20200531

''Türkiye İHA süper gücü mü oluyor?''


Gulf Statean Alytics: Türkiye İHA süper gücü mü oluyor?


Dünya Türkiye’nin ilk milli S/İHA Sistemi Bayraktar TB2’nin başarılarını konuşurken, CHP bu sistemlerin başmimarı Selçuk Bayraktar’a saldırıyor.
Jamestown Vakfı’nda öğretim üyesi ve Kiev Uluslararası Politika Araştırmaları Merkezi’nde Yardımcı Uzman olan Dr. Sergey Sukhankin, Türkiye’nin milli imkanlarla geliştirdiği ve terörle mücadele başta olmak üzere yurt içi ve yurt dışı operasyonlarda büyük başarılara imza atan Türk İHA’ları ile ilgili bir makale kaleme aldı.

Gulf Statean Alytics’te yayımlanan makalede, Türk İHA’larının bu başarılar ardından kazandığı popülerlikle, küresel silah pazarında aranan araçlar haline geldiği belirtildi.

Sukhankin makalesinde, savaşlar ve silahlı çatışmaların tarihin gidişatını değiştirdiğini ve teknolojik ilerlemeyi yönlendirdiğini belirtirken, bu tarihin İHA’lar için kesinlikle doğru bir çıkarım olduğunu ifade ediyor.

Çünkü, 11 Eylül sonrası Washington’un uluslararası terörizmle savaş stratejisinin ilanından sonra, istihbarat toplama ve keşif için İHA’ları kullanma, niteliksel olarak yeni bir aşamaya geçti.

Kırılma noktası olarak Şubat 2002’yi gösteren Sukhankin, ‘Amerikan Predatorları ilk öldürme görevini yerine getirdiğinde, bir oyun değiştirici haline geldiler. Bu noktadan itibaren, insansız hava muharebe araçlarına (UCAV) sahip olmak, teknolojik olarak gelişmiş tüm ülkeler ve orduları için bir öncelik ve prestij meselesi haline geldi. Şimdi, Türkiye de bu seçkin kulübe katıldı.’ ifadelerini kullandı.

TÜRKİYE’NİN YÜKSELİŞİ

Sukhankin makalesinde İHA’lar konusunda başarı elde eden Türkiye’nin, bu alandaki tarihsel süreci makalesinde şöyle anlatıyor…

1975 yılında Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle, Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu sonucunda Ankara’nın, bir savunma şirketi olan ASELSAN’ın ortaya çıkmasına yol açan iddialı bir program başlatıldı. Ardından HAVELSAN (1982), Roketsan (1988) ve TAI (2005) gibi yeni büyük şirketler ortaya çıkmaya başladı. İllegal öegütlerle mücade etmek zorunda kalan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, istihbarat toplama, tanınma ve askeri operasyonlar için İHA’lar gibi bir askeri modernizasyona ihtiyaç duydu. Türkiye’nin bu yöndeki ilk adımı ithalata, güvenilerek atıldı.

Sukhankin, ancak hayal kırıklığına neden olan bir süreçte, 1996’da Amerikan İHA’larının satın alınamaması ve 2006’da İsrail İHA’larının felaket olduğunun ortaya çıkması, Ankara’yı yeni bir çözüm arayışına ittiğini belirtiyor. Türkiye artık yurt dışından ithal edilmek durumunda olan malların yurt içinde üretilmesini sağlayarak dışarıya bağımlılıktan kurtulmak için, bu alanda ‘ithalat ikameci saniyeleşme’ stratejisi yürütmeye başladı.

Uzmana göre ABD’nin İHA’larına ihracat yasağı getirme kararı, birçok yönden Türkiye’de ithalat ikame stratejisine canlandırdı ve sonuçta ‘TÜRKİYE BAŞARDI’
Sukhankin bu iddiasına destek olarak Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir’in, ‘ABD’nin onaylamadığı bazı projeler için teşekkür ediyorum, çünkü bu durum bizi kendi sistemlerimizi geliştirmeye yöneltti.’ sözlerini hatırlatarak şöyle devam etti.
2018 yılına kadar Türkiye, TSK’nın askeri operasyonlarda kullandığı İHA alanında gözle görülür bir ilerleme sağladı. 2019’un sonuna doğru, ülke ‘dünyanın en büyük ikinci silahlı İHA kullanıcısı’ ve ‘insan müdahalesi olmadan hedef bulabilen, izleyebilen ve yok edebilen İHA’ları kullanan ülke’ oldu. Bu noktada Bayraktar TB2, 2016 yılında ilk etkisiz hale getirme görevini gerçekleştirerek, Türkiye’nin ilk yerli silahlı İHA sistemi oldu.

DÖNÜM NOKTASI: 2020 BAHAR KALKANI HAREKATI

Sukhankin, Türk İHA/SİHA’larının 2016-2019 yılları arasında Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı Harekatı, Barış Pınarı Harekatları kapsamında ve Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki PKK’lılara karşı başarıyla kullanıldığını belirtiyor ancak, Türkiye’nin İHA kullanımında dönüm noktasına 2020’nin başları olduğunu ifade ediyor.

Suriye Ordusunun Türk askeri gözlem noktasına düzenlediği üzerine hava saldırısı 34 Türk askeri şehit olmuştu. 27 Şubat’ta Türk Ordusu, Milli Suriye Ordusu birlikte Bahar Kalkanı Harekatını başlattı.

Operasyon kapsamında rejimine ait, ikisi jet 4 uçak, sekiz helikopter, 135 tank ve beş hava savunma sistemi imha edildi. Türk ordusu 2.557 rejim unsurunu etkisiz hale getirdi. Türkiye ayrıca, 10 Rus Pantsir orta menzilli havadan havaya füze ve uçaksavar topçu sisteminin imha edildiğini duyurdu.

Sukhankin’e göre özellikle Bayraktar SİHA’ların yürüttüğü bu operasyon, söz konusu alanda şu temel 3 noktayı ortaya çıkardı…

1- Türkiye İHA’larının güç ve yeteneklerini muazzam ve koordineli bir şekilde kullandı
2- Ankara Suriye’deki Esed rejimi unsurlarına karşı silahlı İHA kullanmaya hazır
3- Anka-S ilk askeri operasyonunda

Star.com.tr’de yer alan haberde Sukhankin, kayıpların sayıları ile ilgili farklı yorumlar olsa da, ‘Bu başarı Bayraktar TB2 ve Anka-S’nin kullanımına atfedilmelidir.’ diyor.

Alıntı/Kaynak: https://m5dergi.com/savunma-haberleri/gulf-statean-alytics-turkiye-iha-super-gucu-mu-oluyor/

Kiloyla kitap çevirisi


Uçaktaki Süper Adam

Bir Amerikan uçağı, İstanbul-New York seferini yapıyordu...

Bir süre sonra ışıklar sönünce, yolcularda panik başladı...
Ardından anons duyuldu:
-İçinizde elektrikten anlayan var mı?
Herkes birbirine bakarken, yaşlı bir yolcu parmağını kaldırdı ve davet üzerine makine dairesine girdi...
Ve, bir süre sonra da ışıklar yandı!
Yaşlı yolcu, eli yüzü siyahlar içinde; alkışlarla karşılanarak, lavaboya gidip temizlendi ve sessizce yerine oturdu...

Uçak Atlantik ortalarındayken, pilotun konuşması duyuldu:
-Sayın yolcular, motorlarımızdan biri bozuldu. Sakın panik yapmayın. Ben sizi diğer motorla, Amerika’ya ulaştırırım. Eğer içinizde motordan anlayan biri varsa, buraya rica edeceğim.
Yolcular arasından yine sadece yaşlı olan adam elini kaldırıp göreve koştu. Bir süre sonra motorun tamiri bitmiş, bizimki yüzü gözü karalar içinde ve alkışlar arasında, lavaboda temizlenip, mahcup mahcup yerine oturdu.
Amerika’ya kısa süre kala, hosteslerin koşuşturması dikkat çekti ve bu kez bir hostesin heyecanlı sesi duyuldu:
-Sayın yolcularımız !.
- Bir yolcumuz aniden sancılandı. Bebeği olacak. İçinizde doğumdan anlayan kimse varsa, lütfen acil olarak buraya gelsin.

Çeşitli milletlerden yolcular birbirine bakarken, yine bizim ihtiyar yerinden kalkarak hostesler bölümüne yürüdü...
Kısa süre sonra da, bir bebek ağlaması duyuldu ve hostesin kucağındaki erkek ufaklık, dünyaya ilk bakışlarını gönderiyordu.
Tabii olağanüstü yaşlı yolcu, sürekli alkışlarla yine sakince yerine oturdu...
Ancak, çeşitli ülkelerden oluşan tüm yolcular, meraklarını yenememişlerdi...
Bu adam kimdi?
Sonunda dayanamayıp, özür dileyerek; uyruğunu ve mesleğini sordular.
Yaşlı yolcu, bu soruyu sakince yanıtlar:
- TÜRK'üm ve KÖY ENSTİTÜSÜ MEZUNU EMEKLİ BİR ÖĞRETMENİM...

20200530

İttihat Terakki ve İstanbul'un Fethi kutlamaları


Yunanistan'a anladığı dilden yanıt: Ne-Mutlu-Türküm-Diyene


Türk Donanması, Milli Savunma Bakanlığı’nın emri ile 'Ne Mutlu Türküm Diyene' şeklinde, dört ayrı saha adı ile tek manada yayınladığı Navtex ile Girit'in Güneyi’nde, Gavdos Adası’nın hemen aşağısında, kırmızı alanları kapsayan yerlerde, askeri tatbikatlar icra edecek.

Türk Deniz Kuvvetleri, Girit Adası’nın güneyindeki 4 bölgede Navtex ilan etti. Buna göre Türkiye’nin belirlediği yerler askerî bölge olarak kabul edilecek. Bu bölgelerin “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” olarak kodlanması dikkat çekti.

Navtex, denizlerde askerî ya da sivil herhangi bir faaliyette bulunmak isteyenlerin önceden mesaj yayımlayarak deniz trafiğini uyarması anlamına geliyor.

'TÜRKİYE ANLADIKLARI DİLDEN İSİM VERMİŞ'

Türkiye’nin denizde tatbikat yapacağı sahalara verdiği isimleri, Amiral Cem Gürdeniz SuperHaber internet sitesine değerlendirdi.

Gürdeniz, ”Türkiye çevre denizlerimizde tatbikat yapacağı sahalara istediği ismi verebilir. Burada önemli olan, sahanın yeri ve faaliyetin yapılacağı zamanın önceden ilanıdır. Türkiye Ege Denizi’nde yapacağı dört ayrı tatbikat sahasına sırayla, 'Ne Mutlu Türküm Diyene' isimlerini vermiştir. Bu sahalar uluslararası usuller gereği navtex üzerinden ilan edilmiştir. Yunanlıların daha önce, kendi sahalarına 'Konstantinapolis' ve 'Pontus' gibi isimler verdiklerini hatırlıyorum. Türkiye bu kez onlara, anladıkları dilden tatbikat sahası isimleri vermiş” dedi.


‘YUNAN ŞOKTA’

Emete Gözügüzelli ise sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda “Yunan şokta! Türkiye ilk kez Ne–Mutlu–Türküm–Diyene şeklinde dört ayrı saha adı ile tek manada yayınladığı Navtex ile Girit’in güneyinde Gavdos adamızın hemen aşağısında, kırmızı alanları kapsayan yerlerde bugün ve yarın askeri tatbikatlar icra edecek” dedi.


📚Kitap: 'Fetih ve Medeniyet' - Hikmet Kıvılcımlı



 

20200527

✍️ 🇹🇷🇬🇷 ''Yunanlıyım ama biraz da ‘Türk’üm''

''Yunanlıyım ama biraz da ‘Türk’üm''

31 OCAK 2018



Mübadil torunları Yannis Gigourtsis ve Hakan Uzbek ile zorunlu göç zamanı ve sonrası ailelerinin yaşadıkları zorlukları, acıları ve ölümleri konuştuk.
“Ben Giritliyim ama İzmirliyim. Benim için çocukken bunları birleştirmek zordu. Ama şimdi hiçbir şey zor değil. Yunanlıyım ama biraz da Türk’üm, hepsinden bir parçam var. Bunun için mutluyum” 
diyen Yannis Gigourtsis’in Türkçe soyadı Yoğurtçu… “Atalarımdan biri İzmir’de yoğurtçuymuş” diyor Gigourtsis… Ailesi zorunlu göç zamanında İzmir Urla’dan, Yunanistan’a, Girit’in Kandiye şehrine gönderilmiş. Yannis’in hikâyesi, ölümler, sırlar ve tesadüflerle dolu. İki taraftan da mübadil olan Gigourtsis’in dedesi pek konuşmazmış. Urla’ya dair anlattıkları hikâyelerde hep çok iyi Türk dostları olduğunu, güzel sofraları ve sohbetleri anlatırmış. Urla’da kuru üzüm ticaretiye uğraşan aile Girit’e gidince bu işlerini devam ettirmişler.

Gigourtsis, 
“Dedem ve babaannem Girit’te tanışmışlar. Aslında ikisi de Urla’da aynı köyden ama farklı sınıftan geliyordu. Babamın ailesi bir gemiyle Girit, Kandiye’ye gitmiş ve benzeri mallarını alabilmişler. Babaannem daha zengin üst sınıftan geliyor. Babaannemin babası, mübadele zamanı zorunlu göç sırasında öldürülmüş. Alabildikleri kadar eşyalarını yanlarına almışlar, gemiye binmek için Urla ile iskele arasında 5 kilometre gibi bir mesafe varmış. Zorlu ve tehlikeli bir yol… Annesi çok şişmanmış ve gemiye giderken yolda ölmüş. Babaannem ağabeyi ve kız kardeşini de kaybetmiş ve tek kalmış. Amcasının yanında kalıyor ama yengesi onu hiç istemiyor ve mecburen bir müddet yetimhanede kalmış. Sonra dedem ile tanışmış evlenmişler” 
diyor.
Babaannesini anlatırken Gigourtsis’in hayranlığı gözlerinden okunuyor… Türkçeyi daha yeni öğrenmiş olan Gigourtsis, konuşurken sürekli terliyor. Heyecanı ve telaşı yanlış bir kelime kullanmaktan korkmasından… Babaannesiyle uzun süre yaşayan ve ondan çok etkilendiğini söyleyen Gigourtsis, 
“O kadar zor zamandan geçmiş olmasına rağmen anlatmaz, şikâyet etmezdi. Bizim için her zaman ailenin kökü ve kalbi babaanneydi” 
diyor.

Almanca, İngilizce, Fransızca konuşan babaanne 1950’lerden beri rehberlik yapıyormuş. İstanbul’a çok gelmiş ama Urla’ya hiç gitmek istememiş. Gigourtsis, “Ama en sonunda gitti. İlk defa onu o zaman pişman gördüm ‘Keşke gitmeseydim’ dedi. Çünkü evini aramış bulamamış ‘Belki de buldum’ dedi. Ancak emin olamamış. Aklında kalan resimler farklı olduğu için belki de” diyerek bir süre susuyor.

Girit’e gittiklerinde İzmir’deki bütün mallarına karşılık mülk almamış Gigourtsis’in ailesi… Nakit para yerine de bir bavul dolusu çek vermişler. Babaannesi çok az konuşurmuş eskiler hakkında. Gigourtsis bildiklerini doğru telaffuzla anlatabilmek için epey çaba gösteriyor: 
“Amcası diyordu, masada otururken bir bavul içinde çok para varmış, hep Yunanca, ‘epistrofí stin patrída’ yani Türkçesi ‘vatana memlekete döneceğim bu paralar onun için’ diyormuş.” Dönemedi ve 1930’ların başında ekonomik krizde bu para yok edildi. Zenginlerdi ama çok kalmadı. Ama benim babaannem için amcası bir ev aldı evlenirken hediye etti, hakkını verdi aslında. Bu ev, bir Türk eviydi. Girit Kandiye’de çok fazla Türk varmış ve tabii Türk evleri de…”
Dedeye gelince o fırsatı olduğu halde hiç Urla’ya gitmek istememiş.

Gigourtsis, 
“Dedem Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusuyla savaşmış. O zaman 18 yaşındaymış. Sonra Kurtuluş Savaşı sırasında Küçük Asya felaketi diyorlar Yunanistan’da. Mecburen Yunan ordusuyla savaştı. Ben bir kaynakta buldum, ilginç bir olay çünkü ben bilmiyordum, dedem çok fazla konuşmuyordu. Bir kaynakta, ‘Urla’dan gelip gençleri aldı’ diye yazıyordu ve dedemin adını gördüm. Afyonkarahisar’da kalmış bir süre. Çok tehlikeli bir durum Osmanlı vatandaşı olduğu için Osmanlı ordusunda Yunanlılara karşı 9 ay savaşmış. Nasıl kendisini tanımladı, nasıl anlamadılar bilmiyorum. Ben bunu 12 yaşındayken duymuştum. Ben, dedemin savaşa katıldığını sonradan kapı dinleyerek öğrendim. Bir gazeteci geldi dedemle söyleşi yapmak için. Kapının aralığından dinledim konuştuklarını dedem 80 yaşlarındaydı ama hafızası çok iyiydi” 
diyor.

Gigourtsis’in anne tarafı, memleketten tanışıyormuş yani o zamanlar dedesi ile nenesi sevgiliymiş. Ama evlenemeden zorunlu göç başlamış. Dedesinin büyük bir kasap olduğunu söyleyen Gigourtsis, 
“Et ticareti de yapıyordu. O da Sisam Adası’na gitmiş yüzerek. Çünkü onun hayvanlarının bir kısmı önceden oradaymış. Anneannem ve ailesi zorunlu göçle Atina’ya gitmiş ve yerleşmiş. Anneannemin ailesi dedem Sisam Adası’nda olduğu için evlenmelerini istemiyormuş. Ve anneannem kaçmış, Sisam Adası’na gitmiş ve orada evlenmişler. Çocukları orada doğmuş ama dedem hastalanıp ölünce o da çocuklarıyla kendi ailesinin yanına Atina’ya dönmüş” 
diyor.

Gigourtsis Türkiye’deyken bir etkinlikte Hakan Uzbek ile tanışıyor. Tesadüf mü bilinmez ama bu kadarı da fazla diyebiliriz. Uzbek’te üçüncü kuşak mübadil ailesi Girit Kandiye’den İzmir’e yerleşmiş. Biraz sonra onun ailesinin de hayat hikâyesini size anlatacağım. Gigourtsis, 
“O da çok büyük bir aileden geliyor. Hakan ilk defa benimle birlikte Girit’e gitti. Dedesinin çalıştığı yeri biliyordu. Bir bankanın müdürüydü ve meşhur bir Kandiye Türk’üydü. Bankayı bulduk fotoğraf çektirdik. Eviniz neredeydi dedim. Evi sadece mahalle olarak biliyorlar ama evin nasıl olduğunu tarif etmişler. Benim babaanneme verilen evin olduğu mahalledeydi aynı hizada aynı yerdeydi evleri. Aynı evdi belki… Senin deden ve benim babam aynı evde büyümüş olabilir diyorum Hakan’a… Benim için çok güzel bir his”
diyor.

Girit’ten Türkiye’ye zorunlu yolculuk…

 

Hakan Uzbek, hem baba hem de anne tarafından Yunanistan kökenli. Babasının ailesi Girit Kandiye’den (bugünkü Herakleion), annesininki ise Batı Trakya, İskeçe yöresinden. Aslında “mübadil” olan yalnızca babasının ailesi, yani Lozan Antlaşması çerçevesinde Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan Mübadele Sözleşmesi uyarınca Türkiye’ye göç etmek zorunda kalanlardan. Annesinin ailesi Kurtuluş Savaşı sonrasında Batı Trakya’da oluşan toplumsal koşullarda canlarını kurtarmak için bir gece apar topar Türkiye’ye kaçmak zorunda kalmış. Batı Trakya mübadele kapsamının dışında olduğundan zorunlu göçe tabi değillermiş, ama sonuçta onlar da göçmek zorunda kalmışlar.

Uzbek, yakın arkadaşı Yannis Gigourtsis ile birlikte gitmiş ilk kez Girit Kandiye’ye… Peki Uzbek’e dek aileden hiç kimse neden Girit’e gitmemiş? Girit aile hikâyeleriyle, diliyle, manileriyle, yemekleriyle yaşamlarının bir parçasıymış aslında. 1924’ten sonra aileden birisinin yeniden Girit’e gitmesi için neredeyse bir yüz yıl geçmesi gerekmiş. Bu sorunun yanıtını şöyle veriyor Uzbek, 
“Ailemin Yunanistan’a karşı duyduğu kırgınlık ve kızgınlıkta yatıyor sanırım, bunun sebebi. 1923 Girit doğumlu amcamın çok sık tekrarladığı bir sözdü, ‘Ben doğduğum yere vize alıp da gitmem.’ Milliyetçi akımların adanın Hıristiyan ve Müslüman topluluklarını ayrıştırması (aynı ailelerin içinde önceki yüzyıllarda hem Hıristiyan hem de Müslüman üyeler olduğu biliniyor, kadı sicillerine bakıldığında), Rum ayaklanmaları, kanlı çatışmalar, adanın önce özerkliği, sonra Yunanistan tarafından ilhak edilmesi, adanın Müslüman nüfusunun yarısından fazlasının artan baskılar sonucunda daha mübadeleden önce göç etmek zorunda kalması”
diyor.
Tüm bu olaylar, ailesinin üzerinde derin izler ve Yunan milli ideolojisi karşısında yüksek bir hassasiyet bırakmış olduğunu şimdi anladığını söyleyen Uzbek, 
“Yanlış anlaşılmasın, Kandiye’de yaşıyorlarken çok sevdikleri ve çok yakın oldukları Rum arkadaşları ve aile dostları olduğunu biliyorum duyduğum hikâyelerden -ki bunlardan birisi amcamı doğurtmuş olan ve yıllar sonra İzmir’e gelerek aileyi bulup ziyaret eden bir doktordur- ama ailem için her zaman dünya bir yana, Yunan milliyetçiliği öteki yana olmuştur olumsuz anlamda ve bu hassasiyetin o dönemleri yaşamamış olmama karşın bana da geçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bence bunca zaman Girit’e gidilmemesinin nedeni bu olmuştur” 

diyor. 1924’te Türkiye’ye gelirlerken Uzbek’in dedesi ve ağabeyi, ancak babalarıyla dedelerinin mezarlarını açarak kemiklerini yanlarına alabilmişler ve Girit’i acı içinde yüreklerine gömmüşler.

Göç etmek zorunda kalan bütün insanlar gibi Uzbek’in ailesini de Türkiye’de kimi zorluklar bekliyormuş tabii. Öncelikle aralarında, özellikle yaşlı olanlardan, hiç Türkçe konuşamayanlar varmış. Konuşanların da şivesi varmış haliyle. Bu durumlarından dolayı “yarım gâvur” olarak adlandırılmışlar kimi yerliler tarafından. Aslında ilk büyük zorluğu daha gelir gelmez yaşamışlar. Mübadele Komisyonu tarafından Alsancak’ta kendilerine tahsis edilen evde (savaş sonrası Rumların terk ettiği evlerden biri) yasal olmayan bir şekilde eve yerleşmiş olan bir subay yaşıyormuş ve Uzbek’in dedesine silah çekerek şöyle demiş: “Sizi buradan yeni kovduk, şimdi yine geri mi döndünüz!” İki taraftan da dışlanıp “ortada kalmak” tam da böyle bir şey olsa gerek. Neyse ki birkaç ay kirada oturduktan sonra durumun bir paşaya intikal etmesi ve onun da duruma müdahale etmesiyle evlerine yerleşebilmişler.

‘Varlıklı bir aileymişiz’

Uzbek, 
“Girit’te oldukça varlıklı olan aile mübadele sonucunda büyük maddi kayba uğramış. Neyse ki Atina’da ekonomi eğitimi görmüş ve birkaç dil bilen dedemim çabaları ve çalışkanlığıyla geçinmesini bilmişler.

Girit’e bu kez babam, annem ve başka akrabalarımızla birlikte ikinci gidişim 2013 yılında oldu. Sağ olsun Yanni dostum bu kez de yanımızdaydı ve bize çok güzel rehberlik etti. Özellikle babam için çok duygusal bir ziyaret oldu bu. Yıllar boyunca dinlediği hikâyelerin geçtiği mekânları ilk kez gördü. Dedemin çalıştığı banka binasını, artık içinde bir eğlence merkezi olsa da gittiği lisenin binasını, arkadaşlarıyla birlikte gidip oturduğu pastaneyi, hafta sonları gezmeye ve vakit geçirmeye gittikleri Kandiye’nin dışındaki Archanes kasabasını ve belki de en önemlisi adı aynı kalmış, bir zamanlar ailemize ait olan Finikia Çiftliği’ni” 
diyor.

Yannis Gigourtsis ile dostluğun başlaması…
“Sevgili dostum Yannis Gigourtsis ile bundan on yıl kadar önce, bir azınlık Rum okulu olan Zoğrafyon Lisesi’ndeki bir etkinlik sırasında tanıştık. Onun da ailesi İzmir ve Urla kökenliydi ve savaş sonrası Girit Kandiye’ye yerleşmişti. İki aile aynı günlerde birbirlerine tam ters bir yol izlemiş ve birbirlerinin terk ettiği şehirlere iskân edilmişti; kim bilir, belki de aynı evlere. Bu rastlantı bizi birbirimize yakınlaştırdı ve çok iyi dost olduk.”

📚 Kitap: 'Hedefteki Donanma' - Cem Gürdeniz

 
Türk Deniz Kuvvetleri son dört yıldır davalarla sarsılıyor. Medyada başlatılan linç kampanyasının ardından donanmanın komuta kademesi neredeyse tasfiye edildi. 40'tan fazla amiral tutuklandı. Soruşturulan subayların sayısı yüzlerle, adı davalara karışanlar binlerle ifade ediliyor.
Peki ama neden?
Tarihinin altın çağını yaşayan Cumhuriyet Donanması neden hedef tahtasına konuldu?
Balyoz Davası nedeniyle Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan emekli Tümamiral Cem Gürdeniz Hedefteki Donanma isimli kitabında işte bu soruya ezber bozan yanıtlar veriyor. Gürdeniz'in yanıtları basında okumaya alışık olduğunuz türden değil. Plan ve Prensipler Başkanlığı'nı en uzun süre yapan subay olan Gürdeniz kitabında Türk Deniz Kuvvetleri'nin kimleri tedirgin ettiğini sorguluyor; tertip ve komploların uluslararası siyasetle ilişkisini gösteriyor.
Hedefteki Donanma son yıllarda yaşanan linç ve tasfiye kampanyasının gerçek nedenlerini cesurca ortaya çıkarıyor.
• NATO'ya bağlılığın Türk Donanması'na faturası ne oldu?
• Yunanistan'ın 15 adaya el koymasının sorumlusu kimler?
• Tertip ve komploların asıl nedeni Doğu Akdeniz'deki doğalgaz yataklarının paylaşımı mı?
• Türk Donanması'nın Karadeniz'deki faaliyetleri ABD'yi niçin tedirgin etti?
• AB İlerleme Raporu'nda Türk Deniz Kuvvetleri için ne deniyor?
• Libya'ya gönderilen savaş gemileri yeni bir dönemin habercisi mi?

Karboğazı Kuvayi Milliye Anıtı - Mersin

Karboğazı Kuvayi Milliye Anıtı - Mersin

Pozantı’da mahsur kalan Fransız kuvvetleri Pozantı’da Kuvayi Milliye milisleri tarafında her gün taciz edilmekteydiler. Bu nedenle Pozantı’da tutunamayacaklarını anlayan Fransızlar bir yarma hareketiyle Pozantı’daki ablukan kurtulup Namrun ve Gözne yaylalarını geçerek Mersin’e gitmek istiyorlardı. Bu planı 25 Mayıs 1920 tarihinde uygulamaya koyan, nişan sahibi tabur komutanı Binbaşı Menil, ordusuyla yola koyulmuş, yolda tesadüf ettiği Kumcu Veli’yi ve Gülekli Hatice’yi yanına rehber olarak almıştır. Tekir’e gelen Fransızlar, şoseden ayrılmışlar, Kumcu Veli’nin ısrarıyla Elmalı boğazına doğru, patika yolu takip etmişlerdir. Bu yol Kumcu Veli ve Gülekli Hatice sayesinde Fransızların ölüm yolu olacaktır. Gülek’e haberi götüren Gülekli Hatice’dir. Karboğazı’na giren Fransızlar artık ölüm boğazına girmişlerdir. Boğaz, dik yamaçlı, dar bir deredir. Derenin iki yakasına on yedişer kişi pusuya yatmış, arkadan gelen on kişi de düşmanın geriye dönüşünü engellemiştir. Açılan ateş sonunda düşman, canının derdine düşmüş, cephanelerini ve katırlarını bırakarak Teke yaylasına ve Yılan ovasına doğru kaçmaya başlamışlardır. Canlı kalan Fransızlar, ertesi gün Karaisalı’dan gelen ve Kara Afet lakaplı Binbaşı Hasan AKINCI’ya teslim olmuşlardır. Gülek’li kahramanlar, aldıkları esirleri Gerlez semtine getirmişler, etli bulgur pilavı ve ayran ikramında bulunmuşlardır. Bu olayı temsil eden resim bugün Anıtkabirin Kuvayi Milliye müzesinde yer almıştır. Karboğazı savaşı, Çukurova’nın kurtuluşunda bir dönüm noktasıdır. Karboğazı savaşı dünya savaş tarihinde eşine rastlanmayan bir kahramanlık destanıdır. Daha sonra yapılacak Ankara antlaşmasının temelini oluşturur. Karboğazı’na Kuvayi Milliye anıtı dikilerek, kahramanlar ve bu zafer ölümsüzleştirilmiştir. Kaynak: Mersin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü arşivi.



20200525

Kahraman Sagra




Naim Güney @hnagy52
1965'den sonra Kahraman Sağra Ordu Fatma Hatun Sokakta kakaolu fındık ezmesi üretmeye başlamış, ürünün ilk adını Nugetalla koymuştu. Almanlar Nugetalla adında sorun çıkartınca adını "Sarelle" olarak değiştirip ezmeyi kesme bardağa doldurdu ve uluslarası rakiplerine kafa tuttu.

🎞 🇹🇷⚓️ Akdeniz'de Enerji Kaynakları

Doğu Akdeniz'de enerji mücadelesi
Doç. Dr. Ahmet Kasım Han ve Faruk Acar, 
konukları emekli Tümamiral Ali Deniz Kutluk ve Prof. Dr. Mitat Çelikpala 
ile Doğu Akdeniz'de enerji mücadelesini tüm boyutlarıyla konuşuluyor

📚 Kitap: 'Türklerin Saklı Tarihi' - Murad Adji


Geçen yıl 74 yaşındayken hayatını kaybeden ünlü Rus tarihçi Murad Adji, 'Türklerin Saklı Tarihi’nde Avrupa merkezli tarih anlayışının üstünü örttüğü gerçekleri aydınlığa çıkarıyor. Rusya’nın en popüler tarih yazarı olarak tanınan Adji, üç yıl inzivaya çekilip 1.500’e yakın kaynak inceleyerek kaleme aldığı eserinde binlerce yıllık Avrasya ve Türk uygarlığı tarihini adeta yeniden yazıyor ve “tarih hırsızlarının” Türklerden neler çaldığını ortaya koyuyor.

Türklerin Saklı Tarihi, Avrasya’nın manevi kültürünün ve siyasi tarihinin oluşmasına dair, “ısmarlama tarih yazıcılarını” çok rahatsız ettiği bilinen büyük bir meydan okuma niteliğinde.

“Kitaplarım onlarca kez yeniden basıldı. Yirmi beş yıldır hiç kimse beni bilimsel düelloya çağırmaya cesaret edemedi. Çağrımı kabul eden, açık tartışmaya hazır olan veya seminere davet eden de olmadı. Susuyorlar! Sadece fısıldaşıyorlar.”

Türklerin Saklı 
Tarihi Murad Adji 
 9786056921742 
 Kaynak Yayınları

'Akıncı' Belgeseli . Türk Havacılığında büyük bir başarının hikayesi

20200524

✍️ Girit’te Türk izleri–1 -Dr. Orhan Gedikli


Girit’te Türk izleri–1
Dr. Orhan Gedikli


Girit. Akdeniz’in incisi. Bir diğer adı ile Zeytin adası. Bir başka yazarın değimi ile medeniyetlerin kesiştiği ada. Geçmişte Venediklilerin ve Romalıların alabildiğine sömürdükleri bu güzel adada 1645 yılında başlayan Osmanlı kuşatması 1669’da kesin zafer ile sonuçlanmış ve Türk dönemi başlamıştır. Böylece adaya barış, huzur ve medeniyet gelmiş, ada halkı hiçbir baskı altında kalmadan en mutlu günlerini yaşamıştır.


Diğer taraftan ada Türk-İslam eserleri ile bir baştan diğer başa yeni gelin gibi süslenmiş ve Anadolu alperenleri ile de manevi zenginliğe kavuşmuştur. Kurulan tekke ve zaviyelerle de Müslüman halk manevi hazzı tatmıştır. Bunun yanında diğer dinlere mensup kişiler de ibadetlerini özgürce yapabilmişler ve diğer Türk bölgelerinde olduğu gibi Girit de barış, huzur ve hürriyetlerin doruğa çıktığı bir dönem yaşamıştır. 1898 tarihine kadar süren bu durum maalesef batılıların müdahalesi ile bozulmuş ve Girit otonomi kazanmıştır. 1912 -13 Balkan harpleri sonunda ise Yunanistan ile birleşmiş ve ne yazık ki tamamen elimizden çıkmıştır.
Ada 1940’da İtalyanlar, 1941-44 yılları arasında Almanlar tarafından işgal edilmiştir. Buna karşı İngiliz ve Avustralya tarafından kurulan direniş hareketi ile beraber mücadele başlamıştır. Almanlar 1945’de çekilmiş ancak daha sonra iç savaş başlamıştır. Komünistler ve kıralcılar savaşmaya başlamıştır. ABD’nin desteklemesi sonucu kıralcılar kazanmış ve bunun sonucu olarak Girit Nato’ya girmiştir.

Yaklaşık 244 yıl Osmanlı yönetiminde kalan bu güzel adaya 15 -19 Haziran 2008 tarihleri arasında Avrupa Rinoloji Kongresi’ne katılmam münasebeti ile gittim. Kongreden sonra adanın kuzey kısmını gezerek bu güne ulaşabilen Türk eserlerini çektim. Girit’e gitmeden önce okuduğum dergilerden burada pek çok Türk mimari eserinin olduğunu biliyordum. Ancak bunların ne kadarı ayakta kalabilmişti? Çünkü Yunanistan Avrupa Birliği ve tüm dünyanın muhalefetine rağmen Balkanlar’da en fazla Osmanlı mimarisini katleden ülke unvanını kimseye bırakmamaktadır. Her türlü yıkım ve engellemeye rağmen Girit’te oldukça fazla Türk eserine rastladım ve bundan çok mutlu oldum. Özellikle Resmo (Rethimno) ve Hanya’da (Hania) olmak üzere pek çok Türk eseri ayakta kalmayı başarmış durumdadır. Buna da çok şükretmek lazım.



Kaldığım otelde odalarda, salonlarda masa üstlerine konulmuş Girit’i tanıtan rehber kitapları inceledim. Kitapların İngilizce olarak yazılmış Girit’in tarihçesi kısmında Osmanlı dönemi için “The most dark period of Cretean history” diye yazıyordu. Yani bugün Yunanistan Osmanlı dönemini dünyaya Girit tarihinin en karanlık dönemi diye tanıtmaktadır. Bu tarihi ve gerçeği çarptırmaktır. Girit tarihinde Osmanlı dönemi gerçekten en karanlık dönem olsa idi Türkler 244 yıl süren hâkimiyetleri sonunda adada bir tane Rum bırakmazlardı.


Aslında Girit’in en karanlık dönemi 1913 yılında başlayan ve bugün de devam eden Yunanistan dönemidir. Çünkü bu 98 yıllık dönem süresinde adada bir tane Türk bırakmadılar ve bir tane açık cami koymadılar. Yani Türk ve Müslüman nüfusa yaşam hakkı vermediler. İşte karanlık dönem dediğin budur. Hem de karanlığın en kötüsü budur. Yunanistan bunu Kavala ve İskeçe dışında her yerde yapmaktadır. Oysaki Türkiye’nin her yerinde Rum kiliseleri açıktır ve Rumlar her yerde rahatça yaşamaktadırlar. Buradan Türk Dışişleri Bakanı’na sesleniyorum. Bu tip Türk tarihi ve milletini kötüleyici yayınları engellemek için çaba gösterilmelidir. Bunu yapmayan ülkeler için ise karşılıklılık yasalarını işletmek gerekir.


Girit 11 milyon yıllık bir ada. Jeolojik hareketlilik halen devam ediyor. Doğu tarafı batmaya devam ederken, batı tarafı çıkıyor. Nüfusu 630 bin. Halkın yüzde 55’i tarım, yüzde 45’i turizm ile ilgileniyor. Batı tarafı daha yağmurlu bir iklime sahip ve yılda 60 gün yağmur alabiliyor. Arazisinin 1/3’ü ekilebilir alanlar. Zeytin ve üzüm en önemli tarımsal girdiler.


Girit’teki Türk mimari mirasının büyük çoğunluğu adanın kuzey kesimindeki Kandiye (Iraklio), Resmo (Rethimno) ve Hanya’dadır (Hania). Güneydeki İsfakya şehrinde bir cami ve şadırvan dışında bir şey yoktur.


Girit’in giriş kapısı Kandiye’dir. Kandiye’deki Türk izlerini yazmadan önce Girit’in Avrupa için önemi nedir ondan biraz bahsetmek istiyorum. Kandiye’nin Arhanas köyü yakınında Kınosos sarayı vardır. Bu saray Batı Avrupa uygarlığının en eskisi olan Minos medeniyetini temsil ediyor. İnanışa göre Tanrı Zeus bir gün rüyasında bir pirenses görmüş. Bu pirenses Avrupa imiş. Zeus Avrupa ile evlenmiş ve 3 çocukları olmuş. İşte Kınosos bunlardan biri imiş ve Minos uygarlığını kurmuş. Bundan dolayı Girit Avrupa için ve Avrupa’da Girit için çok önemlidir.


Kandiye’de Arhanes köyü yakınında bulunan bu Kınosos sarayının görülmesi Girit’e giden her turist için önemidir. Bu saray M.Ö. 2000 -1700 yıllar arasında yapılmıştır. Kınosos sarayında ilk kazı çalışmaları 19. yüzyılda Osmanlı döneminde başlatılmıştır. Sadece bu bile Yunanistan’ın tanıtım kitaplarına yazdığı “Girit tarihinin en karanlık dönemi Osmanlı dönemidir” yalanını dünyaya haykırmak için yeterlidir.


22000 metrekare üzerine kurulmuş bu sarayda yaklaşık 600 kişi yaşıyormuş. Kınosos şehrinde ise 35000 kişi yaşıyormuş. Sarayda depremi önceden haber almak için yılan besleniyormuş. O dönemde insanların en yoğun olarak inandığı tanrı Toprak ana imiş ve ona her yıl kurban olarak boğalar kesilirmiş. Sarayda 122 kıral taç giymiş. Bu çağ buronz çağı olduğu için tabak, çatal ve kaşık gibi eşyalar buronzdan yapılmış.
Kandiye Girit adasının yönetim merkezidir. Maalesef Rumlar bu güzelim şehirde pek Türk eseri bırakmamışlar. Yüzde 99’9’unu yok etmişlerdir. Kala kala ancak bir tek Osmanlı Çeşmesi kalmış. Bu çeşme de şu anda kahvehane olarak kullanılıyor. Yani asıl amacı dışında bir amaçla da olsa ayakta kalması bizler için bir mutluluk kaynağı oluyor.


Rehberimiz bizi Kandiye’nin merkezinde aslanlı havuz başına kadar getirdi ve etrafı tanıttı. Belediye meclisini ve diğer binaları gösterdi. Ancak Türk olmasına rağmen bize Türk çeşmesinden bahsetmedi. Bizim sormamız üzerine eliyle ilerde diye gösterdi. Biz gittik bulduk ve sonra ekibimizin hepsine gösterdik. Rehberimiz aslında iyi niyetli birisi idi. Ancak alışkanlıkları gereği Türk eserlerinden bahsetmek akıllarına bile gelmiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve sorumluluk hisseden herkesin bu konuya eğilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Kandiye’de bu güzelim çeşmemizi görüp etrafında bir çay içtikten sonra şehir merkezinde bir tur atıp belediye meclisinin önündeki caddeden limana doğru yürümeye başladık. Tam bu sırada sağımızda İzmir Kebap diye bir lokanta gördük ve önünde hatıra fotoğraf çektirdik. Burada üniversite yıllarımın geçtiği güzel İzmir aklıma geldi. 1973 -79 yılları idi. Bir doktor ağabeyimin annesi çok güzel Girit salataları yapardı. Özellikle Eşrefpaşa pazarından aldığı otlardan yaptığı bu salatalara bayılırdım. Oldum olası yemeklerde salatayı çok seven birisiyim. Girit seyahatim esnasında bu salatalardan tekrar tatma imkanı buldum ve bir anlamda benim için bu gezi bir nostalji oldu. Buradan şunu söylemek istiyorum. Girit mutfağı ile Türk mutfağı hemen hemen aynıdır. Sarmasından dolmasına, kuzu kebabından musakkasına, turşularından salatalarına hepsi aynı bizim yemeklerimiz. Bu da bana göre tamamen normal. Çünkü Yunanistan ortalama 500 yıl bizim toprağımız idi. Bu çok eski bir çağ değil. Sadece bundan 95 yıl öncesi.


İzmir kebaptan birkaç bina sonra sağda bir kilise gördük. Bu kilisenin Girit’in en eski kilisesi Titos olduğunu öğrendik. İçini gezmeye başladık ki ne görelim içi tamamen cami gibi. Minber kapatılmış ancak kubbe ve içi tamamen cami özelliğinde. Tanıtım föyünü okuyunca bu kilisenin Osmanlı döneminde cami olarak kullanıldığını ve adının da Vezir Camisi olduğunu öğrendik. Vezir camisinin çekimlerini yaptıktan sonra 5 dakikalık bir yürüyüş akabinde o muhteşem Kandiye kalesi görünmeye başladı. Limana inip geriye doğru şehre baktığımda tamamen beton yığınlarının kapladığı ruhsuz bir şehir ile karşılaştım. Oysaki eski resimlere baktığımızda gördüğümüz limanda kalesi ile birlikte, etrafa dizilmiş yeniçeri kahveleri, Türk konakları ve tekkeleri, kiliseleri ve havraları ile medeniyetlere beşiklik etmiş Kandiye’den bir manzara görmek mümkün değildi.
Her şeye rağmen limandaki kalenin denize bakan köşesinde bir cami minaresinin kaidesi bize bir şeyler söylüyor gibiydi. Ben hâlâ buradayım diyor ve ilave ediyordu. Fazıl Ahmet Köprülü Paşa Camisinin minaresiyim ve buradan gelip geçen denizcilere ve herkese Türklüğü ve Müslümanlığı temsil ettiğimi haykırıyorum diyordu. Bunların dışında Kandiye’de arkeoloji müzesinde birkaç parça eserden başka bir şey bulmak maalesef mümkün olmuyor. Kandiye’de çok fazla Türk eseri bulamamanın verdiği moral düşüklüğü içinde rotamızı adanın batısındaki Resmo ve Hanya’ya doğru çevirerek yola koyulduk.


Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan sonra Resmo’ya vardık. İlk bakışta buranın Kandiye’den çok farklı olduğunu hissettik. Bir Osmanlı eseri olan ve halen Hükümet Konağı olarak kullanılan bina tüm ihtişamı ile adeta Resmo’ya Türk damgasını vuruyordu. Sadece hükümet binası değil tabiî ki buradaki Türk varlığı. Hükümet binasının etrafındaki tarihi yapıları da gördükten sonra dar ara sokaklardan ilerleyerek doğruca kaleye gittik. Kale gerçekten çok muhteşem ve oldukça büyük inşa edilmiş bir eser. Bu kale ve içindeki İbrahim Paşa Camisi bana Kırım’daki Sudak kalesi ve içindeki Osmanlı Camisini hatırlattı. Bu kale de onun gibi deniz kenarına yapılmış ve mimari tarzları aynı özellikte. Tipik Ceneviz kaleleridir bunlar. Kale surlarından denizi seyrederken adeta insan dehşete kapılıyor ve insanoğlunun Allahın izniyle ne büyük işleri başarabildiğini görüyor.
Şimdi müze olarak kullanılan ve görünümünden tamiratının yeni bittiği anlaşılan İbrahim Paşa Camisinin önünde ekibimizle bir süre dinlendikten sonra kalenin şehre bakan duvarları tarafına geçtik. Gördüğümüz bu muhteşem şehir manzarası karşısında duygulanmamak mümkün değildi. Kuşbakışı olarak baktığımızda dar sokakları, konakları, Camileri ve müzeleri ile Kandiye’nin aksine tam bir Osmanlı şehri idi Resmo. Bir süre seyirden sonra dar sokaklarda kendimizi kaybederek Türk eserlerini aramaya başladık. Osmanlı’nın Resmo’sunda hala yaşam süren pek çok konak ve evler arasından ilerleyerek doğruca eski çarşı içindeki Kale Camisine geldik. Cami şimdi kilise olarak kullanılıyor. Ziyaret esnasında içinde bir nikâh töreni vardı. İçi de dışı kadar çok güzel olan bu camide de tamirat çalışmaları sürüyordu.


Caminin hemen yakınındaki el sanatları müzesi olarak kullanılan bir Osmanlı konağını da gördükten sonra şehir içindeki minaresini gördüğümüz başka bir camiyi aramaya başladık. Caminin etrafını 360 derece dönmemize rağmen içine girecek yol bulamadık. Sonra etrafındaki dükkânlardan birine sorduk. Oda caminin adını hatırlamadığını ancak yıllardır tamirat nedeniyle kapalı olduğunu söyledi. Bu caminin sadece minaresini çekebildik ve oradan doğruca şehrin diğer yakasına geçtik.
Devam edecek

Alıntı/ Kaynak: http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20080988

20200522

🎞 🇹🇷Türkün Türküsü


SÖZ : ????????Ishak Özlü SAZ : HETEMLI Türk'ün Tarihi Ötüken topragindan yaratilmis bedenim, Zalime karsi,mazluma kol kanat gerenim. Sevdam Hürriyeti Tanri daglarina yazan, Altaydan at sirtinda rüzgar gibi geçenim. Ezelden Türk'üm Yafes'in soyundan gelirim. Tevrat'ta adim geçer,Nuh'u Ata'm bilirim. Adalet ve yigitlik damarimda dolasir, Medeniyet deyince dünya'ya ders veririm. Altaylarin yücesinden gür sularim akar, Ötüken ormaninda av hayvanlarim kosar. Cennetsi çesit çesit meyve agaçlarimi, Tanri daglarinin güçlü yagmurlari sular. Kimiz dolu deri belimde,çanaç elimde, Kurtbasli Tug'lar dalgalanir Türk'ün il'inde. Ekmek ve tuz ikramdir ilk gelen misafire, Manas destani söylenir komuzun telinde. Meralarim küçüldü su kitligi basladi, Beyler mozaik desenli kilimde kisladi. Ozanlar kopuz çalip göç diye söz eyledi, Ak pürçekli analar hepbirden alkisladi. Ortaasyada yüce çinarim,dal dal büyür, Rüzgarlar binegim,yagmurun saçindan sürür, Göktürk imparatorlugu Sancagi elimde, Gazabim düsmanlar üzerine kol kol yürür. Ata'larimi sayar küçügümü severim, Milletime güven,düsmana korku veririm. Her attigim adimada Ulus'umu düsleyip, Imparatorluk kurar muradima ererim. Kalpak giyer Bozüyde yasar Kimiz içerim, Medeniyetler kurar çag önüne geçerim.. Firtinalar koparan güçlü ordular kurup, Yetmisiki Millete bas olmayi seçerim.. Kefen sirtimda at üstünde kiliç sallarim, Kendi kanimdan imdat diyene can yollarim. Besbin yillik sanli geçmisimin her devrinde, Rehberim Kuran,Bayrak ve Vatani kollarim. Han,Hamam,Okul ve onca imaret yaptirdim, Bir çakil tasina nice yigitler kaptirdim. Vermedim topragimi toprak kattim üstüne, Ibret için vatan hainlerini astirdim. Ortaasya'nin Steplerinde Cirit oynadim, Üç kit'aya hükmettim asla halki soymadim. Türk'lügümü Orhun Kitabelerine yazdim, Altin harflerle tarihe geçmeye doymadim. Çin Seddini ördüren Kirgiz Milleti benim, Hun Imparatorlugu ilk büyük Türk devletim. Kimek Hakanligimda Türk boylari birlesti, Islamla taçlanan Karluk devletimle sen'im. Vatan için Millet için çarpmali her dilan, Her Türk'ün evinde kurulmali günlük silan. Ertugrul Gazi oglu Osman bey'dir Pirimiz, Türk'e yakisan birliktir yoksa yikar hicran. Baki Evren'e yüzseksen Türk Devleti kurdum, Akdeniz ve Karadenizi Türk'e göl sundum. Türk-Islam birligini tek Bayrak'ta toplayip, Hak sevgilisi Muhammedin izinde durdum.. Selahaddin Eyyübi Haçlilari püskürten, Sultan Fatih Gemileri daglardan yürüten, Adriyatikten Çin seddine Türk birligidir, Amerika,Avrupa ve Rusya'yi ürküten. Karahanliyim,Selçukluyum,Altinorduyum, Osmanlinin üç Hilali Göktürk'ün Bozkurduyum. Avar,Hazar,Gazneli ve Sül Türkleri benim, Dünya üzerindeki tüm Türklerin yurduyum. Ikiyüzelli milyonluk Türk dünyasi cosar, Bahar seli coskusunca tek Bayraga kosar. Önüme onlarca bentler kurup engel çeksen, Yinede Türk Milleti kendi yolunu açar. Hele dinle yirmi kadar Türk Lehçe konusur, Aç gözünü bak Türk'ün yirmi boyu bulusur. Dinim,Dilim,Kültürüm ve Tarihim tek Millet, O gün Dogu Türkistan özgürlüge kavusur. Azerbaycan dag gibi acar yüce bir devlet, Özbekistan öz be öz Türk'üm diyen bir Millet, Tacikistan,kazakistan ve Kirgizistan gel, Türkiye-Türkmenistan kolkola yeter mühlet. Türkiyem günestir Kuzey Kibris Türk'ü hare, Balkan Türk'leri el uzatmis soruyor çare. Titre ve aslina dön ey büyük Türk Milleti, Ahiska Türk'leri sürgünlerde pare pare. Fransa Krali birinci Fransuva esir düser, Almanlar Akbabalar gibi yurduna çöker. Devrin kudretli Imparatoru Kanuniden, Fransuvanin annesi tarihsel yardim ister. Bizans hanedan üyeleri trabzona kaçar, Düsmani almaya Yüce Hakan savas açar. Trabzon Rum Imparatorlugu Fethedilirken, Zelil hanedan Moraya kaçmaktadir naçar. Dünya düzeni altiyüz yil benden soruldu, Her devirde topragima göz dikenler oldu. En son Anadolumu paylasmaya gelenler, Bu seferde karsisinda Atatürk'ü buldu. Yirmidört kit'ada Türk'ün Tarihini yazar, Çifte standartli kokmus Avrupa bizi bozar. Haykir''Ne Mutlu Türk'üm diyene''avaz avaz, Degmesin Milletimin birligine kem nazar. Ishak Özlü