30 Ağustos Zaferi, Meclis inisiyatifi ve siyasal sonuçlar
Zaferin kazanılması sonrasında siyasal devrimimizin en önemli aşamaları olan Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı ve Halifeliğin kaldırılması sonucu, yeni Cumhuriyet bütün coşkusuyla siyasal ve toplumsal devrimlerini sürdürecektir
DR. ALİ ŞAHİN / İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
Toplumların büyük altüst oluş dönemleri, önceki dönemlere göre çok belirgin farklılıkları içinde barındırır. İçinde bulunulan tarihsel kesit, tarih yazıcıları için değil, fakat yaşanılan dönem bakımından, “tanımlanamayan”, tam olarak açıklanamayan, benzersiz siyasal gelişmelerin gündeme geldiği “ateşten gömlek” günleridir. Devrim ve karşı devrim güçlerinin adeta sürekli değişkenlik gösterdiği bu dönem, yer yer taraf değiştirildiği, yengi ve yenilginin bir taraftan diğerine galebe çaldığı, çelişikliğin sınırlarında, adeta diyalektiğin bir denek taşı özelliği taşımaktadır.
İkili iktidar mücadelesinin şiddeti, gerek askeri gerekse somut siyasal süreçleriyle kendisini en yakıcı biçimde hissettirmektedir. İşte Türk Devriminin özellikle İnönü Savaşları’ndan 30 Ağustos 1922 Zaferine uzanan kısa dönemi tam da böyle bir dönemdir.
Özellikle İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerinin (1) dünya tarihinde açtığı çığır 20. Yüzyıla eşsiz bir birikim bırakmıştı. Rusya, İran ve Türkiye gibi ülkeler gerek emperyalizmden bağımsızlaşma, gerekse kendi iç dinamiklerini devrimler yönünde ilerletmenin maddi olanaklarına kavuşmuştu. Bu anlamda Cumhuriyet Devrimimizin en kritik aşamalarından biri olan 30 Ağustos Zaferini hatırlarken aynı zamanda dünyadaki çeşitli örnekleri de anımsamak yerinde olacaktır. Örneğin 1917 Rus Ekim Devrimi’nin Şubat evresinden Ekim’e uzanan süreci bu anlamda önemli benzerlikler göstermektedir. Hem Dünya Savaşı’nın etkileri hem de içte yaşanan kargaşa ve iç savaş çok kısa bir süre içinde Bolşeviklerin devrimci zaferiyle sonuçlanacaktır. Şubata kadar artan gerilim ve içsel birikim bir yıldan kısa bir süre içinde büyük devrimci atılımları beraberinde getirecektir. Bunun bir benzerini yine 1949 Çin Devrimi’nde de görmek mümkün. Mao Zedong’un Kızıl Ordu güçlerini korumak ve ayrı bir iktidar merkezi yaratmak hedefiyle önderlik ettiği, “Uzun Yürüyüş” sonrasından devrimin gerçekleştiği 1949 yılına kadar olan gelişmeler çok tipik bir biçimde benzerlikler taşır. Ülke, emperyalist Japon işgali altındadır. Milliyetçi güçler savaşın kazanılması sonrası yönünü komünistlere çevirir ve bu dönem hem Japon emperyalizminin kesin yenilgisiyle hem de işbirlikçi Çankayşek iktidarının yenilgisiyle sonuçlanır. Henüz 1936 yılında Japon emperyalizminin işgalci politikasına karşı içte birliği ve komünistlerle birlikte emperyalizme karşı mücadele etmenin elzem olduğunu savunan Guomintang generalleri kendisine karşı çıkan dönemin iktidardaki lideri Çankayşek’i tutuklamaktan çekinmeyeceklerdir. Oluşan ikili iktidar bu dönemden itibaren devrimin esas gücü olan komünistlerin başarısıyla sonuçlanacaktır.
Bizim 30 Ağustos’umuza dönersek; bu sürecin yönetilmesinde iki önemli çıkış noktası göze çarpmaktadır. Birincisi Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit eliyle kurulan ve İngiliz emperyalizminin silah gücüne dayanan Kuvayı İnzibatiye eşkıyalarının ve iç ayaklanmaların ulusal mücadele karşısında yarattığı iç tehdidin öncelikle giderilmesi zorunluluğudur. Mustafa Kemal Paşa 2Nutuk’ta dışa karşı elde edilecek zaferin ancak ulusal bir siyasete bağlı olduğunu çok açık bir biçimde şöyle ifade edecektir:
“Bilirsiniz ki, Osmanlılar zamanında çeşitli siyasal yöntemler tutulmuştu ve tutuluyordu. Ben, bu siyasal yöntemlerden hiçbirinin, yeni Türkiye devletinin yönetimi olamayacağı kanısına varmıştım.” (2)
Buradan devamla
“Ulusal siyasa demekle anlatmak istediğim şudur: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak…” (3)
Mustafa Kemal Paşa’nın yine Nutuk’ta ifade ettiği dış siyasetin iç dinamiklere bağlı olduğu ve belirleyici olduğu yönündeki sözleri de günümüz bakımından ufuk açıcıdır:
“Batıda ve Doğu’da, yaratılışı, kültürü ve ülküsü başka başka olan ve birbirleriyle bağdaşamayan toplulukları tek sınır içine almış bir devletin iç örgütü, elbette temelsiz ve çürük olur. Bu durumda dış siyasası da köklü ve sağlam olamaz. Böyle bir devletin, iç örgütü özellikle ulusal olmaktan uzak olduğu gibi, siyasal yöntemi de ulusal olamaz. Buna göre Osmanlı Devleti’nin siyasası ulusal değil; ancak kişisel, bulanık ve kararsız idi.”(4)
Öte yandan bu sürecin yönetilmesinde ikinci temel kuvvet sürecin yalnız askeri ve güvenlik boyutu dışında doğrudan siyasal rejim değişimiyle paralel sürmesidir. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışıyla, kongreler süreciyle devam eden ve bütün milli güçlerin Anadolu ve Rumeli Müdaafa-i Hukuk Cemiyeti altında siyasal örgütlenmesiyle taçlanan girişim yeni sivil, siyasi iktidarın da yeniden kurulduğu bir sürecin başladığının göstergesidir. Bu yeni siyasi güç Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla ulusal çapta hukuki bir boyut kazanacak ve aslında fiili anlamda Cumhuriyetin ön hazırlık dönemi başlayacaktır. Yürütmeden yargıya, askeriyeye artık Birinci BMM, ülke idaresini eline almıştır. Ocak 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu savaş sürecinde siyasal sistemin dönüşümünün temel göstergesi olup, artık egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunun hukuki ifadesi olacaktır.
KÖKLÜ DEĞİŞİKLİKLER
Bunun bir örneği olarak Büyük Zafer sonrası İstanbul hükümetinden Sadrazam Tevfik Paşa’nın Lozan görüşmelerine katılım için 29 Ekim 1922 tarihli çağrısına BMM’nin yanıtı şöyle olur:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun münkarız (yıkılan- çöken) olduğunu ve Büyük Millet Meclisi hükümeti teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye Hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hududu milli dahilinde yeni varisi olduğuna ve Teşkilat- Esasiye Kanunu ile hukuk-ı hükümranî milletin nefsine verildiğinden İstanbul’daki padişahlığın madum (yok) ve tarihe müntakil (göçmüş) bulunduğuna ve İstanbul’da Meşru bir hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civarının Büyük Millet Meclisi’ne ait ve binaenaleyh oraların umur-ı idaresinin de Büyük millet meclisi memurlarına tevdi edilmesine ve Türk Hükümetinin hakk-ı meşruu olan makam-ı hilafeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi.”(5)
Bu karar ulustan gücünü alan yeni siyasal gücün 600 yıllık Osmanlı saltanatını ortadan kaldıran karardır. İşte Meclis inisiyatifine dayalı yeni siyasal güç aynı zamanda askeri sürecin yönetilmesinde tartışmasız belirleyicidir. Sakarya Savaşı’nın (23 Ağustos 1921 -13 Eylül 1921) kazanılmasından Yunan kuvvetlerinin İzmir’e sürüldüğü 30 Ağustos Zaferi’ne kadar olan süreç daha çok askeri yönü ağır basan dönemdir. Bu noktada 30 Ağustos Zaferi’nin günümüze kalan tarihsel mirası bakımından birkaç vurgu yapmak yeterli olacaktır kanaatindeyiz. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bir bütün olarak anlamını doğru algılamak bakımından, örneğin önemli düşünürümüz Niyazi Berkes’in şu yerinde tespitini paylaşmak isabetli olacaktır:
“O zamana kadar Türkiye’nin savaşlardan kurtulduğu yoktu; fakat bunların hiçbiri bir Ulusal Kurtuluş Savaşı değildir. Ulusal Kurtuluş Savaşı bağımsızlığını yitiren bir ulusu parçalamak için kullanılan zorlayıcı güce karşı, o ulusun bütün varlığı ile canını düşüne takarak giriştiği bir savaştır. Bu savaşın orduyla savaş yanı onun niteliğini tam olarak gösteremez. Onun, ulusun iç ve dış durumunda kökten değişiklikler yaratan yanı da önemlidir.” (6)
23 Ağustos 1921 ile 13 Eylül 1921 tarihleri arasında gerçekleşen Sakarya Savaşı’nın zaferle sonuçlanması sonrasında Yunan kuvvetlerini kesin bir taarruzla bölgeden tamamen atmak esas hedef haline gelmiş, ancak milli mücadele güçlerinin bu savaştaki ağır kayıpları nedeniyle toparlanma ve zaman kazanmak gibi bir ihtiyaç ortaya çıkmıştı. Bu dönem, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde çeşitli diplomatik girişimler ve iç cephede meclisteki “çatlak seslerin” ikna edilerek son taarruz için gerekli olan milli birliği sağlama dönemi olarak belirlenmelidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük strateji ve taktik dehası bir kez daha bu kısa döneme damgasını vurmuştur. Ülkenin kesin bir biçimde işgalden kurtulması ve milli devletimizin dünya devletleri nezdinde kabul görmesi kati bir biçimde düşmanın silah yoluyla yurttan atılmasını şart koşuyordu. Bu anlamda Gazi Mustafa Kemal şu kanaattedir:
“Memleketimizde bulunan düşmanlar silah kuvvetiyle çıkarılmadıkça milli bir varlık ve kudreti fiilen ispat etmedikçe diplomasi alanında ümide kapılmanın caiz olmadığı hakkındaki inancımız kesin ve daimi idi. En doğru inancın bu olduğunu, bu olacağını tabiî olarak kabul etmek gerekir. Hakikaten bugünün hayat şartları içinde, bir fert için olduğu gibi, bir millet için de kudret ve kabiliyetini, eseri ile fiilen gösterip ispat etmedikçe, itibar ve ehemmiyet beklemek boşunadır, kudret ve kabiliyetten yoksun olanlara iltifat olunamaz. İnsanlık, adalet, mürüvvet icaplarını bütün bu vasıflarını haiz olduğunu gösterenler isteyebilirler. Cihan bir imtihan meydanıdır. Türk milleti bunca asırlardan sonra, yine bir imtihan, hem bu defa da en çetin bir imtihan karşısında bulunduruluyordu. İmtihanda başarı kazanamadan lütufkârane muameleyi beklemek bizim için caiz olabilir miydi?”(7)
Elbette bu kararlılığın milletin temsilcilerinin önemli bir kısmı tarafından benimsenmesi gerekiyordu. Bilindiği üzere Birinci Meclis gerek mesleki çeşitlilik bakımından gerekse çok çeşitli fikir akımlarını temsil etmesi bakımından dönemine göre oldukça demokratik bir meclistir. Hemen her fikir kendi guruplarınca ifade edilmektedir. Ancak bu dönemin keskin ihtiyaçları bakımından Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk gurubunu kurmuşlar, şartların ihtiyaçlarına uygun olarak kararların daha kesin ve hızlı bir biçimde alınmasını sağlamışlardır. Bu esnada bir yandan düşman kuvvetleriyle uğraşılırken diğer yandan da meclis içindeki muhalefetin özellikle saltanat ve hilafetin kaldırılmaması yönündeki istek ve muhalefetiyle mücadele edilmek zorunda kalınıyordu. Bunun yanında Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesi ve yetkisiyle ilgili tartışmalar gündeme getirilmekte bu durum da milli kuvvetlerin mücadele azmini zayıflatan bir etken olarak tehlike yaratmaktaydı. Muhalefet bu dönemde kendi gruplarını oluşturacak ve şiddetli tartışmalar sürüp gidecektir.
İkinci Gurup adıyla somutlaşan bu hareketin büyük taarruza doğru etkisi sınırlanmıştır. Özellikle Mustafa Kemal Paşa’ya verilen başkomutanlık yetkisinin sınırlandırılması bağlamında süren tartışmalar sonucu daha önce 3 ayla sınırlı olan yetkiler 20 Temmuz 1922’de süresiz olarak uzatılır. Nihayet bu dönemden itibaren iç cephedeki siyasal tartışmalar belirli bir süre ile ertelenebilmiş düşmanın ülkeden atılması için görece bir birlik yaratılabilmiştir.
DEVRİMLERİN ÖN LABORATUVARI
Bu yazıda çok uzatmamak adına bundan sonra 26 Ağustos’a kadar olan gelişmeler İtilaf devletlerinin bir dizi barış çağrısı ve görüşmeleriyle geçmiştir. Bu görüşmelerde emperyalist devletler bilindiği üzere Sevr Anlaşması’ndan çok da farkı olmayan önerilerle gelmişler ve bu esnada Yunan kuvvetlerinin saldırılarını devam ettirmişlerdir. 26 Ağustos öncesi İngiliz ve Fransızlarla görüşmesi uygun görülen İçişleri bakanı Fethi Okyar’ın gönderdiği rapor diplomatik girişimlerin sonucunu da belirleyecektir:
“Ulusal amaçlarımızın elde edilmesi, ancak askeri hareketlerle kabil olabilecektir. Başka incelemeye, başka yoruma gerek yoktur.”(8)
Bu gelişmeler sonucu 1 Ağustos 1922 itibari ile Mustafa Kemal’in başkumandanlığında büyük bir gizlilikle başlayan taarruz hazırlıkları nihayet gerekli lojistik hazırlıklar ve harekât planları tamamlandıktan sonra başlamıştır. Çeşitli yanıltıcı manevralarla harekatın esas başlayacağı noktalar gözden kaçırılabilmiş, taarruzun başarısında bu gizliliğin önemli payı olmuştur. Beklenmedik topyekûn hızlı ve kesin sonuç alıcı harekâtlar karşısında Yunan kuvvetleri dört gün gibi kısa bir süre içinde büyük bir bozgunla karşı karşıya kalmışlardır. Atatürk bunu Nutuk’ta şöyle ifade etmektedir:
“Baylar Başkomutan Savaşı’nın sonucuna değin her gün büyük başarılarla gelişen saldırımızı resmi bildirimlerde çok önemsiz eylemler gibi gösteriyorduk. Amacımız durumu elden geldiğince dünyadan gizlemekti. Çünkü düşman ordusunu tümüyle yok edeceğimize güvenimiz vardı. Bunu anlayıp düşman ordusunu yıkımdan kurtarmak isteyeceklerin yeni girişimlerine meydan vermemeyi uygun görmüştük.”(9)
Milletimizin olağanüstü fedakârlığı, Mustafa Kemal Paşa ve ordumuzun askeri dehası sayesinde kazanılan 30 Ağustos Zaferi’ni genel siyasal sonuçları bakımından değerlendirmek gerekirse:
Büyük taarruz öncesi gelişmeler, yalnızca düşman karşısında bir savaşın kazanılmasının değil aynı zamanda emperyalizmin ülkeden kovulması sonrası gelecek olan siyasal devrimlerin de bir ön laboratuvarı işlevi görmektedir. Başkomutanlık Savaşı ve sonrasında kazanılan zaferi yalnızca bir askeri zafer olarak, düşmanın yurttan fiilen atılması olarak görmek son derece eksik bir değerlendirme olacaktır. Bu noktada liderliğin ne kadar elzem olduğu görülmüş, tarihimiz hem siyasi hem askeri yeteneklerin ve mevcut kadronun, mevcut şartların üzerinde insanüstü bir çabasına sahne olmuştur. Özellikle meclisteki saltanat ve hilafet tartışmalarıyla başlayan Atatürk’ün liderliğinin sorgulanmasıyla süregiden içteki ideolojik mücadele, zafer hazırlıklarıyla at başı gitmiştir. Bu anlamda siyasal devrimlerimizin fiilen hayata geçmesinin, Birinci Millet Meclisi’nin ilanı sonrasında atağa kalktığı bir dönem olarak belirlenmelidir. Savaş konusunda önemli ölçüde bir birlik sağlansa dahi, süreç, yok olmuş çökmüş eski düzeni savunanlarla milli devlet olmayı ve Cumhuriyeti savunan kesimler arasındaki mücadelenin tam anlamıyla kristalleşmesiyle sonuçlanmıştır. Nitekim zaferin kazanılması sonrasında siyasal devrimimizin en önemli aşamaları olan Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı ve Halifeliğin kaldırılması sonucu, yeni Cumhuriyet bütün coşkusuyla siyasal ve toplumsal devrimlerini sürdürecektir.
DİPNOTLAR:
(1) Bu konu bağlamında bakınız: Taner Timur, Mutlak Monarşi ve Fransız Devrimi, Yordam Kitap, İstanbul, 2016, s.278-335, Cristopher Hill, İngiliz Devrimler Çağı, Demokratik Devrimden Sanayi Devrimi’ne 1530- 1780, Çev: Lale Akalın, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.
(2) Gazi M. Kemal, Nutuk Söylev, C: 2, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1989, s. 583.
(3) A.e., s. 581.
(4) A.e, s. 585.
(5) Bülent Tanör, Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY Yay., İstanbul, 2002, s. 278.
(6) Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975, s.8.
(7) Prof. Dr. A. Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 1998, s. 91-92.
(8) Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi 2, Ulusal Direnişten Türkiye Cumhuriyeti’ne, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, Ankara, 1998, s. 267.
(9) Gazi M. Kemal, Nutuk Söylev, C: 2, …, s. 901.
Alıntı/Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/30-agustos-zaferi-meclis-inisiyatifi-ve-siyasal-sonuclar-217033#2