20190318

'📚 📖 Osmanlı'nın Son Savaşı - Altay Cengizer


Türkiye'de Millî İktisat
Yazar : Zafer Toprak
Yayıncı : Doğan Kitap

Diplomasi, eninde sonunda özellikle de mukadderat anlarında çıplak güç ilişkilerinin zemini üzerinde şekillenir. Bir ülkenin ve halkın en büyük talihsizliği de diplomasisi eriyip gittiği zaman ortaya çıkar. Birinci Dünya Savaşı’na giden yol iyice keskinleşirken, 1853-1856 Kırım Harbi’nden o yana hiçbir zaman tek bir müttefikin yanına gelmesini sağlayamamış, bu halde de seçeneksizlik içinde sürüklenegelmiş, savunma imkân ve kabiliyetleri oldukça yetersiz olan Osmanlıların, büyük güçlerin dahi müttefik ihtiyacı içinde kıvrandığı acımasız bir dünyayı tek başlarına göğüslememek için ittifak arayışına girmeleri kadar mantıklı ve gerekli bir şey olamazdı. Henüz iki yıl önce Balkanlar’da son bulmuş ve nihai parçalanmanın eşiğine gelmiş Osmanlılar, Birinci Dünya Savaşı’nda sürdürülemeyecek bir tarafsızlığın kesin yalnızlık ve bedbinliğinde değil, ancak büyük güçlerden birinin safında inşirah ve hayatta kalma şansı bulabilirdi. Müttefikleri konusunda gönüllerinden geçenler olabilecekse de neticede kiminle ittifak tesis edileceği, hiç de kendi tercihlerine kalmış bir şey değildi. Bunu en soğuk çıkar algılamalarının öne ittiği realpolitiğin baskın stratejik çerçevesi belirleyecekti.

Liberal emperyalist anlatının omurgasını oluşturan Enver Paşa’nın Alman yanlısı olduğu iddiası ve buradan türetilen diğer isnatlar hiçbir şeyi açıklamaz. İttihat ve Terakki hükümetinin Alman yanlılığı yüzünden savaşa girdiğini iddia eden görüş, Almanya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’yla bir askeri ittifak kurmayı baştan itibaren arzulamış olduğu, öte yandan İtilaf Devletleri’nin de Osmanlılardan yana kayda değer tekliflerle ortaya çıkarak gerçek bir seçenek yaratmış olduğu çifte varsayımına dayanmak zorundadır ki, bunların her ikisi de hiçbir şekilde geçerli değildir.

Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Alman nüfuzunu izahta çok sık rastlanılan kolaycılığın zemininde yatan Bağdat Demiryolu, Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından sadece on gün önce dahi taraflar arasında şiddetli münakaşalara yol açmaktaydı. Deutsche

------,

KİTABIN İÇERİĞİNDEN ALINTILAR

Bank’ın 20 Temmuz 1914 tarihli raporu, Almanya’nın yakında ma- sadan kalkmak zorunda kalacağını, Türkiye’yle anlaşmaya varmanın imkânsız gözüktüğünü kaydetmekteydi.3

Öte yandan, St. Petersburg’daki Fransız Maslahatgüzarı, 14 Mart 1914 günü Paris’e çektiği telgrafta, “Türkiye’ye doğru inmekte olan Rusya’nın önünde duran tek Güç Almanya’dır” demekteydi.4 Al- manya’yla ittifak, aşağıda ayrıntılı şekilde görüleceği üzere, ne ka- dar güçlükle varılmış olursa olsun, her iki tarafın temel yaşamsal menfaatlerini karşılıyor; her iki tarafı da bilinen güvenlik algılamaları temelinde oluşmuş esas stratejileri zemininden dışarı çıkartmayan, tehdit dökümünün ortaya çıkarttığı manzaraya uygun bir seçimi yansıtıyordu.

Buradaki temel gerçeklik, Osmanlı hükümetinin, Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa sathında patlamasını ve İtilaf Devletleri’nce iz- lenen siyaseti varoluşsal bir tehdit olarak algılayıp buna karşı icra yeteneği de olan bir savunma stratejisi geliştirmiş olmasıdır. 1914 Ağustosunda Avrupa’nın diğer geleneksel güçleri gibi, Osmanlı İmparatorluğu da zaman içindeki hareketin oluşumunu tamamlayıp tüm neticelerini talep ettiği; ne tevil ne de tehir edilebilir çıplak bir gerçeklik anıyla karşı karşıya kalmıştı. Kamuoyu tam farkında olmasa da birbirini takip eden siyasi buhranlarla gittikçe kötüleşen Avrupa’daki siyasi atmosfer, 1914’e dibe vurmak üzere olduğunu gösteren bir eğimle girmişti. Osmanlı Devleti ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914 tarihinde son anda kotarılabilmiş ittifak anlaşma- sının nedenleri, içerik ve hedefleri, ancak bu görmezden gelinemez realpolitik şartların çizdiği doğru çerçeve içinde anlaşılabilir.

Almanya’yla ittifakın tesisinde aceleci davranılmış olduğu da söylenemez. Netice itibarıyla, İngiltere ve Fransa’nın diğer her mülahazanın önüne geçirdikleri ve tüm önceliği yükledikleri politika, dışarıdan bakıldığında baş döndürücü kaynaklara sahip olduğu görünen Rusya’yı, ne yapıp edip muhakkak surette kendi saflarında ve savaşta tutabilmekti. Bu durum da savaşın büyük ikramiyesi gözüyle bakılan İstanbul ve Boğazlar’ın, Çarlık’ın göz hizasında tutulmasını gerekli kılıyor, Çarlık Rusyası neredeyse Osmanlı İmparatorluğu orada olamıyordu. İtilaf Bloku’nun üzerine gelişi, bilhassa içi boş bir toprak bütünlüğü garantisiyle ortaya çıkmalarının ertesinde iyice kesinlik kazanmışken, Almanya’nın da bir şekilde elden kaçırılması, muhtemel tek müttefiki de ortadan kaldırmak suretiyle Osmanlıların sonunu getirecek şiddette bir tehdidi ortaya çıkartırdı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa dahil olmayabileceğini iddia etmek, bu meyanda, İtilaf Devletleri’nin ikili düzeyde vermeyi reddedip ancak İtilaf Bloku adına üçlü düzeyde vermeyi önerdikleri; İtilaf ortadan kalkınca hiçbir bağlayıcılığı da kalmayacak, esasen bizzat kendilerinin peşine hiç de düşmedikleri o ucube toprak bütünlüğü garantisine olmadık bir kıymet biçmek, ezeli Şark Meselesi’nin varlığını reddetmekle eş anlamlıdır. Bunu söyleyebilmek için, bir de Çarlık Rusyası ile Osmanlı İmparatorluğu’nun tam on üç kez birbirleriyle savaşa tutuşmuş olduklarını görmezden gelmek gerekir; tıpkı on yıllardır Kafkas halklarını önüne katıp Anadolu’ya sürmüş Çarlık ordularının Osmanlı ordusunun kışlık giysilerinin gelmesini Sarıkamış’ta centilmence bekleyeceklerini zannetmek gibi...

29 Ekim 1914 Karadeniz hadisesi, yani Yavuz ve diğer Osmanlı donanması unsurlarının Sivastopol, Odesa ve diğer Rus limanlarını bombalamasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na dahil olduğu bilinerek Jön Türk hükümeti bundan dolayı hep suçlanır da, hem Çanakkale hem de Basra’nın 29 Ekim’den bir ay önce İngiltere tarafından abluka altına alınmış olduğu, Karadeniz çıkışının da tam da teşebbüs edilmek olduğu üzere Çarlık tarafından abluka altına alınması halinde Doğu Cephesi’nin ikmali imkânlarının ortadan kalkmış olacağı gibi ayrıntı olmaktan çok öte, en can alıcı hususlar üzerinde durulmaz. Karadeniz’de kaç yüzyıldır devam eden Osmanlı-Rusya rekabetinin arka planı, Karadeniz’deki stratejik durumun 1914 itibarıyla ulaştığı aşama gibi mümkün olabilecek en esaslı suallere ilgi duyulmaz. Bu tür eksiklik, atlama ve ihmaller, sonunda büyük bir paradoksa da yol açmış, tarihin en fazla içinden gelen bir ülkede tarih bilincinin serpilmekte en çok zorlandığı bir dönem ortaya çıkmıştır.

Günümüzdeki baskın anlatı, çok karmaşık bir dünyadan yaptığı dümdüz ve kaba indirgemeler yoluyla dönemin İngiliz ve İtilaf Bloku politikalarına yön veren esaslı mülahazaları, uluslararası siyasi tarihin daha büyük gerçeklerini gözlerden saklamayı başarmıştır.


Tarihimizin en belirleyici kesitini teşkil eden böylesine karmaşık bir devri, hâlâ son derece basit ve yalınkat açıklamaların izah ettiği gibi anlamamız beklenmektedir. Lakin bir yandan son Osmanlıların mukadderat anında yaptıkları seçimin basit bir taraftarlığın neticesi olduğunu ileri sürmek ve mücadeleci bir neslin kahramanlarını karalamak, diğer yandan da bir ittifak içinde hareket ediliyor olmasından kaynaklanan genel savaş harekâtına yine yüzeysellik içinde yaklaşıp Büyük Savaş’ın kendi içindeki bütünselliğini oluşturan irtibatları ve stratejik ihtiyaçları görmemek ve mesela niçin Galiçya’da savaştığımızı soruşturmak, dört yıl boyunca kayıtsız şartsız verilen mücadelenin niteliği üzerinde düşünmeyi dahi reddetmek, tarihin üstünü örtme çabasından başka bir şey olarak algılanamaz. İtilaf Devletleri’nin oluşturduğu söyleme bir yüzyıl sonra dahi boyun eğmek ve bu anlatının unsurlarını vicdani rahatsızlık duymaksızın tekrarlamak da basit bir cehaletten ibaret addedilemez.

Liberal emperyalist propaganda, aslında kendisi saldırgan durumda olan İtilaf Bloku’nun Osmanlılara hiçbir şans tanımayan politikalarına siyasi geçerlilik ve ahlaki zeminde üstünlük kazandırmak, tüm dünyaya yayılmış imparatorluklarında tebaaları olarak yaşayan on milyonlarca Müslüman nüfusu etkilemek amacıyla biteviye kullanılagelmiş, Türkiye’yi meşru müdafaa halinde olduğu tezini savunamaz hale sokmayı hedeflemiştir. Almanya’nın yanında, Pan- türkist emellerin ardından Birinci Dünya Savaşı’na girmeyi tercih etmiş gibi gösterilen Jön Türk hükümeti, tüm tahminlerin ötesinde son ana kadar savaşmış ve İtilaf Devletleri’ne büyük zarar vermiş olduğu için en büyük cezaya çarptırılmayı hak ediyor bilinmiş, bu ceza da Sevr’de verilmeye kalkışılmıştır.

Nihai açıklama gücü, burjuva ve aydın katmanları çok cılız olan bir topluma geçirilemediği, derinlikte tutunamadığı aşikâr olan Turancı emellere atfedilir olunca, Osmanlıların Birinci Dünya Savaşı’na giriş kararı da esas zemininden koparılabilmiş, Balkan Harpleriyle olan esaslı bağlantılar yerlerinden sökülmüş, Çarlık Rusyası’ndan kaynaklanan gerçek tehdit resmin dışına itilmiştir. Daha iki yıl öncesine kadar en aşırı Balkan milliyetçiliklerinin kurbanı olmuş, varoluşsal nitelikte emperyalist tehdide maruz kalmış, ezeli Şark Meselesi’nin öznesi konumundaki Osmanlılar, bu Pantürkist kulp ve ona bağlanan “Alman yanlılığı” tezi sayesinde saldırgan gösterilebilmiştir.

Savaşa katılma kararında Enver Paşa ve onun sözde Alman yanlılığının, ordu içindeki geleneksel Alman etkisinin belirleyici addedilip Türkiye’nin adeta Almanya’ya doğru kurulu bir düzenek içinde bu noktaya vardığının iddia edilmesi, gerçeği yansıtmamaktadır. Bu anlatı, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı coğrafyasını savaşın dışında tutmak için kayda değer hiçbir gayret içine girmemiş olmasının asli sebeplerini gözlerden saklamakta; İngiltere’nin özellikle 1908’den sonra şiddetlenmiş aktif husumet politikasının hangi noktada sonlandığının üstünü örtmektedir. Böylece, zamanın İngiliz hükümeti ibra edilirken İngiliz İmparatorluğu ve müttefikleri Çarlık Rusyası ve Fransa aklanmış olmakta, fakat güçsüz ve saldırı altındaki Osmanlılar savaşa dahil olmanın büyük günahını üstlenmek zorunda bırakılmaktadır.

Bu el çabukluğu, siyasi bir hedef izlediği içindir ki, olayların içinde cereyan ettiği kapsamı gerçekten de izah etme gücünü haiz olgu ve detaylardan hiç bahsedilmemesi tercih edilmektedir. 

Örneğin Almanya’yla 2 Ağustos tarihli ittifak anlaşmasının imzalanmasından sadece birkaç gün önce, Osmanlı hanımlarının nişan yüzüklerini, memurların ve subayların zaten zar zor ellerine geçen maaşlarını bağışlamalarıyla inşa ettirilen Sultan Osman I ve Reşadiye zırhlılarına tam Osmanlılara teslim edilecekleri gün, İngiltere tarafından el konulmuş olması gibi olağanüstü önemdeki hususlar unutturularak gidişata tesir etmemiş, o kadar da önemli olmayan ayrıntılar mertebesine itelenmeye çalışılmaktadır. Bu dönemde, diğerlerinin ittifak politikaları izlemesi hep bir hak olarak kabul edilmişken, Osmanlı İmparatorluğu gibi “geri” ve “Türk’ün” idaresi altındaki bir ülkenin kendisine yönelik belirgin tehditler karşısında müttefik araması büyük bir günah olarak gösterilmeye çalışılmış, Osmanlıların yüksek siyasette değil, ancak ve en fazlasından entrikalarda yer alabileceği söylenmiştir.

İttihat ve Terakki’yi bir diktatörlük statüsüne indirgeyip bundan ibaret saymak, lakin emperyalist büyük güçlerin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik emelleri karşısında ne yapılmış olması gerektiği sualini hiç mi hiç sormamak, İttihat ve Terakki iktidarının Balkan Harpleri dahil tüm döneme kesintisiz ve yekpare biçimde yayıldığını zannetmek, Osmanlı hükümetlerini geniş bir seçenek yelpazesine sahip, kudretlerine de tam olarak hâkim karar vericilerden müteşekkil addetmek, stratejik hürriyetini yıllar önce yitirmiş Osmanlı İmparatorluğu’nu 1914’te elleri serbest ve seçenek bolluğu içinde saymak ve tüm bu yanlış faraziyelerden geçtikten sonra bir de bilanço ileri sürmek, üstelik zaman ve zeminin tamamen değiştiğine bakmaksızın bu ısrarı sürdürmek büyük haksızlıklara yol açmakta; baştan aşağı yanlış kurgulanmış bir tarih anlayışının sultasına kapıyı aralamaktadır. Algılamalar bu sığlığa doğru itildikçe, Osmanlıların verdiği ve hepimize ait olması gereken son savaşın siyasi boyutu hiç hak etmediği şekilde sahipsiz kalmış, meselenin Çanakkale ve Sarıkamış’ın çok ilerisine giden boyutları olduğu gözden kaçmıştır.

Bugün, son Osmanlıların uluslararası tarihte çok özgün bir yeri olan mücadeleleri, bunun günümüz Türkiyesi’yle ilişkisi ve hafıza bağları, sıkıştıkları o son sığınma hattından, unutuluşun en gerisinden artık düşüyor, o devre ait çok az şey gerçekten bilinir oluyor. Bu hal, zamanın hükmünü icra etmesi, basit bir unutma, geçen zamanın etkisiyle geçmiş zamandan kopma da değil... İkinci Meşrutiyet dönemini şekillendiren siyasi mücadelelerin dış boyutunun derinliğine kavranılmaya çalışılması yerine, hep üstünkörü bir şekilde geçiştirilmesi, günümüzdeki mücadelelerin tarihsel çerçevelerini de tahrip etmiş, sonunda kendi anlam dünyamızı da yanlış kurgulamamıza yol açan bir baştan savmalık galebe çalmıştır.

Bu ülkenin, Avrupa’nın tarihinde modern zamanları doğurmuş, en şekillendirici ve en büyük mücadelesindeki altı ana muharip taraftan biri olmakla kalmayıp bu mücadelenin sonucuna da çok önemli etkiler icra etmiş olduğunu, o noktaya nasıl ve nerelerden gelerek ulaştığını, geride bıraktıklarını ve başına gelenleri unutup da nasıl anlamlı konuşmuş olacağız?

Mesele, bu dönemi kendi şartları ve bütünselliği içinde kavra- yabilmek, kendisine Avrupa’dan “pılısını pırtısını toplayıp” olduğu gibi ve büyük insani acılar eşliğinde hiç yaşamamışçasına “atılma- sı” reva görülmüş, acıları hiçe sayılmış ama aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki kökteş mücadele sayesinde Avrupalı kalmış bir ulus olduğumuzun farkına varabilmektir.

Türkiye Cumhuriyeti ayrı bir birey ve Avrupalı bir devlet olarak dünyaya geldi. Fakat borçlarını dahi tam olarak ödemekten imtina etmemiş olduğu öncülü Osmanlılar, eşsiz payitahtını en büyük mi- rası olarak devraldığı o imparatorluk, ne için, nerelerde ve kimlere karşı savaşarak son buldu? Goethe, “Öl ve ol” der. Ne için, hangi amaç uğrunda can verildiği, neyin ardından yaşamdan vazgeçildiği, kimliği en keskin ve en kalıcı biçimde belirler. Osmanlılar, sadece Sina, Süveyş, Filistin, Irak gibi Asya cephelerinde değil, Galiçya, Çanakkale, Kafkaslar gibi Avrupa cephelerinde de öldüler ve bir kez daha Avrupalı oldular. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlıların Avrupalı kimliğini nihaileştirmiş, Doğu Roma’nın tohumlarını gelecek nesillere miras bırakmalarını da sağlamıştır. Unutmayalım, şehitlerimi- zin canlarını verirken savundukları, ayakta kalmasını, ileriye doğru yepyeni hamleler yapmasını, başına gelecek musibetleri artık hep def edecek kadar güçlü olmasını istedikleri, sadece Asya’da da toprakları olan bir devlet değil, eski gücünü kaybetmiş, Avrupa muva- zenelerinde esaslı bir faktör olmaktan çıkmış, ihtişamı sararmış da olsa her zaman büyük kalmış bir Avrupa devletiydi.

1914’e gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden hayatiyet bulamayacak ölçüde çağın dışına düştüğü, denemiş olsa da farklı millet ve unsurlarını bir arada tutabilmesini sağlayacak yeni bir ideoloji ve çağrıyla ortaya çıkamayacağı, dolayısıyla Osmanlı toplumunun da bir güç ifade edecek şekilde mütecanis, yani kendini ölümcül iç ayrışmalardan masun kılabilmiş bir bütün halini alamayacağı, Avrupa’da hâkim inanç haline gelmişti. Ulus devletin ve Batı emperyalizminin ezici şekilde üstün çıktığı bir çağda başka bir şey de beklenemezdi. Jön Türk Devrimi’nin su yüzüne çıkarttı- ğı, Osmanlı toplumuna özgü saklı özlemler ve alttan alta süregiden dinamiklerin olumlu yönlere de sevk edilebileceğini ortaya koyan atmosfer ve yeni irade gösterilerine rağmen, oluşumu çok öncelere dayanan bu algılama değişmemiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanacağı ve bu kaçınılmaz akıbete karşı pozisyon almak gerektiği, bu dönemde de Avrupalılarda fikrisabit olarak kalmıştır.
....

Alıntı /Kaynak: 'Osmanlı'nın Son Savaşı '- Altay Cengizer

📖 Hakas tarihi, gelenekleri ve Türk runik alfabesi

Hakas Devlet Üniversitesi Tarih 1. sınıf öğrencileri için Sibirya Türklerinden Hakasların atalarının MÖ 7.yy'da inşa ettiği kurganların ...