20190418

✍️ Laikliği doğru anlıyor muyuz? - Mustafa SOLAK


LAİKLİĞİ DOĞRU ANLIYOR MUYUZ?
 | Anka Enstitüsü
Mustafa SOLAK


10 Nisan “Laiklik Günü” olarak bilinir. Laiklik, devlet, siyaset, hukuk, eğitim gibi işlerin dine göre düzenlenmemesi, dinin kişisel ve özel yaşam alanına çekilmesi ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün güvence altına alınmasıdır. Devlet çeşitli dine sahip vatandaşları arasında tarafsız kalır, ayrım yapmaz.

Laiklik yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Laiklik demokrasinin yani halk iradesine dayalı modern toplum yönetiminin temelinde yatan bir olgudur. Laiklik sayesinde teokrasiye dayalı ilahi meşruiyet yerini milli irade olarak da bilinen demokratik halk iradesine bırakmıştır. Egemenliğin kaynağı artık ruhban sınıflar, imparatorlar değil uluslardır. Bu nedenle demokrasi-laiklik-halkçılık birbirleriyle yakından alakalı ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır.

Laikliğin bir diğer hedefi sosyal adalettir. Kamusal alanda görev yapanların dini ve mezhepsel kimliklerini ortaya koyması, onların tarafsız ve eşit davranmasını engelleyerek egemen dini görüşün diğerlerine baskı kurmasına yol açacaktır.

Atatürk’ün laiklik tanımı şu şekildedir:

“Laiklik, din ile dünya din ile devlet işlerinin ayrılması anlamına gelir. Devlet idaresinde bütün kanunların ve usullerin çağdaş ilim ve fenne dayanması ve günün ihtiyacına cevap verecek durumda olmasını temin etmenin zaruretine inanarak dini ihtiyaçlarla bir tutulmaması kabul edilmiştir.”[1]

Lâiklik ve milli egemenlik arasındaki bağ

Laiklik diğer yönüyle egemenliğin ilahi bir güç adına yönetenlerden alınıp halka verilmesidir. Laikliğin kökenindeki “halka ait” ifadesi halkın, egemenliği alması anlamında gerçekleşmiş olmaktadır. Bu yönüyle Cumhuriyetçilik ilkesi laikliğe dayanır. Laiklik feodal sınıfın egemenliğinin yıkılması sürecinde gelişerek halk egemenliğini doğurdu.

Burjuvazinin feodal sınıfla mücadelesi kaçınılmaz olarak “egemenliğinin kaynağını” sorununa el atılmasını sağlıyordu. Feodal sınıf için bunu yanıtı “ilahi kaynaklı”ydı ve bu kitleleri egemenliklerine rıza göstermelerinin en büyük dayanağıydı. Krallar, padişahlar egemenliklerini Allah’a dayandırıyorlar ve bu egemenliğin bölünemez, devredilemez olduğunu iddia ediyorlardı. Osmanlı Devleti’ne padişah “zılullahi fi arzul alem” yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduklarını belirtiyorlardı.

Burjuvazi, halkın feodal sınıfın denetiminden kurtarabilmesi için egemenliğin ilahi kaynaklı olduğu tezine karşı da mücadele etmesi gerekiyordu. Burjuvazi bu yönde “Allah’ın egemenliği” tezine karşı “halk egemenliği”ni öne sürdü. Egemenliğin kaynağı ilahi değil dünyeviydi yani halktı. Burjuvazi geniş köylü kitlelerini birleştirmek için feodal parçalanmışlığı sona erdirmek ve ortak vatanı kurmak zorundaydı. Ortak vatanda yaşayan bu insanların adı da “millet” olacaktı. Millet egemenliği teorisi burjuvazinin feodal parçalanmışlık içinde yaşayan insanları milli ve tek bir pazarda birleştirme çabasına yönelik ortaya atılmıştı.

Lâiklik, yeni devletin meşrûiyet dayanağı olan milli egemenliğin gerçekleştirilmesi bakımından yaşamsal bir ilkedir. Çünkü lâiklik, inanç temelli çok hukukluluğu içeren “ümmet”i tasfiye ederek hukukî eşitlik yoluyla eşit vatandaşlardan oluşan milletin oluşması için zorunluluktur. Vatandaşlık bağıyla tanımlanan siyasi kimliğin oluşturulmasında dine yer verilmesi doğru değildi.

Atatürk “din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini kabul etmekteyiz.”[2]diyerek dinin bir milleti oluşturan etmenlerden biri olmadığını dile getirmiştir.

Laikliği doğru anlıyor muyuz?

Laiklik duyarlığı yüksek kurum ve bireylerde laikliği tarif ve uygulama noktasında bazı hatalar vardır. Bunlar:

1)Laiklik tanımındaki hatalar: Laiklik yaygın kanı olan “din ve devlet işlerinin ayrılığı” değildir. Atatürk döneminin laiklik tanımı İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından şöyle dile getirilir: “Devlet ve ulus işlerinde dini tesirleri kaldırmak” [3]

Kaya’ya göre maddi hayat, din gibi değişmez kurallara göre değil “günün gereklerini, maddi zorunlulukları göz önünde tutarak” düzenlenmeliydi. 3 Aralık 1934 tarihli “bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair yasa”nın gerekçesinde laiklik, “din ile devletin ayrılığını ve dinî akidelerin devlet işleri haricinde sırf vicdani bir mahiyette kalıp memleketin devlet hayatında dinin hiçbir tesiri olmaması”[4]şeklinde tanımlanır. Şükrü Kaya laikliğin çerçevesini ve hududunu “dinin memleket işlerinde etken olmamasını temin etmek”le sınırlar. Dinler, “vicdanlarda ve mabetlerde” kalmalı, “maddi hayat ve dünya işine” karışmamalıydı.[5]

Laikliğin “din ve devlet işlerinin ayrılığı” olarak tanımlanması 1950’lerden sonradır. Nasıl olsa topluma din hükümleriyle müdahalenin önünde devlet engeli yoktu. Tarikat ve cemaatlerin çoğalmasını sağlayarak toplum üzerinde din yoluyla egemenlik kurmaya devam ettiler. Tarikat ve cemaatler ne de olsa devlet değil sivil toplum kuruluşlarıydı.

2) “Halkın duyarlılıkları böyle”, “halkı karşımıza alarak tepki toplamayalım, sonra oy alamayız” kaygısı: Dernek, sendika, parti gibi kurumların laiklik konusundaki tepkisizliğine veya yetersiz tepkisine “makul” gerekçeler bulmaya çalışan üye ve sempatizanlarının laiklik algısına, yanılgılarına, eksiklerine değineceğiz. Çünkü suçu sadece yöneticilere atmak yetmiyor. Taban da hatalı tutumları onaylayarak ve sessiz kalarak meşrulaştırıyor.

İstanbul Müftülüğü’nün hazırladığı cuma hutbesinde iş güvenliği tedbirlerinde aşırılık ‘Yüce Allah’a güveni sarsan bir davranış haline dönüşür’ denildi.[6]“Sigorta yaptırmanın tevekküle aykırı olduğu”nun, madenlerde ve inşaatlarda ölen emekçiler için “güzel öldüler”, “işin fıtratı böyle” dendiği, ortamda insanlar hakkını aramayı bu dünyaya değil öte dünyaya bırakır. Soma’da madencilerin katli sonrası binlerce imamın gönderilerek madencilere ve acılı ailelere, haklarını aramaları değil sahip “Allah rızası için isyan etmemeleri” telkin edilmiştir. önemli makamlarda oturan yetkililerin “ ‘asgari ücret ile geçinilmez’ diye bir şey yok. 800 TL de büyük bir paradır” sözüyle konuştuğu, taşeronlaşmanın arttığı yerde sendikalılığı savunmak daha da zorlaşmaktadır. Laiklik, emekçinin, kendini, herhangi bir dinin ümmeti, bir mezhep veya tarikatın müridi görmeyerek sınıf bilincine kavuşması içindir.

Bu sebeple “halkın hassasiyeti” denerek laikliğe aykırı uygulamaları onaylamak veya sessizliğe bürünmek tam da düşündüğünüz halkın hassasiyetine aykırıdır. Halkın hassasiyeti emeğinin değerinin bilinmesidir, iş güvencesidir. Laiklik tam da aklımızın dini gerekçelerle uyutulmadan haklarımızı bu dünyada savunabilmemize yarar. Laiklik, toplumun çoğunu oluşturan emekçiler için olmazsa olmazdır.

3)Cemaatlere, tarikatlara saygılı, katı, özgürlükçü laiklik” söylemi: Sanki siyasetin içinde değillermiş ve okullarda yarışmalar, etkinlikler düzenlemiyorlarmış gibi “cemaatler devlet işine karışmasın” söyleminden ibaret naif ve gerçeklerden uzak bir laiklik anlayışı dile getiriliyor. Kimi siyasetçilerin Atatürk döneminden itibaren dindarların yaşamında baskı varmış gibi “laiklik” yerine “sekülerlik” tercihi, “katı laiklik” denerek “özgürlükçü laiklik” talep etmesi, haliyle Cumhuriyetçi kesimin de aklını karıştırarak bu söylemlerin benimsenmesine neden oluyor.

4)Dindarlık-Dincilik-Gericilik ayrımını yapamamak: Dindar kişi, toplumsal yaşamda insanlara din yorumu dayatmayan, inanca çıkarsal yaklaşmayan, devleti ve siyaseti dine göre yönlendirilmesini savunmayan, inancını bireysel dünyasında yaşayan kişidir. Dindar, bilimin yerine inancını koymaz. Dindarlık, devlet düzenine değil inancın gerektirdiği ibadetlere ve davranışlara ilişkindir.

Dincilik ise devlet, siyaset düzeninin ve toplumsal yaşamın dine göre şekillendirilmesini ve yönetilmesi savunan fikirdir. Din, halkın sömürülmesinin meşrulaştırıcı aracı olarak kullanılır. Dincilik, bu çevrelerde çok tanınan birinin de dediği gib “yolsuzluk hırsızlık değildir” sözündeki gibi hırsızlığı aklamanın, kadını ikinci sınıf insan görmenin, iş cinayetlerinin, asgari ücrete sadece 49 TL zam yapmanın dini gerekçelerinin uydurulmasının adıdır.

Gericilik genel olarak üretim ilişkilerini gelişmesini engelleyen her türlü anlayış olarak tanımlanabilir. Bugün dünyada üretim ilişkilerini boğan en büyük etken emperyalizmdir. Bunun dışında etnik ve dini gericilikten bahsedilebilir ve dünya ölçeğinde bu gericiliklerin esas kaynağı emperyalizmdir. El Kaide, IŞİD, El Nusra, Boko Haram, vb dini nitelikli örgütleri kuran veya destekleyen “laik” bildiğimiz Batı ülkeleridir. Bu bakımdan emperyalizme en büyük gericilik de denebilir. Konumuzla bağlantılı olarak dincilik, dini gericilikleri kısaca gericilikle eş anlamlıdır. Gerici dendiğinde akla gelmesi gereken dindar bireyler değil dincilerdir.

5)Takiye kültürünü almak ve laiklik mücadelesini iktidar sonrasına bırakmak: Bazı uygulamalar vardır ki iktidara geldikten son vermek olanaklı değildir veya önceki duruma göre daha fazla tepkiyi göze almanızı gerektirir. Çünkü dinselleşme yönündeki kimi uygulamalar belli bir azınlığın talebiyken, yasalaşmasıyla beraber alışkanlık kazanacak ve “normal” olarak görülmeye başlanacaktır. Bu aşamadan sonra uygulamanın kaldırılmaya çalışılması o talebi dile getirmeyen tarafından da “inançlara saygısızlık, tahammülsüzlük” olarak algılanacaktır. İkinci olarak sessizlik veya yeterince verilmeyen tepki bizim gibi düşünen insanların bize güvenini sorgulatmaz mı? Başarıyoruz algısı ilkelerimizi yememize neden oluyor.

6) Laiklik mücadelesinden vazgeçerek emek politikalarına hapsolmak: Bir diğer yanlış laiklik algısı da bugüne kadar laikliğin yaşam tarzının savunulmasına hapsedilmesidir. Şimdi ise “bugüne kadar yaşam tarzına dayalı laikliği savunduk da ne oldu” denerek bundan vazgeçiliyor. Buna göre artık Etiler, Cihangir, Beşiktaş, Kadıköy’deki insanın yaşam şeklinin savunulması “elitist” bir tavırdı. Eğitimin laiklik esasına göre yürütülmesi talepleri yerine halkın dini duyarlılığına dikkat edilerek davranılmalıydı. Laiklik denerek halk ürkütülmemeliydi.

Bunun yerine yolsuzluklar, hırsızlıklar, ekonomi politikaları, emekçilerin hakları üzerinden siyaset geliştirme çabası savunuluyor. Doğru elbet ama bu yaklaşım, yaşam tarzının savunulmasının geri plana atılmasını gerektirmez. İki nedenle gerektirmez. İlk olarak yaşam tarzının savunulması insanın nasıl yaşayacağına, seçimini özgürce kullanabilmesine dayalı temel bir taleptir. İkincisi, halkın eğitimin ve toplumsal yaşamın dinselleştirilmesini normal kabul ettiğinin, laikliği önemsemediğinin dayanağı yoktur.

7) “Gerçek İslam” tartışmasına girmek: Bu tartışma bilimsel alanda kalsa iyi ama siyasetlerin kabul görmesi için kullanılıyor. IŞİD gibi örgütlerin İslamiyet’i temsil edemeyeceği, savundukları şeyin (namaz kılmayanın öldürülmesi, kadınları satma, vs) aslında öyle olmadığı, gerçek İslam’ın başka türlü olduğunu iddia ediyorlar. Dahası dincilerin aslında İslam’dan nemalandığı, para, mevki için İslami kullandığı, oysaki gerçek İslam’ın o olmadığı, asıl Müslümanların kendileri olduğuna dair cümleler sarf ediliyor. Fakat bu tartışmanın tehlikeleri var:
Topluma yön verme çabasındaki siyasetçi ve yöneticiler “gerçek” İslam tartışmasına girebilmesi için epey bir külliyat devirmesi, Arapça bilmesi, Kelam, Fıkıh gibi İslami bilgilere sahip olması gerekir. Dahası bunları bilse bile en sonunda anlattığı kişi yaşam tarzına uyuyorsa sizin fikirlerinizi dikkate alacaktır. Bu arada ilericilerin daha insancıl, demokrat İslam yaratma gayreti araştırma ve tartışmalarının sonunda daha sert İslam yorumuna ulaşmaları da ihtimal dâhilindedir. Bu noktadan sonra toplumu demokratlaştırması beklenenler demokrasinin karşısına geçebilir.

“Gerçek İslam” tartışması fikirlerin din üzerinden onay görmesine neden olur. Fikirlere din üzerinden gerekçeler ve meşruluk arama çabası dinin referans alınmasıdır. Bu da toplumun akıl yoluyla değil din yoluyla gerçeklere ulaşmasına neden olur. Din üzerinden fikirlere meşruluk arama toplumu daha hümanist olmaya değil bağnazlaşmaya götürür. Halkı anlayacağım, bağ kuracağım diye Ramazanda sokaklarda ilerici belediye ve örgütlerin iftar sofraları kurması, seçim çalışmasında üzerinde ayet, dini sözler yazan hediyeler dağıtılması halkı, her zaman kendisine din üzerinden ulaşılması, din üzerinden ikna edilmesi beklentisine sokar. İyiniyetle başlanılan yolun sonu halkı yobazlaştırmaktır. Cumhuriyetçiler Cumhuriyeti kendi elleriyle yıkıma götürmemelidir.

Laiklik neden önemli?

1) Ulusun temelidir. Yoksa ümmet oluruz.

2) Cumhuriyetin temelidir.

3) Din anlayışları arasında huzur.

4) Tarikatlar arasındaki çatışmanın neden olduğu toplumsal huzursuzluk önlenir.

5) Laiklik mücadelesi yaşam tarzının savunulmasının ötesine giderek emekçileri kazanmaya yönelik olmalıdır.

10 Nisan “Laiklik Günü” kutlu olsun.

NOT: Laikliğin tarihi serüveni ve laiklik üzerine hata ve yanılgılara dair “Laikliği Doğru Anlamak” kitabımı inceleyebilirsiniz.

[1]Ahmet Gürtaş, “Türkiye’de Din Eğitiminin Hukuki Dayanakları”, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Seminer Tebliğleri ( 9-10 Mayıs), Aydınlar Ocağı, Ankara, 1981, s. 536.

[2]A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1969, s. 21.

[3]TBMMZC, D.4, c.25, s.77.; Daha geniş bilgi için Mustafa Solak, Atatürk’ün Bakanı Şükrü Kaya, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2013.

[4]TBMMZC, D.4, c.25, s.1.

[5]TBMMZC, D.5, c.16, s. 61.; Cumhuriyet, 6 Şubat 1937; Ulus, 6 Şubat 1937

[6]http://www.rotahaber.com/gundem/is-guvenligi-hutbesi-tedbirde-asirilik-allaha-guveni-sarsar-h506870.html

Alıntı/Kaynak: Ercan DOLAPÇI - 21 Ocak 2015 - Aydınlık