Girit’te Türk izleri–1Dr. Orhan Gedikli
Girit. Akdeniz’in incisi. Bir diğer adı ile Zeytin adası. Bir başka yazarın değimi ile medeniyetlerin kesiştiği ada. Geçmişte Venediklilerin ve Romalıların alabildiğine sömürdükleri bu güzel adada 1645 yılında başlayan Osmanlı kuşatması 1669’da kesin zafer ile sonuçlanmış ve Türk dönemi başlamıştır. Böylece adaya barış, huzur ve medeniyet gelmiş, ada halkı hiçbir baskı altında kalmadan en mutlu günlerini yaşamıştır.
Diğer taraftan ada Türk-İslam eserleri ile bir baştan diğer başa yeni gelin gibi süslenmiş ve Anadolu alperenleri ile de manevi zenginliğe kavuşmuştur. Kurulan tekke ve zaviyelerle de Müslüman halk manevi hazzı tatmıştır. Bunun yanında diğer dinlere mensup kişiler de ibadetlerini özgürce yapabilmişler ve diğer Türk bölgelerinde olduğu gibi Girit de barış, huzur ve hürriyetlerin doruğa çıktığı bir dönem yaşamıştır. 1898 tarihine kadar süren bu durum maalesef batılıların müdahalesi ile bozulmuş ve Girit otonomi kazanmıştır. 1912 -13 Balkan harpleri sonunda ise Yunanistan ile birleşmiş ve ne yazık ki tamamen elimizden çıkmıştır.
Ada 1940’da İtalyanlar, 1941-44 yılları arasında Almanlar tarafından işgal edilmiştir. Buna karşı İngiliz ve Avustralya tarafından kurulan direniş hareketi ile beraber mücadele başlamıştır. Almanlar 1945’de çekilmiş ancak daha sonra iç savaş başlamıştır. Komünistler ve kıralcılar savaşmaya başlamıştır. ABD’nin desteklemesi sonucu kıralcılar kazanmış ve bunun sonucu olarak Girit Nato’ya girmiştir.
Yaklaşık 244 yıl Osmanlı yönetiminde kalan bu güzel adaya 15 -19 Haziran 2008 tarihleri arasında Avrupa Rinoloji Kongresi’ne katılmam münasebeti ile gittim. Kongreden sonra adanın kuzey kısmını gezerek bu güne ulaşabilen Türk eserlerini çektim. Girit’e gitmeden önce okuduğum dergilerden burada pek çok Türk mimari eserinin olduğunu biliyordum. Ancak bunların ne kadarı ayakta kalabilmişti? Çünkü Yunanistan Avrupa Birliği ve tüm dünyanın muhalefetine rağmen Balkanlar’da en fazla Osmanlı mimarisini katleden ülke unvanını kimseye bırakmamaktadır. Her türlü yıkım ve engellemeye rağmen Girit’te oldukça fazla Türk eserine rastladım ve bundan çok mutlu oldum. Özellikle Resmo (Rethimno) ve Hanya’da (Hania) olmak üzere pek çok Türk eseri ayakta kalmayı başarmış durumdadır. Buna da çok şükretmek lazım.
Kaldığım otelde odalarda, salonlarda masa üstlerine konulmuş Girit’i tanıtan rehber kitapları inceledim. Kitapların İngilizce olarak yazılmış Girit’in tarihçesi kısmında Osmanlı dönemi için “The most dark period of Cretean history” diye yazıyordu. Yani bugün Yunanistan Osmanlı dönemini dünyaya Girit tarihinin en karanlık dönemi diye tanıtmaktadır. Bu tarihi ve gerçeği çarptırmaktır. Girit tarihinde Osmanlı dönemi gerçekten en karanlık dönem olsa idi Türkler 244 yıl süren hâkimiyetleri sonunda adada bir tane Rum bırakmazlardı.
Aslında Girit’in en karanlık dönemi 1913 yılında başlayan ve bugün de devam eden Yunanistan dönemidir. Çünkü bu 98 yıllık dönem süresinde adada bir tane Türk bırakmadılar ve bir tane açık cami koymadılar. Yani Türk ve Müslüman nüfusa yaşam hakkı vermediler. İşte karanlık dönem dediğin budur. Hem de karanlığın en kötüsü budur. Yunanistan bunu Kavala ve İskeçe dışında her yerde yapmaktadır. Oysaki Türkiye’nin her yerinde Rum kiliseleri açıktır ve Rumlar her yerde rahatça yaşamaktadırlar. Buradan Türk Dışişleri Bakanı’na sesleniyorum. Bu tip Türk tarihi ve milletini kötüleyici yayınları engellemek için çaba gösterilmelidir. Bunu yapmayan ülkeler için ise karşılıklılık yasalarını işletmek gerekir.
Girit 11 milyon yıllık bir ada. Jeolojik hareketlilik halen devam ediyor. Doğu tarafı batmaya devam ederken, batı tarafı çıkıyor. Nüfusu 630 bin. Halkın yüzde 55’i tarım, yüzde 45’i turizm ile ilgileniyor. Batı tarafı daha yağmurlu bir iklime sahip ve yılda 60 gün yağmur alabiliyor. Arazisinin 1/3’ü ekilebilir alanlar. Zeytin ve üzüm en önemli tarımsal girdiler.
Girit’teki Türk mimari mirasının büyük çoğunluğu adanın kuzey kesimindeki Kandiye (Iraklio), Resmo (Rethimno) ve Hanya’dadır (Hania). Güneydeki İsfakya şehrinde bir cami ve şadırvan dışında bir şey yoktur.
Girit’in giriş kapısı Kandiye’dir. Kandiye’deki Türk izlerini yazmadan önce Girit’in Avrupa için önemi nedir ondan biraz bahsetmek istiyorum. Kandiye’nin Arhanas köyü yakınında Kınosos sarayı vardır. Bu saray Batı Avrupa uygarlığının en eskisi olan Minos medeniyetini temsil ediyor. İnanışa göre Tanrı Zeus bir gün rüyasında bir pirenses görmüş. Bu pirenses Avrupa imiş. Zeus Avrupa ile evlenmiş ve 3 çocukları olmuş. İşte Kınosos bunlardan biri imiş ve Minos uygarlığını kurmuş. Bundan dolayı Girit Avrupa için ve Avrupa’da Girit için çok önemlidir.
Kandiye’de Arhanes köyü yakınında bulunan bu Kınosos sarayının görülmesi Girit’e giden her turist için önemidir. Bu saray M.Ö. 2000 -1700 yıllar arasında yapılmıştır. Kınosos sarayında ilk kazı çalışmaları 19. yüzyılda Osmanlı döneminde başlatılmıştır. Sadece bu bile Yunanistan’ın tanıtım kitaplarına yazdığı “Girit tarihinin en karanlık dönemi Osmanlı dönemidir” yalanını dünyaya haykırmak için yeterlidir.
22000 metrekare üzerine kurulmuş bu sarayda yaklaşık 600 kişi yaşıyormuş. Kınosos şehrinde ise 35000 kişi yaşıyormuş. Sarayda depremi önceden haber almak için yılan besleniyormuş. O dönemde insanların en yoğun olarak inandığı tanrı Toprak ana imiş ve ona her yıl kurban olarak boğalar kesilirmiş. Sarayda 122 kıral taç giymiş. Bu çağ buronz çağı olduğu için tabak, çatal ve kaşık gibi eşyalar buronzdan yapılmış.
Kandiye Girit adasının yönetim merkezidir. Maalesef Rumlar bu güzelim şehirde pek Türk eseri bırakmamışlar. Yüzde 99’9’unu yok etmişlerdir. Kala kala ancak bir tek Osmanlı Çeşmesi kalmış. Bu çeşme de şu anda kahvehane olarak kullanılıyor. Yani asıl amacı dışında bir amaçla da olsa ayakta kalması bizler için bir mutluluk kaynağı oluyor.
Rehberimiz bizi Kandiye’nin merkezinde aslanlı havuz başına kadar getirdi ve etrafı tanıttı. Belediye meclisini ve diğer binaları gösterdi. Ancak Türk olmasına rağmen bize Türk çeşmesinden bahsetmedi. Bizim sormamız üzerine eliyle ilerde diye gösterdi. Biz gittik bulduk ve sonra ekibimizin hepsine gösterdik. Rehberimiz aslında iyi niyetli birisi idi. Ancak alışkanlıkları gereği Türk eserlerinden bahsetmek akıllarına bile gelmiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve sorumluluk hisseden herkesin bu konuya eğilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Kandiye’de bu güzelim çeşmemizi görüp etrafında bir çay içtikten sonra şehir merkezinde bir tur atıp belediye meclisinin önündeki caddeden limana doğru yürümeye başladık. Tam bu sırada sağımızda İzmir Kebap diye bir lokanta gördük ve önünde hatıra fotoğraf çektirdik. Burada üniversite yıllarımın geçtiği güzel İzmir aklıma geldi. 1973 -79 yılları idi. Bir doktor ağabeyimin annesi çok güzel Girit salataları yapardı. Özellikle Eşrefpaşa pazarından aldığı otlardan yaptığı bu salatalara bayılırdım. Oldum olası yemeklerde salatayı çok seven birisiyim. Girit seyahatim esnasında bu salatalardan tekrar tatma imkanı buldum ve bir anlamda benim için bu gezi bir nostalji oldu. Buradan şunu söylemek istiyorum. Girit mutfağı ile Türk mutfağı hemen hemen aynıdır. Sarmasından dolmasına, kuzu kebabından musakkasına, turşularından salatalarına hepsi aynı bizim yemeklerimiz. Bu da bana göre tamamen normal. Çünkü Yunanistan ortalama 500 yıl bizim toprağımız idi. Bu çok eski bir çağ değil. Sadece bundan 95 yıl öncesi.
İzmir kebaptan birkaç bina sonra sağda bir kilise gördük. Bu kilisenin Girit’in en eski kilisesi Titos olduğunu öğrendik. İçini gezmeye başladık ki ne görelim içi tamamen cami gibi. Minber kapatılmış ancak kubbe ve içi tamamen cami özelliğinde. Tanıtım föyünü okuyunca bu kilisenin Osmanlı döneminde cami olarak kullanıldığını ve adının da Vezir Camisi olduğunu öğrendik. Vezir camisinin çekimlerini yaptıktan sonra 5 dakikalık bir yürüyüş akabinde o muhteşem Kandiye kalesi görünmeye başladı. Limana inip geriye doğru şehre baktığımda tamamen beton yığınlarının kapladığı ruhsuz bir şehir ile karşılaştım. Oysaki eski resimlere baktığımızda gördüğümüz limanda kalesi ile birlikte, etrafa dizilmiş yeniçeri kahveleri, Türk konakları ve tekkeleri, kiliseleri ve havraları ile medeniyetlere beşiklik etmiş Kandiye’den bir manzara görmek mümkün değildi.
Her şeye rağmen limandaki kalenin denize bakan köşesinde bir cami minaresinin kaidesi bize bir şeyler söylüyor gibiydi. Ben hâlâ buradayım diyor ve ilave ediyordu. Fazıl Ahmet Köprülü Paşa Camisinin minaresiyim ve buradan gelip geçen denizcilere ve herkese Türklüğü ve Müslümanlığı temsil ettiğimi haykırıyorum diyordu. Bunların dışında Kandiye’de arkeoloji müzesinde birkaç parça eserden başka bir şey bulmak maalesef mümkün olmuyor. Kandiye’de çok fazla Türk eseri bulamamanın verdiği moral düşüklüğü içinde rotamızı adanın batısındaki Resmo ve Hanya’ya doğru çevirerek yola koyulduk.
Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan sonra Resmo’ya vardık. İlk bakışta buranın Kandiye’den çok farklı olduğunu hissettik. Bir Osmanlı eseri olan ve halen Hükümet Konağı olarak kullanılan bina tüm ihtişamı ile adeta Resmo’ya Türk damgasını vuruyordu. Sadece hükümet binası değil tabiî ki buradaki Türk varlığı. Hükümet binasının etrafındaki tarihi yapıları da gördükten sonra dar ara sokaklardan ilerleyerek doğruca kaleye gittik. Kale gerçekten çok muhteşem ve oldukça büyük inşa edilmiş bir eser. Bu kale ve içindeki İbrahim Paşa Camisi bana Kırım’daki Sudak kalesi ve içindeki Osmanlı Camisini hatırlattı. Bu kale de onun gibi deniz kenarına yapılmış ve mimari tarzları aynı özellikte. Tipik Ceneviz kaleleridir bunlar. Kale surlarından denizi seyrederken adeta insan dehşete kapılıyor ve insanoğlunun Allahın izniyle ne büyük işleri başarabildiğini görüyor.
Şimdi müze olarak kullanılan ve görünümünden tamiratının yeni bittiği anlaşılan İbrahim Paşa Camisinin önünde ekibimizle bir süre dinlendikten sonra kalenin şehre bakan duvarları tarafına geçtik. Gördüğümüz bu muhteşem şehir manzarası karşısında duygulanmamak mümkün değildi. Kuşbakışı olarak baktığımızda dar sokakları, konakları, Camileri ve müzeleri ile Kandiye’nin aksine tam bir Osmanlı şehri idi Resmo. Bir süre seyirden sonra dar sokaklarda kendimizi kaybederek Türk eserlerini aramaya başladık. Osmanlı’nın Resmo’sunda hala yaşam süren pek çok konak ve evler arasından ilerleyerek doğruca eski çarşı içindeki Kale Camisine geldik. Cami şimdi kilise olarak kullanılıyor. Ziyaret esnasında içinde bir nikâh töreni vardı. İçi de dışı kadar çok güzel olan bu camide de tamirat çalışmaları sürüyordu.
Caminin hemen yakınındaki el sanatları müzesi olarak kullanılan bir Osmanlı konağını da gördükten sonra şehir içindeki minaresini gördüğümüz başka bir camiyi aramaya başladık. Caminin etrafını 360 derece dönmemize rağmen içine girecek yol bulamadık. Sonra etrafındaki dükkânlardan birine sorduk. Oda caminin adını hatırlamadığını ancak yıllardır tamirat nedeniyle kapalı olduğunu söyledi. Bu caminin sadece minaresini çekebildik ve oradan doğruca şehrin diğer yakasına geçtik.
Devam edecek
Alıntı/ Kaynak: http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20080988
Alıntı/ Kaynak: http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20080988