ONU ANMAK VE YAŞATMAK İÇİN BIRAKIYORUM'

Barış Manço ile özdeşmiş olan bıyık stili bırakan Çağatay Güvenç, Barış Manço’nun doğum yıldönümünden ölüm yıldönümüne kadar bu bıyığı bıraktığını belirterek,“Barış Manço hepimiz için örnek alınası bir sanatçıydı. O vefat ettiği zaman ben 3 yaşındaydım ve çok ağlamıştım, büyüklerimin dediğine göre günlerce yemek yememişim. Onun anısına buraya geldik. Her zamanki gibi bu sene de unutmadık. Beş senedir geliyorum ve asla da unutmayacağız. Ben normal zamanda böyle bıyık bırakmıyorum, sadece Barış Manço’nun doğum yıl dönümünden, ölüm yıldönümüne kadar, onu anmak ve yaşatmak için sembolik olarak böyle bir şey yapıyorum” dedi.
Yaşlı, genç herkesin ilgi gösterdiği Manço'nun evindeki hareketlilik, gece geç saatlere kadar sürdü.

Alıntı/ Kaynak: https://tr.sputniknews.com/kultur/201902011037418819-baris-manco-olum-yil-donumu-evine-ziyaretci-akini/?utm_source=https://t.co/k8OCNcnM9Y&utm_medium=short_url&utm_content=kBhz&utm_campaign=URL_shortening

Barış Manço hayranları ile birlikte (1971. Bahariye) 

🎞 1977 yılından bir beslenme saati videosu

20190129

Efsaneleri bile gölgede bırakan kahraman 🇹🇷 Türk kadınları

''Dünyanın hiçbir yerinde, hiç bir milletinde Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasını zikretmeye imkan yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim” diyemez.''
-Mustafa Kemal Atatürk





Anadolu Kadını Düşmana ''DUR'' Dedi...

Tarih boyunca Türk kadını hayatın her alanında erkeğine yardımcı olmuş , onun sorumluluklarını paylaşarak sosyal ve ekonomik hayatta varlığını sürdürmüştür. Açıkça söylemek isteriz ki tarihimiz boyunca yaşadığımız savaşlarda ve yokluk yıllarında milletin yaşama sevincini ve kurtulma umudunu hep kadınlarımız ayakta tutmuştur.Kurtuluş savaşında savaş sadece cepheye değil ailelerin yuvasına kadar girmiştir.


Cephede düşmana ''Dur!'' diyen Türk kadını Asıl yiğitliğini cephe gerisinde göstermiştir. Milli mücadele yıllarında eşleri ve oğulları cephede olan Türk kadını tarlada çift sürmüş , odunları ısınmak için kırmış , ekmek yapıp yavrularını doyurmuş ve ocağına sahip çıkmıştır. Bütün bunların yanında kucağında minicik yavrularıyla yağmur demeyip , kar-kış demeyip cephenin malzemesini taşıyan , yaralı askerlerimizi tedavi eden , askerin silah,giysi,yiyecek ve içecek ihtiyacını en iyi şekilde karşılayan yine bu yiğit Anadolu Kadını olmuştur. Bu savaşlarda kadınlarımız üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmiş ve Türk Askerinin yanında olmuştur. Hepimizin bildiği ''Her yiğidin arkasında güçlü bir kadın vardır'' sözünü yabana atmamalıyız.


Vatanın Kurtulmasında Kuvay-i Milliye ve Müdafaa-i Hukuk örgütleri kilit rolü üstlenmişlerdir. Kadınlarımız mitingler düzenlemiş ve dernekler kurmuşlardır. İlk önce Sivas'ta Sivas Valisi Reşit Paşa'nın eşi Melek Reşit Hanım tarafından 1919 yılında ''Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti'' adlı cemiyeti kurmuşlardır. İstanbul Hükümeti büyük cesaretle protesto edilmiştir. Ordu için maddi ve manevi destek olmuşlardır. İlk miting İzmir'in işgalinden 1 gün sonra Kastamonu'nun Nasrullah Meydanı'nda düzenlenmiş ve işgal kınanmıştır. Daha sonra 10 Aralık 1919'da Kastamonu Kız Öğretmen Okulu'nun bahçesinde kadınlarımız tarafından ikinci bir protesto mitingi düzenlenmiştir.


19 Mayıs 1919 Mayıs günü Asri Kadınlar Birliği'de Fatih'te bir miting düzenlemiştir. Burada konuşan Halide Edip ''Şunu unutmayın ki , çocuklarımıza bırakacağımız tek miras , büyük bir tarihi olan , bir Türk olduğumuzu söylemektir'' demiştir. Türk Kadını Tarih boyunca her zaman bağımsızlığımızın sembolü olmuştur. Bu topraklar kadınlarımızın el emeği , göz nuru ve namusudur. Kurtuluş mücadelemiz ise Türk Ordusunun İşgalci güçlere karşı verdiği bir savaşın ötesinde çok daha derin anlamları ifade eder bize. Bir Anadolu İhtilalidir. Bir kutsal isyandır. Mazlum milletlerin Emperyalizme karşı kazandığı İlk zafer ve Batılı Sömürgecilerin kahredici savaş gücüne karşı yenilebileceğini tüm Dünyaya gösteren bir bağımsızlık kavgasıdır. Diriliş , bağımsızlık ve varoluş destanıdır.

Biz Türkler Tarih ve Kültür hayatımız boyunca her zaman kadına gereken önemi ve değeri gösterdik.Kadınlarımız Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan kahramanlarımızdır. Eğer bizler milli iradeye ve Kuvay-i Milliye'ye inanıyorsak , bu ruhun kadınlarımız tarafından geçtiğinin farkına varmalıyız. Bu ruhu yaşatmak için de 100 yıl önce olduğu gibi 1000 yıl önce olduğu gibi kadınlarımıza değer vermeliyiz.


Bugün kendini medeniyetin tek sahibi ve adresi olarak göstermeye çalışan Batı , medeniyeti kendisinden başka kimseye yakıştıramayan Batı , Kadını sosyal hayat içerisinde her zaman arka plana atmıştır. Batı'da kadın insan olarak dahi görülmemiş ve bir çok haktan mahrum bırakılmıştır. Tarihi doğru okumak her Türk'ün görevidir. Böylece ak ile kara ortaya çıkacaktır.


Bu vatan için destanlaşan o kadar çok yiğit kadınımız var ki hangisini anlatalım. İsimlerini bilmediğimiz bu topraklar için toprağa düşmüş adsız-sansız binlerce Türk Kadını. Hepsini rahmet, sevgi, saygı ve minnetle anıyoruz.

Atamız Mustafa Kemal 1923 yılında şu sözleri söylemiştir. ”Belki erkeklerimiz memleketi ele geçiren düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında bulundular. Fakat erkeklerimizin meydana getirdiği ordunun yaşam kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Yurdun varoluş nedenlerini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olacaktır. Kimse inkar edemez ki bu savaşta ve ondan önceki savaşlarda ulusun yaşam yeteneğini tutan hep kadınlarımızdır.“

Alıntı/Kaynak: https://otukenormanininfilizleri.blogspot.com/2016/04/milli-mucadele-kahraman-turk-kadnlar.html

 
 
 

Yahya Kemal'in ünlü şair Nazım Hikmet'in annesi, ressam Celile Hanım ile aşkları ve 'Sessiz Gemi'



'Yahya Kemal'in ünlü şair Nazım Hikmet'in annesi, ressam Celile Hanım ile olan aşkları dillere destandır. Yahya Kemal'in Nazım Hikmet'e ders verirken tanıştığı Celile Hanım ile olan ilişkisi mutlu sonla noktalanmamış, bu aşktan geriye şairin ölüme yazıldığı zannedilen ama aslında Celile Hanım'ın Heybeliada'dan İstanbul'a doğru yol alışında yaşadığı kederi anlattığı meşhur şiiri kalmıştır.

Sessiz Gemi
Artık demir almak günü gelmişşe zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler
Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden'


Alıntı: Sosyal medya

Osmanlı'nın Venezeulalı paşası

Anıtkabir'in farkı

📷 Balat - İstanbul sokakları

'Türk öğün, çalış, güven...' derken öğün ne anlama geliyor?

📷 1968 yılı, İstanbul Acıbadem Köprünün altında,

🎩 Yerli ve milli Laiklik! - Türk Malı™️🇹🇷

🥇 Dünyanın en iyi kayak merkezi ⛷

✍️ “Müthiş” olan biziz....



Genç bir kız yanındaki arkadaşına diyor ki... “Amaaan tam bize göre bir iş... Üçüncü dünya ülkesiyiz işte!”

Haydaaa...

Aslında dememeliyim.

Çok duymuşsunuzdur. Söz aramızda, belki de siz de benzerini, hadi diyelim “arada sırada” söylüyorsunuzdur... dizlerinize vura vura...

BECEREMEZSİNİZ

Yok canım! Ben haksızlık ediyorum. Aydınlık okuru öyle söylemez!

Ancak doğru konuşalım. Yediden yetmişe değişik biçimde ve düzeyde bu anlayış var.

Kendimize bakıp bakıp şöyle dedirtiyor birileri...

Koyunuz.

Kabayız.

Tepki vermeyiz.

Otorite karşısında boyun eğeriz.

Düzensiziz.

Temiz değiliz, yere çöp atarız.

Hileciyiz.

Onu üretemeyiz.

Şunu beceremeyiz.

Bunu satamayız.

Know how ne diye bakarız.

...

Uzuuun bir liste.

Anlayacağınız yerlerde sürünüyoruz.

Zaten amaç da budur.

KAFADAN TESLİMİYET

Derler ki emperyalizm girdiği ya da gireceği ülkede ilk önce insanları kafalarından teslim alır. Der ki sen bir hiçsin!

Ben müthişim. İnsan haklarcıyım. Kibarım.Tepki veririm. Temizim vb vb. Ben elinden tutmazsam, denetlemezsem sen var olamazsın. Hey şaşkın...! Kendine güvenip de başını dik tutmaya sakın ola ki kalkışma. Vatanına giriş işlemlerimi zorlaştırma.

Bir tür yol düzlemedir.

Kendine güvenini yok etmeli ki... kendini ufacık zerrecik gibi göreceksin ama bunu “özgür iradenle” yapacaksın. Ünlü deyişle bonzai çekeceksin, otur otur kalk kalk...

Biz bu muyuz!

Nasıl bir haksızlıktır!

Nasıl bir gerçek dışılıktır!

Biz şu topraklarda kaç imparatorluk kurmuş kaç tanesini yıkmış yerine yepyenisini kurmuşuz. Tarihimiz başkaldırılarla dolu. Hiç sömürge olmamışız... Bendimize sığmayız.

Cumhuriyetimizi, devrimlerimizi düşünüyorum...

Dünyada müthiş bir ilk yaratmışız.

Büyük başarı!

Henüz çok yakın bir zaman. Hâlâ inşaat faaliyetine devam ediyoruz. Bölgede karar sahibiyiz.

Ama ABD merkezli düşünce kuruluşu Freedom House, açıkladığı 2018 Dünyada Özgürlükler Raporu’nda ne diyordu?

Türkiye’yi “kısmen özgür” kategorisinden, “özgür olmayan ülkeler” arasına almıştı anımsayacaksınız.

NATO da buna değinerek “Türkiye, ‘özgür olmayan ülkeler’ kategorisindeki tek NATO üyesi durumuna geldi. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün Yolsuzluk Algısı İndeksi’ne göre Türkiye, 180 ülke arasında 81. sırada. NATO müttefikleri arasında sadece Arnavutluk Türkiye’den daha alt sırada yer alıyor” fetvasını veriyordu.

Raporda demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının NATO’nun ortaklık stratejisinde daha öncelikli hale getirilmesi önerilirken “İttifak içinde ve dışında liberal demokratik dünya düzeninin teşvik edilmesine ilişkin yollarla ilgili açık bir tartışma, NATO’nun kurumsal gündeminin bir konusu olmalıdır” denilmişti.

NATO’yla ne ilgisi var, öyle değil mi? Ama var, elbette.

Hizadan çıktınız.

Emperyalizm elindeki bütün oyuncakları kullanmaya çalıştı, çalışıyor.

Sesinizi nasıl kesecek?

“Bu milletten bir şey olmaz!” dedirterek. Kültürel genlerinizle oynayarak.

Bizi “vatan... millet” demekten vazgeçirerek...

“Değer mi??”

“Ver gitsin!” “Sat gitsin!” “Böl gitsin!”

Kafamızı kör bir noktaya kilitleyerek...

Reklamdan sonra devam ediyor

Mücadele enerjimizi “aman gitsin de ne olursa olsun” hedefi yolunda boşaltarak...

İzin verecek miyiz?

Gözlerimizi kocaman açacağız.

“Bak” denilen yere değil, bakmamız gereken yere bakacağız.

Çünkü esas “müthiş” olan biziz.....

Şule Perinçek

20190128

✍️ 🎼 Fazıl Say ve yeni bir tarikat - Onur Caymaz

Fazıl Say ve yeni bir tarikat

Onur Caymaz


Yeni tarikat dediysem, beş altı yıl oldu. Dini değil! Kimi meyhaneler dışında dergâh falan da yok buluştukları, asıl mekânları sosyal medya, internet. Somut etkinlikleri olmasa da her yerde her şeyin en iyisini onlar bilir. Özellikleri bu. Her yerde konuşur, işe gelince kaçarlar. Kesin yargılarla beslenirler. Kimsenin okumadığı dergilerde sayfalarca yazı... Oturdukları yerden sızlanmaları bitmez. İnsanların, doğuştan kusurlarıyla bile alay edecek kadar korkunçlar. Hiçbir şeyi sevmedikleri açık.
Şükrü Erbaş röportaj verir Sabah’a, devrimciyim ama muhafazakâr okur kitlem de var, der. Aydın intiharı diye ağlarlar (ele güne sol pazarlamaktan, muhafazakâr okuru dönüştürecek inançları kalmamıştır). Erbaş’ın bugüne dek yazdığı, “farklı” tek şiirini okumamışlardır. Herkes hakkında, herkesin bildiği kadar bilirler. Kül Uzun Sürer, paralanmamıştır ellerinde.

Bülent Ortaçgil demeç verir, düşerler defterden. Düşmeleri neyse de bunun Ortaçgil’in umurunda olmadığını bilmezler. Erdal Beşikçioğlu, Dağlıca’da askerken nöbet tuttuğunu anlatır, insanlık düşmanı ilan ederler. Yıllardır önüne yattıkları uyuşturucu satıcısı terör örgütünden Beşikçioğlu hoşlanmaz çünkü; silerler. Oyunculuğunun değeri yoktur, kendi renklerinden oyuncu olmasını isterler.

Hep, çok ilerde bir gün kazanacaklardır ama şu sıralar biraz kaybetmektedirler. Bildiklerini yarım bildiklerinden, dini eğilimini ilk kez duymuş olacaklar, Mazhar Alanson bir şeyler söyler. Delirirler. Sözde klasik müzik severler ama dinledikleri ustaların çoğu inançlıdır; bilmezler. Mazhar inanıyorsa kötüdür ama Cohen’in Hallelujah’sına bayılırlar. Ucuzdurlar. Fiyatının olmadığını reklam eden herkes gibi ucuza alınıp satılırlar. YAPILAN İŞ, önemsizdir onlar için. Dergileri, kapanınca; yayınevlerini, batınca; sanatçıları, ölünce severler. Bir tür gizli düşman!

İnsanın geçiciliği ne, zaman niye sonsuz, bilmezler. Sözde sevdikleri Nâzım’ın insani gelgitlerinden, geldiği yerden bile haberleri yoktur! Atlılar ve rüzgâr kanatlılar, o kadar. Ağa Camii şiirini duymamışlardır. Bu yıvışık tarikata göre insan dümdüzdür. Boyuna liyakat derler; İlber Ortaylı Kültür ve Turizm Bakanlığı danışmanı olunca köpürürler. Aynı göreve bakkal Mahmut Amca atansın, layık değil diye ona da köpürürler. Onları mutlu edecek tek şey var. Onu da burada ben söyleyemem.

Herkesin yazdığı konuda yazmayı sevmem ama bu tarikat bir haftadır mesaide. Türkiye’nin dünyaca tanınan değeri Fazıl Say’ın Truva Sonatı’nın prömiyerine Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı katıldı. Ortalık karıştı. Katılmasa, yine karışırdı. Katılınca da karıştı. Bunca doğal şeyden ortalık karıştırmak onlara düşer.

Say, dünyası müzikle dolu naif adam. Türkiye’yi müzikle dönüştürme derdi var. O kadar muhalif. Ne yapsın, onlar gibi devrimci falan değil! Yılın neredeyse tümünü konserlerde geçirir, Anadolu’ya gider çalar, Paris’e gider çalar; hangi ülkeye gidip vatandaşlık istese kabul görecek ama rakısını Burgazada’da içer. Kalan zamanda beste yapar, arada sosyal medyadan sevdiği ressamları paylaşır, kısacası İŞİ vardır Fazıl’ın. Yıpratılmasının sebebi budur. İşini “kendi halınca” iyi yapıp başarılı olanla asalakların farkını gözümüze sokar...

Say’ın var oluş amacı müzik yapmak, onlar gibi AKP’yi devirmek değil (on altı yıldır beceremediler de). Say, normal bir insan, savruluşları var, etten, kemikten. Ona dokunabilirsiniz ama ötekilerin yanına varılmaz kibirden. Bu cumhuriyetin dâhi çocuk projelerinde yetiştiği için bile kimi liberal çevreleri zamanında rahatsız eden biri Say. Ulaşılabilirliği, özel yaşamı, kalbi elinde oluşu; alışık olduğumuz şeyler değil. Biz pusuyu severiz, Fazıl düello insanı!

Hükümetle arası uzun süre kötüydü Say’ın. Ardından annesini kaybetti. Cenaze namazına gitti adam. Nasıl gider, diye bağrıştılar bu kez, namaz falan! Bir cenazede olsun, doğru dürüst tabut omuzladıkları görülmemiştir. Cami avlusunda daima sırık gibi durup bakınırlar. Derken hükümetin tepesinden o acılı günde telefon gelir Say’a. Cumhurbaşkanı hattadır, başsağlığı diler. Say reddetmez konuşmayı. Çünkü ölüm her şeyden üstün, ders verir, her şeyi çözer. Felaketlerde buluşmayan, hiçbir şeyde buluşmaz çünkü. Vatan, buluşabilen insanların yeridir. Buluşmak zorunlu mu; ölümde sorulmaz. Öldürülenler vardı derler, Say öldürmedi kimseyi. Adam müzisyen.

Derken Erdoğan’ın jestine samimiyetle karşılık verdi Say. Uzun süre sonra hükümet, kendinden olmayan ama ülkenin en muteber adamlarından biriyle buluştu. O gece cumhurbaşkanının ekibinde bulunan ABD’li bay da Truva’yı dinledi, İzmir Marşı’nı alkışladı böylece. Orada ne işi vardı bilemem, Amerikalı değilim. Şu tarikata sorun, belki onların PKK’lı arkadaşları bilir. Amerika ile hepsinin arası iyidir. Yine de senatör, Gazi Paşa’nın, intikamını aldım dediği Hektor’u hatırlamıştır en azından. Say, selam verirken eğilmiş dediler, İzmir Marşı çalmasıyla alay ettiler! Bu tarikatta herkes işine bakar ey okur, ekmek peşindedirler. Çoğu ağzını açmamıştır, Demirtaş zamanında Erdoğan’ı alkışlarken.

Bu hafif yakınlık, kültür hayatımıza olumlu sonuçlar getirebilir. Yeni operamızın sanat danışmanlığını bıyıklı amcalar yerine Fazıl Say’ın yaptığını düşün. Sonunda AKP gider mi? Bilemem, Fazıl Say politikacı olsa oy verdiğimiz için ona hesap sorardık. Fakat adam işini yapıyor. Devrim, işini iyi yapmakla başlar.

İŞ deyince, tüm karmaşada ilk kez dinleyiciyle buluşan Truva Sonatı hakkında, kimsenin tek satır yazmadığına da dikkat lütfen. Ne dedik, onlar, iş yapan insana düşmandır; Nâzım’ın dediği gibi tam!

Alıntı/Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/fazil-say-ve-yeni-bir-tarikat-onur-caymaz-kose-yazilari-ocak-2019

Fazıl Say'ın babası: Bakın 84 yaşındayım, savaş çıksa ülkemi savunmak için sokağa çıkarım



Fazıl Say'ın babası: Bakın 84 yaşındayım, savaş çıksa ülkemi savunmak için sokağa çıkarım
Sputnik
Türkiye

08:49 29.01.2019

Fazıl Say'ın babası Müzikolog Ahmet Say, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, oğlunun konserine katılmasını değerlendirdi. Say, "Memnuniyet duydum. Aslında gitmesini beklemiyordum çünkü Türkiye'de devlet adamları klasik müziğe daha mesafelidir" dedi.

Türkiye'nin en iyi müzikologlarından biri olan, aynı zamanda öykü ve roman alanında yayınladığı kitaplarla birçok ödül kazanan Ahmet Say, oğlunun dünyaca tanınan bir piyanist olacağını öngörmediğini belirterek, "Bir baba olarak benim için önemli olan Fazıl'ı ahlaklı ve iyi bir insan olarak yetiştirmekti, öyle de oldu" dedi.

Sabah gazetesinden Tuba Kalçık'a konuşan Ahmet Say, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Fazıl Say'ın konserine gitmesini de değerlendirdi. Say, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Fazıl'ın konserine gideceğini beklemiyordum açıkçası. Çünkü Türkiye'de devlet adamları klasik müziğe genelde daha mesafelidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konsere gitmesinden dolayı da memnuniyet duydum" ifadesini kullandı.

Erdoğan'ı konserinde ağırladığı için Fazıl Say'ın eleştirilmesini değerlendiren baba Say, şunları söyledi:

— Benim için önemli olan insani değerlerdir. İnsani değerlerin öne çıkmasını isterim ülkem için. Yani yoksulluğun azalmasını, demokrasimizin daha da gelişmesini, her açıdan daha iyi bir ülke konumuna gelmemizi istiyorum. Türkiye sevgisiyle dolu kalbim. Bu hissimi hiç kaybetmedim. Bakın 84 yaşındayım. Ülkemde savaş çıksa veya işgale uğrasa bu yaşımda bile hiç düşünmeden ülkemi müdafaa etmek için sokağa çıkarım, savunurum ülkemi.

Alıntı/Kaynak: Türkiye Sputnik

👩‍🦳 🙍🏻‍♀️Araştırma: Kadınların 'Kendini Güzel Bulma' oranları👩‍🦱👩‍🦰👩🏻‍🌾

✍️ 🇹🇷 'Türk kadınları' hakkında bir yazı

 

Türk kadınları

Anaçtır Türk kadını. Evladını her şeyin önünde ve üstünde tutar. Şefkate ihtiyaç duyduğunda, aynı anaçlığı erkeğine karşı da sergiler. Koruyup kollar sevdiklerini. Bazen kendini feda edercesine.

Evine de, evliliğine de çok düşkündür; asla toz kondurmaz namusuna. Eri bildiğini, adamı bellediğini sonuna dek sahiplenir. Ve yuvasını korumak adına, aldatılmalara, ihanetlere de siper eder gövdesini. Yeter ki ortada kalmasın çocukları. Anasız, babasız büyümesin evlatları. Kan kustuğu halde, kızılcık şerbeti içtiğini sanırsın; dışardan. O derece diktir başı, öylesine vakurdur

Anadolu kadını.

Ev işlerine meraklıdır, özellikle evde oturanları. Beceriklidir. Elinden her iş gelir. Ona güvenildiğinden emin olursa... En imkansızı, en yapılamayacağı mümkün kılar. Vefalı, kadirşinasça davranıldığında kendisine... Katlanamayacağı dert yoktur. Dünyanın en fedakar insanı olur hemen. Yeter ki nankörlükle yüz göz edilmesin.

Sevince, evrenin en tatlı hanımıdır. Hele bir de seviliyorsa... Bir ayağı yerde, bir ayağı gökte gezinir. Yari de ona ayak uydurduğunda... Hak ettiği değeri bulduğunu anladığında... Er kişisini yitirmemek adına her yolu dener. Bütün ihtimaller tükenmesin diye; en beklenmedik anlarda, yuvayı küllerinden yeniden kurar. Hiçbir umudu kalmadığında terk eder gönül verdiğini; daha fazla acı çekmemeleri için.

Sevişirken utangaçtır. Kolay kolay söyleyemez nasıl öpmenden, neresine, nasıl dokunmandan hoşlandığını. İlan­ı aşk etmeye niyetlense de bazı bazı... Toplumsal şartlanmışlıkları, o aşk ilanını erkeğinden bekletir mecburi...

Ekmeğini kazananı da, kazanmayanı da kolay kolay açıklayamaz uğradığı fiziksel ya da psikolojik şiddeti. Kimileri onların; alkolik, kumarbaz, hovarda tiplerimize de katlanır; kaderim buymuş, diyerek. Ve hatayı kendinde arar, eksiği özünde bulur; herifine çamur atmasın, iftira etmesin diye dili.

Asildir Türk kadını. Eksik yanını ele vermez. Aç gezse de, perişanlık çekse de günlerce... Dile düşürmez çilesini. Umudu her şeyidir onun. Meğer ki başkaları gelip o umudu yüreğinden çalmasın.

Evlenince, duygusal partnerini, ruh eşini bulunca, paspallaşmasına, bakımı bırakmasına, sınırsızca kilo almasına, aynaya bile bakmaz hale gelişine, boş vermişliğine çok kızarım mesela.

Ve Alın yazısına boyun eğişine, anlık teslimiyetlerine deliriyorum; elimde değil. Çok hızlı hayal kırıklığına uğraması, gereksiz yelken indirişleri, ansızın gözyaşlarını salıveren aşırı duygusallıkları, çenesine vuran yersiz asabiyetleri tüylerimi diken diken eder. Bu teslim oluşları, bu vazgeçişleri yakıştıramam kutsal topraklarımın kutlu avratlarına. Böyle halleri, taşıyamayacağım ağırlıklar yükler kalbime çünkü.

Eriyle beraber vatanını kurtardığını, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduğunu bilmesem... Yenilgiyi çabuk kabullenen yanını görmezden gelebilirdim belki...

Ammaaa... Mete Han’ı, Atilla’yı, Alparslan’ı, Ertuğrul Bey’i, Fatih Sultan Mehmet’i, Kanuni Sultan Süleyman’ı, Mustafa Kemal Atatürk’ü doğuran anneler de bu toprakların bereketli, ulu anaları bilinmez mi milletimce? Nene Hatun, Şerife Bacı, Halime Çavuş, Gördesli Makbule, Erzurumlu Kara Fatma bizim değil mi?

Öyleyse yalnızca başı dik olmak yaraşır Türk Kadınına. Yeter ki soyunun nerelerden, kimlerden geldiğini unutmasın. Yeter ki, damarlarındaki asil kanı hatırından çıkarmasın.

Yeryüzünün en değerli kadınıdır o. Her dar gününde koca bir milleti ayakta tutan... Her düştüğümüzde, hepimizi yerden kaldıran...

...

Şahin ÖZŞAHİN

Alıntı/Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/turk-kadinlari/Blog/?BlogNo=557219

🎞 🎼 YILDIRIM GÜRSES bestesi AŞKIM BAHARDI (KIRIK KALP) tüm dünyada artık dijital alanda

Gururla dünyaca ünlü PINK MARTINI grubu ile tüm dijital alan kullanımı için de anlaşmaya vardık, YILDIRIM GÜRSES bestesi AŞKIM BAHARDI (KIRIK KALP) tüm dünyada artık dijital alanda da.. .



🎞 Gazeteci-edebiyatçı yazar Nihat Genç, Yılmaz Özdil'in 'M. Kemal' kitabını neden şiddetle eleştiriyor?

''1 Kuruşun ahlakından trilyonluk Yılmaz Özdil'e''

20190127

Kanseri yendi doktor oldu!

İzmit Körfezi Tanınmayacak Halde! Kirlilik Yüzünden 169 Kuş Çeşidinden Geriye 6-7 Çeşit Kaldı

Onedio.com

İzmit Körfezi’nde göç eden su kuşlarının mola verdikleri sahil şeridinde kirlilik her geçen gün artıyor. Kocaeli Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Sait Ağdacı, “169 kuş çeşidi kirlilikten dolayı 6-7 çeşide indi. Bu gidişle bu kuş türlerini de burada göremeyeceğiz” ifadelerini kullandı.

DHA'da yer alan habere göre, İzmit Körfezi’nin doğu kesimindeki sahil şeridi, Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından 5 Aralık 2006 tarihinde sulak alan olarak ilan edildi. Su kuşlarının göç yolları üzerinde bulunan alanda kuşlar deniz dibini tarayarak karınlarını doyuruyor. Bugünlerde de yüzlerce flamingoya ev sahipliği yapan kıyı şeridi, evsel atıklar nedeniyle kirlenince bölgeye uğrayan su kuşlarının sayısında ciddi oranda azalma oldu.

"Kuşların göç yolları kirlendi"

Bölgenin su kuşlarının göç yolu olduğunu söyleyen Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Sait Ağdacı, “Burası, İzmit Körfezi’nin en doğu ucu ve su kuşlarının göç yolu. Flamingolar bile burada konaklayıp göç yollarına devam ediyor. İzmit Körfezi bu hale gelmeden önce de bu bölgede 169 çeşit su kuşu konaklıyordu. Şu anda da burada flamingolar var, yeşil başlı ördek var, boz ördek var, balıkçıl türler var. Fakat şu anda denizin kirliliğini hep beraber görüyoruz, simsiyah bir deniz ve etrafta evsel atıklar, lastik, plastik cam ve evsel atıklar var buralarda. Kuşların göç yolları kirlendi” dedi.

"İnsan eliyle kirlenmeye devam ediyor burası, her elimize geçeni denize atıyoruz"



Bölgede yaşanan kirliliğin eko sistemi ciddi anlamda etkilediğini ifade eden Ağdacı sözlerini şöyle sürdürdü: “Burada bulunan 169 kuş çeşidi kirlilikten dolayı altı, yedi çeşide indi. Burada konaklayan kuşlarımızın sayısı çok azaldı. Buradaki kirlilik, ciddi anlamda ekosistemi etkiliyor. Bu gidişle bu kuşları da burada göremeyeceğiz. Atık su arıtma tesisleri yapılıyor, belli bir takım temizleme çalışmaları yapılıyor ama maalesef yetersiz kalıyor. Körfez günden güne kirlenmeye devam ediyor. İnsan eliyle kirlenmeye devam ediyor burası, her elimize geçeni denize atıyoruz. Körfez’e gelen gemilerin basmış oldukları sintina atıkları neticesinde de simsiyah bir su ile karşı karşıyayız ve bu hayvancıklar da burada konaklamak zorundalar. Bu gidişle yakında bu kuş türlerini de burada göremeyeceğiz.”

Buzlu suyun içerisinde 1 saat kalarak dünya rekoru kırdı.

Nazım Hikmet 🗣 🎙: 'Türkiye'deki bugün en büyük mesele yurt (vatan) meselesidir'



Aydınlık Gazetesi
29 Ekim 2011

✍️ 🇹🇷 “Türk düşmanlığı”nın 1.200 yıllık derin tarihi




“Türk düşmanlığı”nın 1.200 yıllık derin tarihi

Türk milleti tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasasındaki “Türk vatandaşlığı” tanımından rahatsız olan ittifakın kodları; Göktürklerin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar “adsız” geçirdiğimiz 1200 yılda saklı.

* 1912’de Sebilürreşat dergisinde çıkan bir yazıda “Türk” kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyor.
* Türkleri “çoban köpeği”ne benzeten tarihçi Mustafa Naima Efendi ayrıca “nadan Türk, idraksiz Türk, çirkin suratlı Türk, mel’un Türk” olarak niteliyor.
* Mustafa Sabri Efendi, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere “soysuzlar” hakaretinde bulunuyor.

Türk düşmanlığının derin tarihi

Türk Milleti tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasası’ndaki “Türk vatandaşlığı” tanımından rahatsız olan ittifakın kodları Göktürklerin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar “adsız” geçirdiğimiz 1200 yılda saklı



Dr. Ahsen Batur’un “Türk Sözünün Hazin Serüveni” ni yazdığı yeni kitabı “1200 Yıllık Sürgün”, Göktürk Devleti’nin yıkılmasından Jön Türkler’in ortaya çıkışına kadar geçen sürede yaşanan “etnik hafıza kaybı” nı anlatıyor. Kitap, özellikle Türklüğü tasfiyenin tartışmaya açıldığı bu günlerde, kimliksiz devletlerin akıbeti konusunda rehber niteliğinde.
Batur’un verdiği örneklerde, Orhun Abideleri’ndeki “Bey olacak evlatların Tabgaç halkına kul oldu; hatun olacak kız çocukların cariye oldu. Türk beyleri Türk isimlerini bırakıp Tabgaç beylerin Tabgaçca isimlerini alıp, Tabgaça bağlandı...” feryadıyla yıkılan Göktürkler’den itibaren Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Hazarlar, Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Beylikler ve Osmanlılar dönemlerinde artarak devam eden “mankurtlaştırma” yı yönetenler devrin “aydın” sayılan isimleri; tıpkı bugünkü gibi.

Cahil, köpek, hilebaz

İşte Batur’un “Türk’ün öcü gibi telakki edilmesini sağladılar” dediği tarihçiler, şairler, gazeteciler ve “öz yurdunda” Türk’e reva görülen hakaretler:
* İbni Bibi, Türkler’den, “cahil Türkler”, “müfsid - - Türkmenler”, “çarıklı Türkmenler” diye bahsediyor.
* Kerimüddin Mahmud Aksaraylı Türkleri “Gözün karalığından daha kara olan Türk...”, “Türklerin... o dinsiz zümrenin...”, “mel’un Türkler” ifadeleriyle anıyor.
* Amasyalı Hüseyin b. Ali Fatih, “Tariku’l Edep” adlı çalışmasında “Türk” ve “Türkmen” i iki ayrı etnik grup gibi gösterip, bölüyor.
* Şair Baki “Türk ehlinin ey hace biraz başı kabadır” diye hakaret ediyor.
* Nef’i “Türk’e Hak, çeşmi irfanı haram etmiştir” diye aşağılıyor.
* Türkleri “çoban köpeği” ne benzeten tarihçi Mustafa Naima Efendi ayrıca “nadan Türk, idraksiz Türk, çirkin suratlı Türk, mel’un Türk” olarak niteliyor.
* Gelibolululu Mustafa Ali, Mevaidü’n Nefais’te “Anadolu, Karaman ve Rum ülkesi adlarını alan pasaklılar halkı elbette kır adamıdırlar. Bunlar, aralarında güzel ve sevimli olanı az görünen, çeşit biçimde çirkin kimselerdir.” diyor.
* “Etrak-ı Bîidrak” lafının mucidi Hoca Sadettin “hilebaz Türk”, “akılsız Türk”, “aptal Türk”, “kudurmuş kurt”, “aşağılık türediler”, “sırtlan”, “anlayışsız kaltaban” diye nefret kusuyor.
Soyu kuruyasıca...
* “Baban da olsa Türk’ü öldür” diyen Kadimi mahlaslı Hafız Hamdi Çelebi, Hz. Muhammed’in “Türk’ü öldürün kanı helaldir” dediği iftirasını yayıyor.
* Bugünlerde “genç kızların sevgilisi” anonsuyla Muhteşem Yüzyıl adlı televizyon dizisine dahil edilen İzvornikli Arnavut Taşlıcalı Yahya karakteri, “soyu kuruyasıca Türk” diye mısralar düzüyor.
* 1797-1802 yılları arasında Paris’te daimi elçiliğimizi yapan Moralı Seyyid Ali Efendi uygunsuz hareketlerde bulunan Çuhadır Ahmet’e “Türk-ü sutür” yani “hayvan Türk” yakıştırması yapıyor.
* Tokatlı Aşık Nuri Türk’ü hayvana benzeterek şöyle diyor:
“Türk’ün dilberidir gayetle inat / Şehir dili bilmez lisanı kubat / Kelamında eder Türklüğün isbat / Hayvan gibi gözün diker samana”
* 1912’de Sebilürreşat dergisinde çıkan bir yazıda “Türk” kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyor.
* 1913 tarihli “Mecmua-i Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında, “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir... Türk falan değil sadece Müslümanız” deniliyor.
* Bugün “Milli Eğitim Sistemi” ni “milliyetçilik” ten arındıranlar(!), dindar fakat “milli şuur yoksunu” nesiller yetiştirmeye girişenler gibi Prof. Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı “İslamda Dava-i Kavmiye” adlı kitabında Türk’e karşı savaş açıp, “Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir” diyor.
* 1919-1920 yıllarında şeyhülislamlık yapan ve AKP iktidarında adına vakıf kurulan Mustafa Sabri Efendi, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere “soysuzlar” yakıştırmasında bulunuyor. Dahası, tiksintiyle söz ettiği Türklüğünden istifa ediyor:
“Yalnız Müslüman ve insan / Olarak kalmak üzere, Türklükten,/ Şeref ve izzetimle istifa / Ediyorum Allah’ın huzurunda / (...) Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme / Beni Türk Milletinden addetme!”
Müslüman Roma
İmparatorluğu
Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’ında “Türk müsünüz” sorusunun cevabı hayli dramatiktir;
“Aman hocam, estağfurullah!”
Batur’un yazdıkları işte bu dramın 1200 yıllık tarihi:
“Osmanlı, Fatih’le birlikte artık bir anlamda Müslüman Roma İmparatorluğu idi. Doğu Roma’nın birçok temel kurumunu kendi bünyesinde kaynaştırmasının yanında, Türk, Fars, Arap kimliğinin de bir sentezini yapmıştı. Bu sentezde şehirli hayata geçiş yapmayan göçebe Türk zümrelerine yer yoktu. (...) İki taraf arasında ilk uzaklaşma dille başladı. Osmanlıca bir jargondu. Saray ve çevresindeki Osmanlı elit medrese kökenli oldukları ve medreselerde de Arapça ve Farsça eğitimi hakim olduğu için bu jargonu rahatça kullanıp anlıyordu, ama Anadolu halkı bu dili hiç anlamıyor, buna karşılık Yunus’u, Dadaloğlu’nu, Karacaoğlan’ı ve Ahi ocakları başında bulunanları, Geyikli Baba’yı, Baba İlyas’ı... çok iyi anlıyordu. Çünkü aynı dili konuşuyorlardı.


Osmanlı, milli değil siyasi bir yapıydı... Sentezdi. Bu sentezde Hıristiyanı, Arabı, Acemi vardı, yalnızca Türk yoktu. Bir başka deyişle saray içine ve çevresine yerleşen bu kozmopolit elit tabaka, oluşan nimet ve refah dairesinin içine Türkleri sokmak istemiyordu. Bu şer dairesinin içinde herkes kimliğini vurgulayabilirdi... Yeri geldiğinde Rum’u Rum, Acem’i Acem, Arabı Arap, Arnavutu Arnavut olduğunu söyleyebilirdi, yalnızca Türk ” Türk “ olduğunu söyleyemezdi. Bunun Kuran’a ve şeriata ters olduğu öğretilmiş, din alimlerince böyle söylenmişti. Başkalarına helal olan şey, Türk’e haramdı. Çünkü Türk demek, Yecüc-Mecüc demekti ve bu konu başta tesfirlerde ve bazı uydurma hadislerde defalarca işlenmişti.” 

“Vatan” demek yasaktı



Falih Rıfkı Atayvatan”sız ve “millet”siz büyümenin ne demek olduğunu, Batur’un da kitabına aldığı “Batış Yılları” nda şöyle anlatıyor:
“Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ’Osmanlı’idik. İlmihallerde baş dersimiz ’Din ile Milliyetin bir olduğunu’öğrenmekti... Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer ’Padişahım çok yaşa’diye bağırırdık... Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik..” 


Batur, Mehmet Akif Ersoy’u da “Din ile milliyetin bir olduğunu savunanlar” arasında sayıyor:
“İstiklal Marşı gibi muazzam bir şiiri yazan Akif’e elbette şükran borçluyuz, ama onun da gerek o zamanki ve gerek günümüzdeki bazı dogmatik fikirli Müslümanlar gibi, etnik mensubiyetle ırkçılığı aynı şey kabul etmeleri, insanın milliyetine vurgu yapmakla İslam’a aykırı bir şey yaptığını düşünmeleridir. Bu düşünce iledir ki Akif, aynen şu beytleri yazmıştır:
Hani milliyetin İslam idi... kavmiyyet ne
Sarılıp sımsıkı dursaydın a, milliyetine
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfrolur başka değil... kavmini sürmek ileri...” 


Akif’in “En büyük düşmanıdır ruh-u nebi tefrikanın / Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın” diyerek hedef aldığı Ziya Gökalp ise Türk’ün “Vallahi Türk değilim” demeye itildiği günleri şöyle tarif ediyor:
“Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı yoktu. Tanzimatçılar ona: ’Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istedidiğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun’demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile, ’Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim’demeye mecbur edilmişti.” 


Yürü var gel ya Arap’tan ya Acem’den


Türk’e bütün bu hakaretleri sıralayanlar Selçuklu ve Osmanlı Sarayları’nda el üstünde tutulur, Türk devletine yön tayin edecek mevkilere yükseltilirken bu milletin evlatlarının “konumu” nu şöyle özetliyor şair Mesihi:
“Mesihi gökten insen sana yer yok!
Yürü var gel ya Araptan ya Acemden!” 


Babinger’den yaptığı alıntıda, 2. Mehmed’in Acem sanarak Yedikule’de tekke olarak kullanması için bir Rum kilisesi armağan ettiği Tokat’lı Le’ali’nin Acem olmadığını öğrenince manastırı geri alıp maaşını da kestiğini ve 2. Selim’in de şehzade 3. Murat’ın yanına verdiği iki gencin Türk olduklarını öğrenince işten çıkarttığını aktaran Ahsen Batur, Sultan Süleyman’ın son dönemlerine kadar Türk olanlara “devlet” te görev verilmediğini de hatırlatıyor.


Batur’un kitabında altını çizdiği önemli ayrıntılardan biri de Osmanlı’ya diplomat, yönetici ve bürokrat yetiştirmek için kurulan Enderun’a Rum, Ermeni, Bulgar, Hırvat, Boşnak vs. alınırken bu “akademi” nin kapısının Türkler’e kapatılmış ve devletin asli sahiplerinin bir anlamda “cehalete” mahkum edilmesi. Türkler’e “savaşta ölmeye yarar” gözüyle bakılması.


Türk’ün 1200 yıllık sürgününü anlattıktan sonra bugünü de analiz eden Batur, AKP ile Osmanlı arasında Türklük açısından hiçbir fark olmadığını ileri sürdükten sonra şöyle yapıyor kitabının finalini:
“Peki, AKP ve temsil ettiği zihniyet Türk kelimesini sürgüne göndermeyi başarabilir mi? Hiç sanmıyorum... Osmanlı’nın 600 yılda başaramadığı şeyi, gelip geçici hükümetler hiç başaramazlar...”

“Paşa da olurmuş ha!..”

Ahsen Batur’un Ahmet Vefik Paşa’dan aktardığı şu anekdot bile tek başına yetiyor “kimliği” sürgün edilen bir milletin acıklı halini anlamaya/anlatmaya:
“Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor. Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor; aldığı cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek isteyen bir ihtiyara, ” hangi milletten “ olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle, ”Ben Türk’üm efendim“ diyor. Bunun üzerine Paşa ” Niçin sıkılıyor saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türküm “ diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, ” Sahi sen de Türk müsün? Demek Türkten Paşa da olurmuş ha “ diye sevinç ve hayretle karşılık veriyor!”

Dedesinin torunu...

Hasan Cemal’in Türk Milliyetçiliği’ne karşı dinmeyen öfkesinin şifreleri de var Ahsen Batur’un “1200 Yıllık Sürgün” ünde.
Suriyeli bir paşanın ağzından Hasan Cemal’in dedesi Cemal Paşa’nın “Türklük” le imtihanı:
“Bir akşam Dımaşk eşrafından birinin köşkünde idik. Salonda ben, ev sahibi, Enver Paşa ve Cemal Paşa vardı. Sohbet şuradan buradan devam ederken bir ara Cemal Paşa ” Eğer damarlarımdan birinde Türk kanının dolaştığını bilsem, onu kerpetenle yolar alırdım “ dedi. Enver Paşa buz kesti ve hemen ayağa kalkıp sert adımlarla evi terk etti.”

Adını söylemekten korkmayan yedi hükümdar

Türk Tarihi boyunca “Ben Türk’üm” diyebilen iki devlet ve yedi hükümdar belgeleyebilmiş Ahsen Batur. O iki devletten biri Göktürkler, diğeri de Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti.
Göktürklerin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen 1200 yıllık “sürgün” sırasında Türklüğünü inkar etmemiş o “hükümdar” lara gelince;


“Bi’dat tanımadıkları için Tanrı bugün Türkleri yüceltmiştir (...) Türklerin idarecileri, katipleri ve memurları hep Horasanlı olmalıdır ki, Türklerin işleri bozulmasın...” diyen Selçuklu Sultanı Alparslan,
Kendisine elçi olarak gelen şeyhin okuduğu hadisi dinledikten sonra “Ben Türk’üm ve Arapçayı az bilirim” diyen Harezmşah Muhammed,


“Biz kim emîr-i Türkistan, melik-i Turanız. Biz kim halkların en kadimi, Türk’ün baş boğunumiz” diyen Emir Timur,


Bir Türk alfabesi hazırlayan (dil elden gidiyor diyen Nakşibendilerin gazabına uğrayan) Babür,
Türk alimlerin yetiştirdiği idealist bir “Türkçü” olan Genç Osman,
Türkçe bilmeyen Tunuslu Hayreddin Paşa’ya “Paşa paşa ben Türküm ve Türk kalacağım” diyen Abdülhamid,


Ve “Ferganalı, Buharalı, Taşkentli, Akşabatlı, Kaşgarlı, Almatılı, Bişkekli, Düşanbeli, Urumçili de aynı vatanın evladıdır. Sonuçta aynı atanın çocuklarıyız. Düşmanın oyununa gelmeyelim ve ölene kadar Uluğ Türkistan davasına hizmet edelim. Ben Buhara emiri, Özbeklerin Mangıt boyundan sayılırım ve gerçek Türküm...” diyen Buhara Emiri Said Halim Han...


2013

Alıntı/Kaynak: https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turk-dusmanliginin-1-200-yillik-derin-tarihi-80283h.htm