20171031

İmkansızlıklar İçinde Kurulan Bir Ülke Ve Atatürk’ün İnönü’ye Mektubu

UÇURUMUN KENARINDA YIKIK BİR ÜLKE 

29 Ekim 1923  Ülke nüfusu 13 milyon. Köyde yaşayan nüfus 11 milyon.40 bin köyün 37 bininde okul yok, postane ve dükkan yok. 30 bin köyde, yani her 4 köyün 3’ünde cami yok. Traktör ve biçerdöver sayısı SIFIR. Ayçiçeği şeker üretimi yok!


Ekmeklik un ithal. Pirinç ithal, memlekette sadece 5 bin hektar alan sulanabiliyor. 5 bin köyde sığır vebası var. Hayvanlar ve insanlar kırılmakta, 1 milyon kişi frengi. 2 milyon insan sıtma, 3 milyon kişi trahom. Verem, tifo, tifüs salgını var. Bitle başa çıkılamıyor.

Bebek ölüm oranı %40’ın üzerinde. Dünyaya gelen her 2 bebekten 1’i ölmekte. Anne ölüm oranı %18. Her 5 anneden 1’i doğumda ölüyor. Ortalama ömür 40. Memlekette sadece 337 doktor var.60 eczacı var 8 tanesi Türk. Diş hekimi sayısı SIFIR ve ülkede yine sadece 4 hemşire var.

Biraz öncesine gidersek; veremle boğuşan halk ahırda yatarken, Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. O günlerde halk ineğine verecek saman bulamazken, bugünlerde Atamız diye lanse edilen Abdülmecid’in 22 eşi vardı. 40 bin köy var, sadece 136 ebe var. Yanmış bina sayısı 115 bin...

Hasarlı bina sayısı 12 bin, komple kül edilmiş köy sayısı 1000’in üzerinde. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerek ama kiremit dahi yok. Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz…

6) Ölçülerimiz Ortaçağdı.Erkeklerin sadece yüzde yedi, kadınların binde dördü okuma yazma biliyor,okur-yazar erkeklerin çoğunluğu subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her 4 çocuktan 3'ü okula gitmiyordu. Limanlar madenler yabancıda, demiryollarının 1 metresi dahi bizim değil.

7) Toplam sermayenin sadece %15’i Türk. Osmanlıdan ayakta kala kala sadece 4 fabrika kalmış. Sanayi denen işletmelerin %96’sında motor yok. 10 kişiden fazla işçi çalıştıran sadece 280 iş yeri var. Bunların da 250’si yabancının. Kişi başına milli gelir 45 dolar.

Elektirik sadece İstanbul , İzmir ve Tarsus da var. Çünkü elektirik üretimi sadece 50 kw. 4 mevsim kullanılabilen karayolu yok. Otomobil sayısı sadece 1490. Sadece 4 şehirde özel otobüs var. Bunun üzerine mübadeleyle 400 bin insan geliyor…

Ceplerinde para yok, iş yok, başlarını sokacak ev yok, sığınabilecekleri akraba yok, çoğunluğu hasta. Gelen her 2 çocuktan 1’i yollarda at arabalarının sırtında ilk 2 ay içinde hayatını kaybediyor. Mağarada kalanlar var…

Kadın insan değil! Eşit eğitim hakkı, meslek edinme hakkı ve boşanma hakkı yok. Velayet hakkı yok. Kadının miras hakkı yok. Kadın kendisine miras kalan mallar üzerinde tasarruf hakkına sahip değil. Seçme hakkı yok. Seçilme hakkı yok. Doğum izni yok.

 Çalışma hayatında eşit hakkı yok. Eşit işe eşit ücret hakkı yok. Kürtaj hakkı yok. Gebeliği önleme hakkı yok. Kızlık soyadını kullanma hakkı yok. Memlekette tiyatro yok, spor yok, heykel yok, resim yok, müzik yok.

Arkeolojik eserler yurt dışına kaçırılmış, bazı eserler ise Osmanlı padişahları tarafından hediye edilmiş. Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu.

Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu. Memlekette saatin kaç olduğunu bilen yoktu… Kimisi hicri takvim, kimisi rumi takvim kullanıyordu.Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. 

Herkes aynı zaman dilimindeydi ama farklı aylarda yaşıyordu! Türkçe rezil edilmiş, arapça farsça harmanlanmış adına Osmanlıca denilmiş… Fransızca,İtalyanca kelimeler,Levanten terimler dilimizi istila etmişti. 

 Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı. 1 gecede cahil kaldık palavrasına gelince; İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı ise sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı.

Zaten Müteferrika da devşirmeydi Macar’dı. Bu topraklara kitap gelene kadar,Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, 5 milyar adet satılmıştı. Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”

Gazete sadece İstanbul ve izmir de var. Ülkenin başkentinde sadece 2 lise var. Ülkenin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlı. Öğretmenlerin 3’de 1’inin öğretmenlik eğitimi yok. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi.

Memleket bilimden çok uzak, medreselerde Türkçe yasak! Din diye hurafeler öğretilmekte. TARİH 30 EKİM 1923 29 ekim günü Cumhuriyeti kuran Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal eline ve kağıt kalem alıp, Cumhuriyetin ilk başbakanı İsmet İnönü’ye mektup yazıyor;

 "Sevgili Paşam, Cumhuriyet'in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme! Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun.

Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. 

Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda.

Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet'le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız. Her yerde tefeciler halkı eziyor.

Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. 

Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor. Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe. Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz.

Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir'in bazı semtlerinde var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408 Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek. İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı.

İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet'in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor.

 Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler. Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz.

 Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı. Cumhuriyet'e uygun bir anayasaya gerek var.

29) Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. 

Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu... Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!"

İşte bu 2 ayyaş ülkeyi bu şartlarda kurdu. Herhalde sıcağın alnında yudumladıkları rakı bizimkileri fazla çarptı, yoksa akıl işi mi? Biri evliliğini bile yürütemedi ayrıldı dertten kederden öldü. Diğeri memleket diyerek ailesinin yüzünü bile doğru düzgün göremedi. 


ALINTI...













Arkeoloji: Beşiktaş’ta 3500 Yıllık Kurgan Tipi 35 Mezar Bulundu

Beşiktaş’ta 3500 Yıllık Kurgan Tipi 35 Mezar Bulundu

İstanbul Beşiktaş’taki metro kazısında Eski Türk ve Altay kültürüne ait 3500 yıllık kurgan tipi 35 mezar bulundu.


Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı’nın hemen yanında süren metro istasyon inşaatında çıkan buluntular İstanbul tarihini değiştirecek bilgileri gün ışığına çıkardı. Metro kazısında şu anda yaklaşık 3500 yıllık 35 mezar tespit edildi. Kuzey Karadeniz step kültürüne yani eski Türk ve Altay kültürüne ait kurgan tipi mezarlığın ortaya çıkması bilim dünyasını da heyecanlandırdı.

Beşiktaş’taki arkeolojik kazı sonuçları Türklerin Anadolu’ya girişini 1071 Malazgirt Savaşı’na bağlayan geleneksel tarih bilgisini de sorgulama noktasına getirdi. Şu anki mevcut bulgular ışığında tarihlemenin Son Tunç Çağı ile Demir Çağı’nın başlangıcı (M.Ö. 1200 – 1500) olduğu düşünülüyor.

Kurgan Mezarlar
Alanda çok sayıda işçi ve arkeolog görev yapıyor. Kazı alanının ilk bakışta onlarca dairesel planlı taş yığınlarından oluştuğu görülüyor. Kızıltan, buranın İstanbul’un bilinen en eski mezarlığı olduğunu anlatıyor. Dairesel planlı taş yığınlarının Kuzey Karadeniz step yani eski Türk ve Altay kültürlerine ait ölü gömme âdeti olan ‘kurgan’ tipi mezarlar olduğu belirtiliyor. Arkeologlar bu mezarların etnik olarak kimlere ait olabileceğini bu noktada söylemelerinin zor olduğunu ifade etseler de Türklerin 10. yüzyıla kadar kurgan mezar âdetini devam ettirdikleri bilimsel kaynaklardan anlaşılıyor. Mezar iskeletleri üzerinde antropologların çalışmaları neticesinde ortaya çıkacak analiz sonuçları bu mezarlıkta yatan en eski İstanbulluların kökenlerini tam olarak öğrenmemizi sağlayacak. Orta Asya ve step kültürü ile ilgili bilimsel kaynaklar İlk Tunç Çağı’nda (M.Ö. 3000) görülen kurgan tipi ölü gömme âdetinin Oğuzlar, Hunlar, Göktürkler gibi önemli Türk boyları tarafından kullanıldığını gösteriyor.
Kavimler Göçü’nden önce Tunç Çağı döneminde de steplerden bir göç dalgası olduğu Balkanlar’daki kurgan mezar tiplerinden de biliniyordu. Beşiktaş’taki buluntuların da bu göç dalgasının sonucu olduğu ve o dönem ki tatlı su kenarına yerleştikleri sanılıyor. Bugüne kadar İstanbul’da ilk kurgan mezar Silivri’de yine İstanbul Arkeoloji Müzesi kazılarında ortaya çıkarılmıştı. Şimdi Beşiktaş’taki kurgan mezarlık ile Silivri’deki mezar arasında nasıl bir ilgi olduğu araştırılacak. Bugüne kadar 35 kurgan tipi mezar Beşiktaş’ta tespit edildi. Bazı mezarlarda urne tipi kaplar içinde yakılmış kemikler bulundu. Kremasyon yani yakılarak gömülen kemiklerin renginden 700-800 derece sıcaklıkta yakıldıkları tahmin ediliyor. Ayrıca kurganların içine hoker pozisyonunda (ana rahmindeki duruş) gömülen yetişkinlerin de olduğu tespit edildi. Her iki gömü şeklinin de Kuzey Karadeniz step kültüründe var olduğu biliniyor.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Zeynep Kızıltan: “Kurgan tipi bir mezarlık alanında çalışıyoruz. Burada iki tür gömü var: Bir, yakılarak kremasyon gömüler, bir de normal yarı hoker veya tam hoker pozisyonunda yakılmadan yapılan gömü türü var. Kremasyon gömülerimiz çok daha yüksek sayıda. Ceset yakıldıktan sonra kalan kemikler ve küller toplanarak böyle gördüğünüz gibi belli aralıklarla gömülüyor. Daha sonra üstü taşlarla çevrilerek kapatılıyor. Kurgan tipi gömü özellikle Orta Asya step kültüründen Karadeniz’in kuzeyinden bizim Trakya bölgemize gelen bir ölü gömme geleneği. Şu anki malzemelerimizin karşılaştırılması sonucu erken demir ya da ilk demir çağı diyebileceğimiz döneme ait. Yaklaşık MÖ 1100-1200’ler olarak düşünüyoruz. Ancak sonuçları karbon 14 analizleri ya da DNA testleri kesinleştirecektir.”
25.10.2017 Hürriyet Haber: Ömer Erbil



Arkeoloji: Bilecik’te İlk Çiftçi Topluluklara Ait İzler Bulundu

Bilecik’te İlk Çiftçi Topluluklara Ait İzler Bulundu

Bilecik’te yürütülen yüzey araştırmalarında, Neolitik döneme ait çanak çömlek parçaları bulundu.

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Deniz Sarı ve öğrencilerinin Bilecik’te köy köy gezerek yürüttükleri arkeolojik yüzey araştırmalarında, önemli bulgulara rastlandı.

Sarı, AA muhabirine, 2013-2014 yıllarında kentte yüzey araştırması yapmaya karar verdiklerini belirtti. Bilecik’in güneyi ve kuzeyinin iki farklı kültürü yansıttığı düşüncesiyle çalışmalara güney kesimden başladıklarını anlatan Sarı, “Geçen sene güney kesimde Bozüyük civarında yaptığımız araştırmalarda saptadığımız çanak çömlek ve taş aletlere dayanan buluntular, buranın şimdiden en azından M.Ö. 6500 yıllarına kadar gittiğini bize gösterdi” diye konuştu.

Daha çok kuzey kesimlerde gerçekleştirdikleri 2017 araştırmalarını da tamamladıklarını bildiren Sarı, bu araştırmanın sonuçları üzerindeki değerlendirmelerinin ise devam ettiğini söyledi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcilerinin de araştırmaları sırasında kendilerine eşlik ettiğini anlatan Sarı, şöyle devam etti: “Araştırmalarımız süresince özellikle geçen sene Bozüyük’te, bu sene Söğüt, Yenipazar, Gölpazarı ve İnhisar civarında höyük, mağara gibi eski çağlara ait kültür dolguları içeren yerleşim yerleri saptadık. Genellikle aktiviteler nedeniyle yüzeyde görülebilen çanak çömlek parçaları, küçük çakmak taşından alet parçaları gibi bulgulardan yola çıkarak, bu bölgelere ne zaman yerleşildiğini, buluntuların işlevlerini, hangi döneme tarihlendirildiğini söyleyebiliyoruz.”

Araştırmalarının süreceğini belirten Sarı, “Son birkaç yıldır yaptığımız yüzey araştırmalarının sonuçlarına göre, Bilecik’in dip tarihinin şimdilik 8500 yıl öncesine gittiğini söyleyebiliriz. Çünkü “Fikirtepe Kültürü (İstanbul ve yakın çevresinde neolitik çağda yaşayan insanların yaşam tarzlarına verilen ad)’ diye adlandırılan ve ilk çiftçi topluluklara ait kültürü yansıtan çanak çömlek parçalarına rastladık” değerlendirmesinde bulundu.

06.10.2017 Anadolu Ajansı

Arkeoloji: Çorum’da 2000 Yıllık Örükaya Barajı

Çorum’da 2000 Yıllık Örükaya Barajı İklim Değişimine Işık Tutacak

Çorum’un Alaca ilçesinde bulunan antik Örükaya Barajı, M.S. 2. yüzyıldan bugüne kadar dünyada yaşanan iklimsel ve bitki örtüsündeki değişime ışık tutacak.


Çorum Valiliği, Çorum Müzesi Müdürlüğü ve Hitit Üniversitesi işbirliğinde Alaca ilçesine bağlı Örükaya köyünde bulunan Roma dönemine ait antik bendin gün yüzüne çıkarılması için başlatılan arkeolojik kazı çalışmaları tamamlandı. Demir Çağı’nı takiben Orta Karadeniz Bölgesi’nde Helenistik kültürü benimsemiş yerel bir krallık olan Mithradatlar’ın hakimiyet dönemi ve sonrasındaki Roma döneminin yönetsel süreçleri hakkında oldukça az arkeolojik veri bulunurken, Örükaya yerleşimi ve su bendinin tespiti bölgenin Demir Çağı, Helenistik ve Roma dönemleri hakkında önemli katkılar sağlayacak.

2000 Yıllık Örükaya Barajı’nın sahip olduğu özellikler Anadolu’da bulunan diğer antik bendlerde bulunmuyor. İki ana kaya bloğunun arasının bosajlı kesme taşlarla örülmesiyle inşa edilen bendin görkemli bir görünümü bulunuyor. Bu yapı, bilinen baraj sistemlerinden farklı olarak bendin ortasında yer alan kemerli su tahliye bölümüyle bir çeşme binası olarak da kullanılmış gibi görünüyor. Gerçekleştirilen kazılar sonucunda, bend yapısının inşa sürecine ışık tutacak bilgiler elde edilmeye başlanırken, yerleşim alanında yürütülen çalışmalarda ise kültürel tabakalanmaya ışık tutacak bilgiler elde edildi.


Antik bendin rezervuar kısmı, antik dönemden günümüze geçen zaman içinde toprak dolduğunu ve toprak dolgunun kendileri için önemli bir veri kaynağı olduğunu dile getiren Örükaya Arkeolojik Araştırma Projesi Bilimsel Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Emine Sökmen, “İklimsel değişikliklerin tespiti açısından çok önemli bir dolgu toprak. Burası 2000 yıl boyunca toprak dolmaya devam etmiş. Örnek olarak alacağımız toprak ile milattan sonraki 200 yıldan günümüze kadarki hem iklimsel değişiklikleri hemde bitki örtüsü hakkında bilgi sahibi olabileceğiz. Bendin yaklaşık olarak M.S. 2. yüzyıllara tarihlenebileceğini şimdilik ön görüyoruz. Orta Karadeniz Bölgesi’ne M.Ö. 89 yılı ile birlikte giren Roma güçlerinin, Mithradat Krallığı’nı ortadan kaldırması ile birlikte yavaş ancak etkili bir şekilde bölgeye nüfuz ettiğini görüyoruz. Roma, yönetsel açıdan eyalet sistemini uygulamaktaydı ve söz konusu coğrafyada Bithynia, Pontos, Galatia eyaletlerini kurmuştu. 1. yy’ın sonu itibariyle bölgede ciddi iskân faaliyetleri yürütülmekteydi. Örükaya bendi gibi anıtsal bir yapının inşası içinde egemen gücün desteği zaruriydi” dedi.

Yrd. Doç. Sökmen, proje kapsamında gelecek yıl içinde yapmak istedikleri çalışmanın barajın restorasyon çalışmalarına dönük olarak ön çalışma planlamanın yapılması olduğunu açıkladı. Bunun projenin en maliyetli kısmını oluşturduğunu belirten Yrd. Doç. Dr. Sökmen, bu konuda destek beklediklerini ifade etti.

30.10.2017 CNN TURK

Göbekli Tepe'de Türklerin Kün-Ay tamgası


 * Kün-Ay tamgası ile  Türklerle ilgili
Göbeklitepe'de T şeklindeki dikilitaşlarda görünen Kün-Ay tamgası, Türk kavimlerinin bayraklarında bile kullandığı tamgadır. Tamga, yazıdan önce çıkan sembollerdir, kimlere ait olduğu bilindiğinde tapu niteliği taşır, bu açıdan yazıdan daha önemlidir. Rusya, Altay dağları bölgesindeki Pazırık kurganlarındaki ren geyiği ve kartal sembollerinin nerdeyse aynıları, Göbeklitepe'de bulundu, üstelik, hayvan sembollerinin üzerinde Türkler'in Kün-Ay tamgası var. Sardinya, İtalya'ya bağlı ada, Buryat Cumhuriyeti, Rusya'ya bağlı federe devlet.

 Göbeklitepe, Stonehenge ve Ring of Brodgar'ı Türkler yaptı.
Göbeklitepe'de Türkler'in Kün-Ay ve Eb tamgaları var, T şeklindeki dikilitaşların üstünde Türkler'in 12 hayvanlı takviminden 8 tanesi var, Hakasya Türkleri, İskit Hunları ve Türkmenler başta olmak üzere sayısız Türk izi var.
...
Göbeklitepe'deki gibi dizilişleri olan Stonehenge ve Ring of Brodgar'ı da Türkler yaptı, etraflarındaki Futhark Orkhun Yazıtları kanıtı.




























Medya'dan Alıntıdır...

Türkiye’nin en büyük 1 ton 200 kg’lık çanı.

İstanbul'da 3.500 Yıllık Türk Kurganları Bulundu


20171030

Cumhuriyetimiz / Sinan Meydan

 

Cumhuriyetimiz

Murat Selenoğlu

“Mili egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esaretleri üzerine kurulmuş sistemler her tarafta yok olmaya mahkûmdur.” (Atatürk).
19. yüzyılda Osmanlı aydınlarının amacı anayasal monarşiydi. Jön Türkler ve İttihat Terakki, anayasanın ilanı ve meclisin açılmasıyla; yani meşrutiyete geçilmesiyle ülkenin ayağa kalkacağını, hürriyetin ilanıyla sorunların çözüleceğini düşünüyordu. Kafalarında halifesiz/padişahsız bir düzen; yani cumhuriyet yoktu.
Atatürk ise meşrutiyetin çözüm olmadığını, mutlaka cumhuriyetin ilan edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Atatürk çok okuyordu. J. J. Rousseau ve Montesquieu gibi Fransız aydınların cumhuriyet konusundaki görüşlerinden etkilenmişti. Hatta 13., 14. yüzyıllardaki Ankara Ahi Cumhuriyeti'nden bile haberdardı.

Harp Okulu'nda öğrenciyken arkadaşlarına “Kahredici bir istibdada karşı ancak ihtilalle cevap vermek ve köhnemiş çürük idareyi yıkmak, milleti hâkim kılmak, hülasa vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum” demişti.

1906'da Suriye'de bulunduğu günlerde iki yakın arkadaşı Müfit ve Halil'e, cumhuriyetten söz etmişti.
1909'daki 31 Mart İsyanı sonrasında sadece Sultan II. Abdülhamit'in devrilmesiyle yetinilmeyerek cumhuriyetin ilan edilmesini önermişti.

1913'te Balkan Savaşı'ndan sonra
Sofya Ateşemiliterliği'ne giderken de
Kazım (Özalp) gibi arkadaşlarına yine
cumhuriyeti hatırlatmıştı.
1919'da Erzurum'da Mazhar Müfit (Kansu)'ya, “zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır” diye yazdırmıştı.

MİLLİ İRADEDEN CUMHURİYETE

30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonraki işgallere karşı Anadolu'nun dört bir yanında başlayan direnişler, Kuvayı Milliye hareketi, “milli irade” kavramını gündeme getirdi. Çünkü Türk Milleti'nin bir bölümü, 600 yıl sonra belki de ilk kez, halife/padişahın ağzına bakmaksızın, tamamen kendi iradesiyle direnişe geçiyordu. Atatürk, bu gerçeği çok çabuk gördü. Milli Mücadele'yi sadece emperyalizme karşı “bağımsızlık” mücadelesi olarak değil, aynı zamanda saraya/sultana karşı “egemenlik” mücadelesi olarak yürüttü.
Atatürk, Türk Milleti'ni asırlardır baskı altında tutan iki kuvvetten birinin “saltanat”, diğerinin “emperyalizm” olduğunu düşünüyordu. 29 Ocak 1921'de TBMM'de yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Milletimiz asırlardan beri iki baskıcı kuvvetin, iki yok edici kuvvetin baskısı altında üzülmekte ve acı duymakta idi. O kuvvetlerden birisi doğrudan doğruya memleket ve milleti yönetmek iddiasında bulunan baskıcılar (sultanlar); ikincisi bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemdir. Asırlardır bu iki kuvvetin baskısı altında kalmış olan millet tabii ki gayet zayıf bir haldedir.”

Atatürk Nutuk'ta Anadolu'ya geçerken verdiği kararı, “millet egemenliğine dayanan tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak” diye açıklıyordu. Gerçekten de Amasya Genelgesi'nden TBMM'nin açılmasına kadar Milli Mücadele'nin tüm önemli adımlarında, “milli irade”ye vurgu yaparak cumhuriyetin altyapısını hazırladı.

Atatürk, Erzurum Kongresi'nde alınan “milli iradeyi etkin, milli kuvvetleri hâkim kılmak esastır” kararının çok önemli olduğunu o günlerde Mazhar Müfit (Kansu)'ya şöyle ifade etmişti: “Vatanın müdafaasını ve milli istiklali milli iradeye tabi kılmak ve Kuvayı Milliye'yi bu hüküm altında tutmak prensibi belki birden önemi kavranamayacak basit bir ifade sanılabilir. Hakikatte bu büyük, her türlü zan ve tahminin üzerinde büyük bir davadır. Memlekette milli irade tabi olacak, Kuvayı Milliye de bu iradeye tabi. Hakikat bu olunca neler olmaz. (…) En önemlisi milli irade ilkesinin kavranması ve benimsenmesidir. Milli iradeyi, millet işlerine hâkim kılmak birinci gayemizdir.”

İşte Atatürk bu “milli irade” tutkusuyla, düzenli orduyu kurmadan önce TBMM'yi açtı.
13 Eylül 1920'de TBMM'ye bir “Halkçılık Beyannamesi” sundu. 18 Kasım 1920'de TBMM'de kabul edilen bu Halkçılık Beyannamesi'nde geçen “Türkiye halkını (…) irade ve hâkimiyetinin sahibi kılmak” ifadesi 1921 Anayasası'nın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) 1. maddesine “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şeklinde yansıdı. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu rejimin cumhuriyet olduğu açıktı. Nitekim bu gerçeği 23 Eylül 1923'te New Free Press muhabirine verdiği demeçte şöyle itiraf edecekti: “Yeni Türkiye, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim: Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme kudreti, yasama yetkisi, milletin biricik gerçek temsilcisi olan Meclis'te belirmiş ve toplanmıştır. Bu iki cümleyi bir kelimede özetlemek mümkündür: Cumhuriyet.”
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla cumhuriyetin ayak sesleri duyulmaya başladı.

ATATÜRK'ÜN MİLLİ SIRRI

Atatürk, Milli Mücadele yıllarında zamanı gelmeden “cumhuriyet” ifadesini hiç kullanmadı. Nutuk'taki ifadesiyle “Padişahsız, halifesiz kurtuluşa inanan hiç kimsenin olmadığı” bir ortamda zamanı gelinceye kadar sultanı/halifeyi kurtarmaktan söz etmişti. Nasıl etmesin ki? 1920 koşullarında buna mecburdu…
Örneğin, Sivas Kongresi'ne verilen gizli bir önergede “Anadolu'da yepyeni bir cumhuriyet mahiyetinde bir Türk devleti kurmaktan” söz edilmesi üzerine önergenin altına, “sırası gelecektir, şimdi okunmasın” diye bir not düştü. Çünkü o günlerde açıkça “cumhuriyetten” söz edilmesi hiç de hoş karşılanmayacaktı. Nitekim Erzurum Kongresi sırasında “asri” (çağdaş) sözcüğü tartışma yaratmıştı. Bazı hocalar bu sözcüğün kullanılmamasını istemişti. Atatürk, “Asri kelimesi hoca efendilerin taassubuna dokundu” diyerek bu durumdan dert yanmıştı.
Atatürk, Ankara'ya giderken onu Hacı Bektaş'ta karşılayan Çelebi Cemalettin Efendi'nin -5 saat süren görüşme sırasında- cumhuriyetten söz etmesi üzerine Atatürk, henüz zamanı olmadığını belirterek konuyu kapatmıştı.

1920'de Raif Hoca ve arkadaşları TBMM'deki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun cumhuriyete geçmeyi planladığını sezerek önce Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum merkez kurulunun adını “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti”ne çevirmişler, sonra da dernek tüzüğünün başına padişahlığın, halifeliğin dokunulmazı için bazı eklemeler yapmışlardı.
24 Ağustos, 16 Ekim 1921 arasında, Atatürk'ün Sakarya Savaşı'nda olmasından yararlanan TBMM, içkiyi, kâğıt oyunlarını, dominoyu ve süslü giyinmeyi yasakladı, kadınların peçeli olmasını zorunlu kıldı. Evlenmeden önce kadınların muayene edilmeleri teklifini reddetti. Mecliste okulların yeniden Şeriye Bakanlığı'na bağlanması teklif edildi, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmaya başlamasının geri kalmaya neden olduğu belirtildi. 465 yeni medrese açılması teklif edildi. Fes ve kalpak tartışması kavgaya neden oldu. Hatta çok kadınla evlenmenin zorunlu yapılması tartışıldı. TBMM'nin bu yapısıyla saltanatı, hilafeti kaldırması ve cumhuriyeti ilan etmesi imkânsızdı.
Atatürk'ün silah arkadaşları da saltanata/hilafete bağlı kişilerdi. Saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin ilan edilmesi gündeme geldiğinde Atatürk'le görüş ayrılığına düştüler. Atatürk'ün Nutuk'taki ifadesiyle “Milli Mücadele'ye beraber başlayan yolculardan bazıları milli hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir. Ben milletin vicdanında sezdiğim büyük ilerleme yeteneğini bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün sosyal bünyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.”

Cumhuriyet, Atatürk'ün vicdanındaki milli sırdı. Atatürk, Milli Mücadele'nin başından sonuna kadar “vicdanındaki o milli sırrı” hayata geçirmenin hesaplarını yaptı. 29 Ekim 1923 akşamı, saat 20.30'da “milli sır” açığa çıktı, cumhuriyet ilan edildi. Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. 1924 Anayasası'na göre cumhurbaşkanının yetkileri sembolikti. Meclisi açma, kapama, fesih, kanun koyma vb. yetkileri yoktu.

Atatürk ve demokrasi

Atatürk, cumhuriyet, demokrasi ve halkçılığı eş anlamlı olarak kullanıyordu. Cumhuriyeti “halk hükümeti” ve “demokratik hükümet” olarak tanımlıyordu.
Atatürk, bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı ve 1930'larda liselerde okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında demokrasiyi şöyle tanımlamıştı: “Demokrasi (Halkçılık): Demokrasi esasına dayanan hükümetlerde hâkimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin millette olduğunu başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi siyasi kuvvetin, hâkimiyetin kökenine ve yasallığına değinmektedir. Demokrasinin tam ve en bariz şekli cumhuriyettir.”
Aynı kitapta demokrasiden “daima yükselen bir denizi andırmaktadır” diye söz ediyordu.
13 Temmuz 1923'te The Saturday Evening Post yazarı Isaac Marcosson'a verdiği mülakatta “Emperyalizm ölüme mahkûmdur. Demokrasi insan ırkının ümididir” demişti.
Peki, ama Atatürk sağlığında neden gerçek demokrasiyi kuramadı?
■ Çünkü gerçek demokrasi için önce tam bağımsız bir vatana ihtiyaç vardı. Atatürk önce tam bağımsız bir vatan bıraktı.
■ Gerçek demokrasi için saltanatsız, hilafetsiz bir parlamenter sistem gerekiyordu. Atatürk TBMM'yi açtı, saltanatı ve hilafeti kaldırdı, cumhuriyeti ilan etti, CHP'yi kurdu. SCF denemesiyle çok partili sistemi denedi.
■ Gerçek demokrasi için toplumsal eşitlik gerekiyordu. Azınlıkların, yabancıların, saray elitlerinin ayrıcalıklı olduğu, Türklerin, halkın ezildiği bir ortamda gerçek demokrasi kurulamazdı. Atatürk önce halkçılık ilkesiyle toplumsal eşitliği sağladı.
■ Gerçek demokrasi için okur-yazar, aydınlanmış bir topluma ihtiyaç vardı. Atatürk harf devrimi, Millet mektepleri, Halkevleri vb adımlarla toplumsal aydınlanmayı gerçekleştirdi.
■ Gerçek demokrasi için ağalık, şeyhlik düzeninin yıkılması, toprak reformunun yapılması, feodal sistemin tasfiyesi gerekiyordu. Atatürk feodal düzeni yıkmak için mücadele etti.
■ Gerçek demokrasi için kadın erkek eşitliğinin sağlanması gerekiyordu. Atatürk, devrimleriyle, kadını esaretten kurtardı.
■ Gerçek demokrasi için laiklik şarttı. Atatürk laik bir düzen kurdu.
■ Gerçek demokrasi için ordu ile siyasetin ayrılması gerekiyordu. Atatürk ordu ile siyaseti ayırdı.
■ Gerçek demokrasi için özgür düşünce gerekiyordu. Atatürk, çağdaş eğitimle “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmeye çalıştı.
■ Gerçek demokrasi için sağlıklı bir toplum gerekliydi. Atatürk önce hastalıklarla mücadele etti.
■ Gerçek demokrasi için sağlam ve bağımsız bir ekonomi gerekiyordu. Atatürk çok kısa sürede sağlam bir ekonomi kurdu.
■ Gerçek demokrasi için kuldan birey, ümmetten millet yaratmak gerekiyordu. Atatürk, devrimleriyle bunu başardı.
Atatürk'ün yaşadığı çağda, dünyada gerçek demokrasi yok gibiydi. 1930'larda Avrupa'da faşizm çağı yaşanmaya başlanmıştı. Buna rağmen Atatürk, o faşizm çağında Türkiye'de demokrasinin altyapısını hazırladı.
Atatürk, 1933'te de şöyle demişti: “Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk. O, on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.”
Ancak maalesef Atatürk'ten sonra iyi işleyen bir demokrasi kuramadık.
Atatürk, 15-20 yılda emperyalizme karşı bir bağımsızlık savaşı, geri kalmışlığa karşı bir uygarlık savaşı verdi. 600 yıllık mutlak, 10 yıllık bir meşruti monarşiden laik bir cumhuriyet çıkardı. Cumhuriyetimizin 94. yılını kutluyoruz. Atatürk, bu 94 yılın 15 yılından sorumludur. Vicdanlı olmak lazım! “Atatürk niye demokrasiyi kuramadı?” diye sormak yerine, “Atatürk'ten sonra 79 yıldır Türkiye'de neden gerçek demokrasi kurulamadı?” diye sormak gerekir.
Türkiye'nin kurtuluşu, bağımsız ve laik cumhuriyeti korumakla, gerçek demokrasiyi kurmakla mümkündür.

Bizim Cumhuriyetimiz

Bizim cumhuriyetimizin, rejim değişikliğinden öte anlamları vardır:
Bizim cumhuriyetimiz, her şeyden önce Milli Mücadele'de, bir ölüm kalım savaşında şekillenmiştir, kanla, gözyaşıyla, ateşle yoğrulmuştur. Anti-emperyalist bir bağımsızlık zaferinin eseridir.
Bizim cumhuriyetimiz, laiktir. Temelinde akıl ve bilim vardır.
Bizim cumhuriyetimizin yönü, çağdaş uygarlığa dönüktür.
Bizim cumhuriyetimiz kadına, kadınlık onuruna yakışır haklar vermiştir.
Bizim cumhuriyetimiz barışseverdir. Bugüne kadar 94 yıllık kesintisiz barış sağlamıştır. (Türk tarihinde bu kadar uzun bir barış dönemi yoktur).
Bizim cumhuriyetimizin iki temel özelliği; bağımsızlık ve laikliktir. Bağımsızlık ve laiklik olmazsa cumhuriyetimizin bir anlamı kalmaz.


Kaynak: http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/cumhuriyetimiz-2068695/amp/

Savaş Zırhından Gelinlik Tasarlandı

 

Savaş Zırhından Gelinlik Tasarlandı

KARŞIYAKA Halk Eğitim Merkezi, savaş zırhlarını günümüze uyarlayarak göz alıcı bir koleksiyona çevirdi.

Savaş Zırhından Gelinlik Tasarlandı
KARŞIYAKA Halk Eğitim Merkezi, savaş zırhlarını günümüze uyarlayarak göz alıcı bir koleksiyona çevirdi. 'Bir Nefes Bakır' adı verilen defilede sergilenen eserler arasında savaş zırhından tasarlanan gelinlik ise ilgi odağı oldu.

 

Karşıyaka Halk Eğitim Merkezi bünyesinde faaliyetlerini sürdüren, Türkiye'nin tek Kültür ve Turizm Bakanlığı onaylı kadın Bakır Tel İşleme Sanatçısı olan Sema Kansu ve kursiyerlerinin 1,5 yıllık çalışması, güzel bir defileyle taçlandı. 'Bir Nefes Bakır Defilesi'nde, tarihi 13'üncü yüzyıla dayanan savaş zırhları, günümüze uyarlanarak vücut kolyeleri, üst giyim, gelinlik ve damatlık gibi tasarımlarla 26 parçalık ve 90 kiloluk bir koleksiyona dönüştü. Kansu ve kursiyerleri 1,5 yıl boyunca savaş zırhlarını tek tek elleriyle işleyerek günümüzde takı olarak kullanılacak şekilde tasarladı. Tasarlanan takımlar Tepekule Kongre Merkezi'nde düzenlenen defileyle sergilendi. Defileye Karşıyaka Kaymakamı Sadettin Yücel, Karşıyaka İlçe Milli Eğitim Müdürü Mustafa İslamoğlu, Karşıyaka Halk Eğitim Merkezi Müdürü Ebru Yücel, Bakır Tel İşleme Sanatçısı Sema Kansu ve çok sayıda sanatsever katıldı. Defilede sergilenen el işi takılar izleyenlerden büyük alkış aldı. Defilede en büyük ilgiyi ise gelinlik üzerindeki takılar gördü. Defilenin ardından konuşan Karşıyaka Halk Eğitim Merkezi Müdürü Ebru Yücel, Kansu ve kursiyerlerinin bu defile için uzun süre emek verdiklerini belirterek, "Bugün burada 26 parçalık ve 90 kiloluk muhteşem bir koleksiyonu sergiledik. 1,5 yıl süren bir hazırlık evresinden sonra Türkiye'nin tek Kültür ve Turizm Bakanlığı onaylı kadın Bakır Tel İşleme Sanatçısı olan Sema Kansu hocamızın öncülüğünde 11 kursiyerimizin el emeği, göz nuru eserler görücüye çıktı. Çok mutluyuz. Halk eğitim merkezimiz bu çalışmayla bir kez daha farkını gösterdi. Burada çok büyük bir emek var. Gece gündüz çalıştılar. Bayram tatilinde bile çalıştılar. Çok güzel bir çalışma oldu. Bakır teller yapılan çalışma ile nefes almaya başladı. Görsel güzellikten çok emeğin görüldüğü takılar sergilendi" dedi.

'BU KOLEKSİYONU CUMHURBAŞKANIMIZA SUNACAĞIZ'

Yücel, Türkiye'de bir benzerinin olmadığını söyleyerek, "Biz Türkiye'de bir ilki gerçekleştirdik. Türk tipi savaş zırhları bizim yüzyıllardan bu yana gelen bir kültürümüz. Biz bu zırhlarla fetihler yapmış, savaşlar kazanmış bir ülkeyiz. İşte bugün burada bu savaş kıyafetlerinin ilk kez birer moda eseri olarak kullanılmasına tanıklık ettik. Bu sanatı, bu eserleri tüm Türkiye'ye hatta tüm dünyaya tanıtmak istiyoruz. Ayrıca bir projemiz daha var. Eğer uygun görülürse en kısa sürede bu koleksiyonumuzu Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a da sunmak istiyoruz" diye konuştu.

26 PARÇA KIYAFET, 90 KİLO
Koleksiyonu hazırlayan Bakır Tel İşleme Sanatçısı Sema Kansu ise bu koleksiyon için 1,5 yıldır emek harcadıklarını ifade ederek, "Bu topraklarda bakır ve metal tellerden yapılan kıyafetlerin kökeni 13'üncü yüz yıla dayanıyor. O günden bu güne bir kültür olarak kuşaktan kuşağa aktarıla gelen bu sanat aslında somut olmayan kültürel miraslarımızdan biri olarak kabul ediliyor. Bu defilemize tam 1,5 yıl boyunca hazırlandık. 26 parça ve toplamda 90 kiloluk bir koleksiyonu bugün burada kolektif bir çalışmayla ortaya koyduk. Mankenlerimizin makyajından, kuaförümüze, koreografimizden, çoğu manken arkadaşımıza kadar tüm Karşıyaka Halk Eğitim Merkezi bu işi yüreğini koydu. Sonuç itibariyle ortaya çok güzel bir defile çıktı. Ben tüm bu defilede emeği geçen başta kursiyerlerimiz olmak üzere herkese çok teşekkür ediyorum" dedi.
Defilenin sonunda Yücel, Kansu'ya teşekkür ederek çiçek takdim etti.
- İzmir

TARİH KÜLTÜRÜ: Mardin’in tek cumbalı taş konağı!


 

Mardin Kültür Turizm
Mardin’in tek cumbalı taş konağı!

TARİH KÜLTÜRÜ: Isparta'da Men Tapınağı Defineciler Tarafından Tahrip Ediliyor

 

Isparta'da Men Tapınağı Defineciler Tarafından Tahrip Ediliyor


Isparta’nın Yalvaç İlçesi’nde yer alan Men Tapınağı defineciler tarafından yapılan kaçak kazılar nedeniyle köstebek yuvasına çevrildi.


Isparta’nın Yalvaç ilçesinde bulunan, Antik Çağ ve Roma dönemlerinde Anadolu’nun önemli inanç merkezlerinden biri olan Men Tapınağı ve kutsal alanının defineciler tarafından yağmalandığı iddia edildi. Bu yaz tapınak ve çevresinde bilimsel kazılar yürüten ve önemli bulgulara ulaşan ekibin Kazı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Özhanlı, kaçak definecilerin bu yıl kazı yaptıkları alanda yüzlerce çukur açtığını söyledi.

Men Tapınağı’nın yıllarca tahrip edildiğine işaret eden Özhanlı, geçmişte tapınağın mermerlerinin kireç yapımında, taşlarının ise inşaatta kullanıldığını belirterek, “Eğer bir önlem alınmaz ve buradaki kaçak kazılar durdurulmazsa, dünyada örneği olmayan bu yapı göz göre göre yok edilecektir. Antiokheia ve Men’in güvenliğinden bütün Yalvaç sakinleri sorumludur. Unutmayalım ki kültüre vurulan her kaçak kazma darbesi, insanlığın geçmişini ve geleceğini yok eder” dedi.
“Bu yıl kazdığımız bütün alanlarda yüzlerce çukur açmışlar”

Men Tapınağı’na gittiğinde gördüğü manzara karşısında şoke olduğunu söyleyen Özhanlı, bölgede kaçak kazı gerçekleştiren kişilerin her yere delikler açtığını belirterek, “Dedektörle bu yıl kazdığımız bütün alanları taramışlar ve yüzlerce küçük çukur açmışlar. Daha sonra açtıkları çukurları kapatmışlar. Sikke ve metal bulmuş olmalılar” diye konuştu.

“Tapınağın mermerleri kirece dönüştürülmüş”

İngiliz arkeolog ve tarihçi William Mitchell Ramsay’in 20’nci yüzyılın başlarında Men Tapınağı ve kutsal alanında bilimsel olmayan kazılar yaptığını dile getiren Özhanlı, alanın günümüze kadar süren bir tahribata açık hale getirildiğini belirterek, “Kazılarda açığa çıkarılan taşlar, başta Gemen köyü olmak üzere komşu köylerde yaşayanlar tarafından inşaatlarda kullanılmak üzere parçalanarak taşınmış ve mermerler kirece dönüştürülmüştür. Sonraki yıllarda defineci kazıları başlamıştır. Bu kazılar günümüze dek kesintisiz devam etmiş ve etmeye devam edecek gibi görünüyor. Birçok yapının duvarları sökülmüş, tabanı kazılmış ve onarılmaz zararlar verilmiştir. Amerikalıların kazıp yığınlar halinde alanda bıraktıkları topraklar, daha sonraki araştırmacılar ve defineciler tarafından yeniden devredilerek orijinal yerlerinden uzaklaştırıldığı için sağlıklı bilimsel bir değerlendirme yapmak zorlaşmıştır. Arkeolojik eserler, yerinde incelenmediği sürece bilime ciddi bir katkı sağlamazlar” diye konuştu.

“Kaçak kazılar durdurulmazsa bu eşsiz yapı yok olacak”

“Eğer bir önlem alınmaz ve buradaki kaçak kazılar durdurulmazsa, dünyada örneği olmayan bu yapı göz göre göre yok edilecektir” uyarısında bulunan Prof. Dr. Özhanlı, duruma acilen müdahale edilmesi gerektiğine dikkat çekerek, şunları dile getirdi: “Tapınağın bulunduğu bin 600 metre tepeye stabilize bir yolla çıkılmaktadır. Yol oldukça bozuk ve her yıl yağmur ve kar yağışlarıyla daha da aşınıp kötüleşmektedir. Yolun kötü olmasından dolayı gelen ziyaretçiler ve yöre halkı buraya gitmemekte ve sadece amacı olanlar gitmektedirler. Bu amacı olanlarda çoğunlukla defineciler. Alana giden yol düzeltilip asfaltlanırsa, gidiş gelişler kolaylaşacağı için manzaraya hakim kültür ve doğa turizminin bir arada olduğu bu alana turistler ve halk sık gidecek ve alan göz önünde olacaktır. Bundan dolayı bu yolun ivedilikle asfaltlanması gerekmektedir. Yolun geçtiği alan 1. Derece Arkeolojik Sit sınırları içerisindedir. Ancak bu yolun yapılmasında kamu yararı bulunduğundan bölge koruma kurulumuzun gerekli kolaylıkları sağlayacağından hiç kuşkum yoktur. Ayrıca, kazı ekibi olarak elimizden gelen bütün yardımları yapmaya hazırız. Isparta İl Özel İdaresinde bu yolun yapımı için ayrılmış bir miktar para bulunmaktadır. İl Özel İdaresi ve Yalvaç Belediyesi iş birliğiyle zemini sağlam olan bu işin üstesinden rahatlıkla gelinir.”

“Friglere özdeşleşen sağlık ve kehanet tanrısı”

M.Ö. 3. binlerden itibaren Anadolu’da önemli bir tapım kültü olan Ay Tanrısı Men’in, Friglerle birlikte özdeşleşerek M.S. 4. yüzyıla kadar varlığını sürdürdüğü biliniyor. Başındaki Frig külahı, kemerli gömleği, mantosu ve tozluğu ile uzun saçlı genç bir adam olarak resmedilen Men’in simgesi hilal, boğa ve kimi zaman da horozdu. Bir elinde asası, diğerinde kutsal sayılan bir ağaç olan çam kozalağı ile bir ayağını güç ve kudret simgesi olan boğanın üzerine dayamış olarak resmedilen Men, aynı zamanda mezarların koruyucusu, sağlık ve kehanet tanrısıydı.

Kaynak: 27.10.2017 Haber Türk
http://arkeolojihaber.net/2017/10/30/ispartada-men-tapinagi-defineciler-tarafindan-tahrip-ediliyor/

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı - ''Türklerin en büyük bayramı''















Yüzyıllardır Ülkemizde Yaşayan ve Ege Şivesiyle Konuşan Afro Türkler

Yüzyıllardır Ülkemizde Yaşayan ve Ege Şivesiyle Konuşan Afro Türkler

SALİM GERÇEKER

Ülkemizin tarihindeki hareketlilikler bakımından birçok ırka ve dine mensup insanların yaşadığından haberdarız. Anadolu Ajansı’ndan Efsun Yılmaz‘ın haberine göre daha önce adına rastlamadığımız ve İzmir’de yaşayuan insanlara tanıklık ediyoruz. Onlar kendilerine Afro Türkler diyor.

Afrika ülkelerinden 1500’lü yıllardan itibaren çeşitli nedenlerle Anadolu’ya göç eden siyahi göçmenlerin torunları yaşamlarını, İzmir’in Bayındır ilçesine bağlı Hasköy Mahallesi gibi kentin bazı bölgelerinde sessizce sürdürüyor.

 

Zaman içerisinde “İzmirli Afro-Türkler” olarak bilinen Afrika kökenliler geçen süreçte tipik bir Türk ailesi gibi Ayşe, Hatice, Şakir, Mehmet ve Ali gibi isimleri tercih etmeye başlamışlar.

 

Siyah tenli kadınlar, başörtüleri ve şalvarları ile gülümseyerek misafirlerini karşılıyor. Sohbete başlayınca da Ege şivesiyle konuşmuyorlar.

 

Mahalle sakinlerinden Güngör Delibaş, “siyah-beyaz” aşkını, Sabriye Sınaiç “melez torunlarını”, Şakir Doğuluer ise “atalarının Çanakkale Savaşı anılarını” her yerde büyük keyifle anlatıyor.

 

 

Okuma yazma bilmeyen, tarihi Kemeraltı Çarşısı’ndan satın aldığı terlik, kumaş gibi ürünleri satarak geçimini sağlayan 70 yaşındaki Mesure Doğan şunları söylüyor;

 

“Babamı küçük yaşta kaybettim. Evlendim, çocuğum olmadı, eşim de öldü. Burada bir Allah’ım bir de kardeşlerim var…”

 

“…Kemeraltı’ndan aldıklarımı köylerde satıyorum. Bazen Kemeraltı’nda beni birbirlerine gösteren, ‘Arap’ diyenler oluyor. Yine de halimden memnunum, Allah beni böyle yaratmış.”

  

Basmane’de dericilik yapan 58 yaşındaki Yalçın Yanık ise dedelerinin köle olarak geldiğini belirterek, “Ben Türkiye’de bir ayrımcılık görmedim. Kent hayatında Afrikalı olarak zorluk hissetmedim. Aksine ilgi daha fazla oldu.” diyor.

 

 Alıntı kaynak: http://listelist.com/turkiyede-yasayan-afro-turkler/

 

 

 

 

 

 

20171029

Türk milletinin yeniden doğuşu: 29 Ekim 1923

 

Türk milletinin yeniden doğuşu: 29 Ekim 1923

29 Ekim 1923... Asla unutulmayacak bu tarih, yalnızca Cumhuriyet'in ilanını değil, aynı zamanda Türk milletinin yeniden doğuşunun da simgesi. Bugün Cumhuriyetimizi ve onun meydana getirdiği çağdaş toplumu yaşatma çabasındayız. Bu amaçla Cumhuriyet ilkelerini uygulamak bizlere düşen en büyük görevdir. 

 Ulu Önder Atatürk'ün 10. Yıl Nutku'nda da belirttiği gibi 29 Ekim en büyük bayramımızdır, herkese kutlu olsun.

  • Anafartalar Komutanı Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı kurtuluş mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini attı. Bu şanlı mücadele, dünyanın dört bir yanında takdir kazandı. Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet, Türk milletine, sosyolojik, tarihsel ve siyasal anlamda birçok değer kattı.
  • Cumhuriyet’in ilanı sonrasında yapılan birçok yenilik, adeta devrim niteliğindeydi. Bu öyle bir dönüşümdü ki, yalnızca 15 yıl içinde Türkiye bambaşka bir ülkeye dönüştü.
  • Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’i çok zor şartlarda kurdu.
  • 1923 yılında Türkiye perişan, millet sefalet içindeydi.
  • Yıllarca süren savaş yüzünden memleket baştan sona harap olmuştu.
  • Her taraf viraneydi, hiçbir uygar kurum yoktu.
  • Milletin mutluluğu ve refahı söz konusu değildi.
  • Savaşta 830 köy tümüyle yok oldu. 930 köy kısmen ateşe verildi.
  • 40 bin köyün 37 bininde ne okul, ne de yol vardı.
  • Halk hastalıkların pençesindeydi. Türkiye’de yalnızca 344 doktor vardı.
  • Toplumun sadece yüzde 3’ü okuma yazma biliyordu ve kadının adı yoktu.
  • Osmanlı’dan geriye yalnızca 4 fabrika kalmıştı.
  • Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türkiye, 15 yıl gibi bir zamanda büyük bir değişim yaşadı.
  • Tarihler 1938 yılını gösterdiğinde Türkiye bambaşka bir ülkeye dönüşmüştü.
  • Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, yaşanacak dönüşümün habercisiydi. Saltanat yıkıldıktan sonra, tekke ve zaviye gibi çağ dışı kurumlar ortadan kaldırıldı.
  • Akla ve bilime önem verildi. Öğrenci sayısı yüzde 500 oranında arttı. Çağdaş okullar ve enstitüler açıldı.
  • Ekonomi millileştirildi. Ülkenin dört bir yanında 50’yi aşkın fabrika kuruldu. Madenler işlendi, bankalar kuruldu, Türkiye demir ağlarla örüldü.
  • Köylüye toprak ve tohum dağıtıldı. Halkı ezen vergiler kaldırıldı. Tarımsal üretim ülke genelinde artırıldı.
  • Doktor sayısı 15 yılda 1625’e çıkarıldı. Ülkenin her yerine hastane kuruldu. Yerli aşı üretildi. Ezilen kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. Sosyal hakları artırıldı.
    Dünya devletleriyle barışçı bir dış politika izlendi.
  • Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, sadece kazanılışı açısından değil, sonrasında yapılanlar açısından da devrim niteliğindeydi.
  • Atatürk, yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın saygı duyduğu büyük bir liderdi. 
  • Nesiller geçse de bu millet için yaptıkları asla unutulmayacak.
 Alıntı Kaynak: Sözcü Gazetesi

İstiklal (kurtuluş) Savaşı'nın önemi

Cumhuriyet'in yetiştirdiği insanlar

20171028

Kitap: 'Bir Evin Hikâyesi' / Vasilis DİMİTRİADİS

 

Bir Evin Hikâyesi

05 Haziran 2017 09:54
Bugün, bir kitap hakkında bana gelen bilgiyi paylaşacağım.



Kitabın Adı: “Bir Evin Hikâyesi” (Selânik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgelerle)
Yazarı: Vasilis DİMİTRİADİS
“VE EMRUHUM ŞÛRÂ BEYNEHUM”...
Vasilis Dimitriadis, 1955-1984 yılları arasında Selanik’te bulunan Makedonya Devlet Arşivi’nin müdürlüğünü yapmış, Girit Üniversitesi’nden emekli olmuş 86 yaşında bir tarih profesörü.
2010 yılında 80 yaşındayken Yunanistan’daki arşivleri didik didik tarayarak yazdığı “Bir Evin Hikâyesi; Selanik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler” adlı çalışması Türk Tarih Kurumu tarafından altı yıl sonra basıldı. Aslında 6 yıllık bir gecikmeyle basıldı demek daha doğru.
Çünkü Dimitriadis 2010 yılında kitabını yazdıktan sonra Selanik’teki Türkiye Konsolosluğu’na teslim etmiş, konsolosluk kitabı ve belgelerin yer aldığı cd’leri Dışişleri Bakanlığı’na, onlar da Türk Tarih Kurumu’na göndermiş. Kitap tarih kurumunun bilirkişileri, çevirmenler, sebebi belirsiz düzeltme talepleri ile altı yıl bekledikten sonra nihayet geçen yıl yayınlanabildi.
Gecikmenin sebebi meçhul... Ama üzerine az şey yazılmış bu kitap sayesinde ilk defa Atatürk hakkında “1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi’den” daha fazla şey biliyoruz artık.
Profesör Dimitriadis, Selanik Ahmed Subaşı Mahallesi Numan Paşa Sokak No: 6’daki meşhur Pembe Ev’in arşivlerde izini sürerken sadece evle ilgili değil, Atatürk ve ailesi hakkında da ilk defa ortaya çıkan ve bugüne kadarki pek çok şehir efsanesini bitirecek belgelere ulaşmış.
Öncelikle bugün Selanik’te hâlâ Atatürk’ün doğduğu ev olarak ziyaret edilen ama bazı yerlerde “aslında o Atatürk’ün evi değil, sonradan ona yakıştırılmış” denen ev gerçekten Mustafa Kemal’in doğduğu ev.
Evin bulunduğu semt Selanik’te Türklerin yaşadığı Bayır adı verilen bölge. Semtin adı Rumeli Beylerbeyi Koca Rasim Paşa’nın yaptırdığı camiden geliyor. Evin bulunduğu bölgede oturan erkekler genelde kereste işiyle meşguldüler.
Bu erkeklerden birinin adını iyi biliyoruz; Ali Rıza Efendi. Çocukluğumuzda okul köşelerindeki tek kare resmi dışında ilk defa bu kitapla Ali Rıza Efendi’yi biraz daha yakından tanımış oluyoruz. Kitaptaki emlak kayıtlarına göre onun da mesleği “Keresteci”. Ama daha ilginci kayıtlarda ilk kez Ali Rıza Efendi’nin 18. yüzyıla kadar uzanan şeceresi yer almakta. Şecereye göre Ali Rıza Efendi’nin babasının, yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı Ahmed.  Ali Rıza Efendi’nin büyük babasının adı ise Mustafa… Yani Mustafa Kemal’e dedesinin adı verilmiş.
Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ı da daha yakından tanımamızı sağlayan bilgiler var.
Zübeyde Hanım’ın ailesi o çağa göre nadir olan kadınların iyi eğitim aldıkları bir aile. Babasının adı Ömer, eşinin adı Halil olan büyükannesi Emine, “Molla” sıfatıyla kayıtlarda yer alıyor. Bu dinî eğitim almış kadınlara verilen bir sıfat. Teyzesi Fatma da “Molla” olarak geçiyor. Zübeyde Hanım’ın annesinin yani Mustafa Kemal’in anneannesinin adı Ayşe, babasının yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı ise Feyzullah (Onun babasının adı da İbrahim)
Zübeyde Hanım’ın meşhur kargaların kovalandığı çiftlik hikâyesinde geçen kardeşi, yani Mustafa Kemal’in dayısının adı ise Hüseyin Ağa. 1899’dan önce öldüğü dışında hakkında fazla bilgi yok…
Farsça “kasımpatı” anlamına gelen çok sık kullanılmayan bir isme sahip olan Zübeyde Hanım’ın belgelerde şahsi mührü de var. Mühürde “cüllat-i güldar-i Zübeyde” yazılı. Yani “İçinde kasımpatı çiçekleri olan palmiye yapraklarından yapılmış sepet.”
Kitaptaki belgelere göre 1875 yılından önce yapıldığı tespit edilen Pembe Ev’in ilk sahibi Ferhad oğlu İskender’dir. Evin üç el değiştirdikten sonra 1877 yılının Aralık ayında Hatice Zarife tarafından 52/72’lik hissesi Keresteci Ahmed oğlu Ali Rıza’ya satılır. Geri kalan hisseleri ise Mart 1878’de Feyzullah kızı Zübeyde alır. Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ın eşinin adıyla değil de babasının adıyla geçmesinin sebebi evi satın aldıklarında belki evlenmemiş, belki nişanlı olmaları ya da kayıtlarla ilgili bir sorun olabilir. Ama 1878’de ev toplamda 13.500 kuruşa Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım çiftinin olmuş. Belediyeden bir mimarın gelip ölçülerini aldığını yine kitaptaki emlak kayıtlarından öğrendiğimiz ev, dokuz oda bir mutfaktan oluşan büyük bir konak ve 341 m2’lik bir arsa üzerine kurulu. Üç yıl sonra 1881’de bu evde Mustafa dünyaya gelecek ve sekiz yıl bu evde yaşayacaktır.
Yine kayıtlardan Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın evlerinin hemen yanında beş odalı başka bir ev daha inşa ettirdiklerini de öğreniyoruz. Hatta bu mülkleri daha sonra aralarında paylaştırmışlar ama paylarını ortak kullanmaya devam etmişler. Ta ki 1887’ye kadar...
1887 yılında yani Mustafa Kemal 6 yaşındayken Ali Rıza Efendi hayatını kaybeder. Tam ölüm tarihi ve ölüm nedeni kayıtlarda mevcut değil ama mirasının “şeri mahkeme” tarafından tasdik edildiği 13 Nisan 1877’den önce vefat ettiği kesin. Keresteci Ali Rıza Efendi’nin mirası eşi, oğlu Mustafa ve kızları Makbule ile Naciye arasında bölüştürülmüş. Atatürk’ün az bilinen kız kardeşi Naciye’nin adı ise en son Ocak/Şubat 1888’de emlak kayıtlarında geçmiş. Kitaba göre muhtemelen bundan kısa bir süre sonra hayatını kaybetmiş.
Ali Rıza Bey’den kalan miras ailenin o günlerde maddi olarak zor günler geçirdiğini gösteriyor. Defni için 500 kuruş harcanan Ali Rıza Efendi’den Zübeyde Hanım’a 751 kuruş, oğlu Mustafa’ya mirasın yüzde 44’ü olan 1.929 kuruş ve iki kızına da 964’er kuruş kalmış. Tabii bir de ederi 35.010 kuruş olan bir ev. Ama kayıtlarda Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki “Stambul Çarşısı” esnaflarından Nuri Efendi’ye 28.800 kuruş borcu olduğu görülmekteydi. Nuri Efendi mahkemeye başvurarak Ali Rıza Efendi’nin, borca karşılık evini rehin olarak verdiğini iddia eder ve Pembe Köşk’ü ister. Mahkemede Zübeyde Hanım bu borcu inkâr eder. Mahkeme kayıtlarındaki belgede Nuri Efendi’nin bariz şekilde sarhoş olduğu ve mahkemeye sunduğu belgenin bağlayıcı olmadığı yazmaktadır. Sonunda mahkeme evin Zübeyde Hanım’da kalmasına karar verir. Ama Zübeyde Hanım eşinin vefatından kısa bir süre sonra küçük evi satar, büyük evi de rehin vererek Mustafa ve Makbule’yi yanına alıp Selanik yakınlarındaki Langaza’daki ağabeyi Hüseyin Ağa’nın yanına taşınır. Ama Mustafa’nın iyi bir eğitim sürmesini isteyen Zübeyde Hanım, onu yine Selanik’teki evlerine yakın teyzesi Fatma Molla’nın yanına gönderir. 1899’da annesi vefat eden Zübeyde Hanım’a teyzesinin oturduğu bu ev miras kalır. Ardından daha küçük bir eve geçerler, 1906’da aile tekrar Pembe Köşk’e döner. Bu arada 1908’de artık bir subay olan Mustafa Kemal’in de aynı mahalleden iki ev aldığını öğreniyoruz. İlginç detaylardan biri de Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Abbas. Günün sonunda Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım, üç evini bırakarak İstanbul’a gidiyor. Ama ikinci eşi Ragıp Abbas Selanik’te kalıyor. Evlerin mülkiyeti için dava açıyor ama kaybediyor. Evler önce terk edilmiş mallar olarak tescilleniyor, sonra başkalarına satılıyor. 1933 yılında Selanik Belediye Meclisi Pembe Evi satın alarak Atatürk’e hediye ediyor. Aslında satın aldıkları evin Zübeyde Hanım’ın mülkü olduğunu bilmeden... Kitap bir polisiye gibi bu evlerin izini sürüyor. Ama bence en dikkat çekici yeri Ali Rıza Efendi’nin mirasında bir miktar parası ve ev dışında sıralanan kalemler:
45 kuruş değerinde 6 sof ceket ve bir yelek
20 kuruş değerinde 1 köhne pantol
40 kuruş değerinde 1 palto
20 kuruş değerinde 1 sandık
5 kuruş değerinde Lügat-i Osmani
10 kuruş değerinde Miftah’ul Kulub
Mirastaki son maddede duralım. Miftah’ul Kulub yani “Kalplerin Anahtarı”, Abdülkadir Geylani’nin 15. göbekten torunu Muhammed Nuri Şemseddin Nakşibendi’nin (1801-1863) yazdığı hâlâ daha basılan ehl-i tariklerin en çok rağbet ettiği, tarikat yoluna girenlere okutulan popüler kitaplardan biri.
Şöyle başlıyor:
“Bu eserin derlenip yazılmasına kalkmaya ve başlamaya sebep olan durum şudur: Hicrî 1259 (M. 1843) yılı rebiülâhir ayında, kendi hücremizde teveccüh halindeydik. Bu hâlde bulunduğumuz sırada; Enbiyanın Sultanı Evliyanın Asfiyanın Müttakilerin Baş Tacı Efendimiz Hazretleri zuhur etti. Allah, ona. salât ve selâm eylesin.
Bu hiçbir şey hükmünde olan kula; ihsan, mürüvvet, lütuf ile şöyle buyurdu:
-Nuri, evlâdım, vakitler bir başka oldu. Âşık, sadık, mana yüzünü görmeyi isteyen ümmetlerim; esenlikle yollarını bulup hoşnutluk yoluna bel bağlayarak vuslat sırrına nail olsunlar.
Sofilerden bazısı da; arada vasıta olmadan takvası üzere giderek, yollarını düzeltmek için özlerine bir kabiliyet gelsin. Zira, bir alay kimseler vardır ki; ehlullah kisvesini giymiş, kemer bağlamış, başına taç giymiş, şeriatıma da itibar etmemiş durumdadır. Geçen hâlinden ve tecellisinden söz ederek; ehlullahın yazdıkları risalelerden ve şiirlerden ezberleyip meclis meclis gezip o hâllerden dem vururlar...”
Mirasında çocuklarına bir Osmanlıca sözlükle birlikte bu kitabı bırakan keresteci Ali Rıza Efendi’nin de ehl-i tarik olduğunu (Kadiri ya da Nakşi) tahmin edebiliriz. Mustafa Kemal ise 1925 yılında bu kitabı okuyanların tekke ve zaviyelerini kapatmıştı. Muhtemelen bu kitap da uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer aldı. Bu başlangıcı yüzünden çokça eleştirilen kitabın ancak 1976 yılında Latin harfleriyle basılması bunu gösteriyor. Yine de emin değiliz.
Babasından miras kalan kitap hâlâ kütüphanesinde mi diye merak edip Anıtkabir sitesindeki Atatürk’ün kitapları bölümüne bakarsanız, benim gibi bulamayabilirsiniz. Belki de depodadır.
Ama Vasilis Dimitriadis’in “Bir Evin Hikâyesi” muhakkak kitaplığınızda olmalı. Kitabı okurken, borç içindeki keresteci babasından az bir parayla birlikte bir tasavvuf kitabı miras kalmış, dedesi Mustafa’nın adını taşıyan, iyi bir dinî eğitim almış güçlü bir annenin himayesinde yetişmiş Mustafa Kemal’in şahsında bütün bir 200 yıllık sorunlar, travmalar gözlerinizin önünden geçiyor. Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açarken arkasındaki levhada Şûrâ suresinin 38. âyeti asılıydı:
“Ve emruhum şûrâ beynehum”... 
(..İşleri de aralarında şûra iledir;..)
Orada emredildiği gibi işlerimizi hâlâ istişare ile yürütmeye, daha çok konuşmaya, birbirimizi anlamaya ihtiyaç var. Çünkü ortak bir hikâyenin çocuklarıyız...
***
SON NOT:
 E-posta adresime düşen yazıyı paylaşmadan geçemedim.
Günümüzde, Türkiye Cumhuriyet’ nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ e ve onun eserlerine, dolaylı ya dolaysız saldırılar devam ederken bir Yunanlı yazarın ATATÜRK’ ü anlatması elbette çok anlamlıdır.
ATATÜRK Diyor ki:
“NE MUTLU TÜRK’ ÜM DİYENE!”
AHMET AKYOL, YALOVA, 5 Haziran 2017