20180113

Avrupa Sermayesine Karşı Türkler (1) – Yusuf Akçura


Okuyacağınız yazı, Kaynak Yayınlarının ‘’Yusuf Akçura, Türk Devriminin Programı’’ adlı derleme kitabından alıntı olup, “Vaziyetimiz ve Vazifelerimizden Birisi” başlığıyla Sebilürreşad mecmuasının 18 Haziran 1921 tarihli nüshasında yayınlanmıştır. Yazıyı 2 bölüm halinde yayınlıyoruz.
Efendiler, hepimiz biliyoruz ki, bütün dünyanın ve bütün dünyadan bir parça olan Türkiye’nin bugünkü vaziyeti, Cihan Harbi’nin bir neticesidir. Fakat unutmayalım ki, Cihan Harbi de art arda birçok vakaların tabii bir neticesiydi. Cihan Harbi’ni doğuran belli başlı sebebin birisi, belki başlıcası sömürgeler meselesidir; yani Avrupa büyük devletlerinin yerküreyi aralarında paylaşmaya uğraşmalarıdır. Sömürgeler meselesinin en önemli faslını doğu meselesi oluşturur. Bu bakımdan, Avrupa büyük devletlerinin doğuyu ve doğunun bir kısmı olan Osmanlı İmparatorluğu’nu aralarında uyuşarak, dostça paylaşamamaları Cihan Harbi’nin önemli sebeplerindendir. Bu bakımdan denilebilir ki, Harbi Umumi, Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak için açılmıştır.
Lakin efendiler, Osmanlı toprakları, boş arazi, sahipsiz arazi değildi; bu memleketin sahip ve hâkimleri, Türkler vardı. Türkler çok yorgundular; fakat ölü değil, diriydiler; memleketleri parçalanmak, bağımsızlıkları bitirilmek, namusları çiğnenmek istenilince tabiatıyla işe karıştılar. Bu suretle Osmanlı Türk devleti mevcudiyetini, hayatını müdafaa ve bununla beraber İslami Doğu’nun esaretini hafifletmek için, bilmem kaçınca defa, Hıristiyan Batı’nın müthiş taarruzuna, dört taraftan hücumuna karşı göğüs germeye lüzum ve mecburiyet gördü.
Kim ne derse desin, asıl Osmanlı Türkleridir ki, Osmanlı Devleti’ni teşkil ettikleri zamandan bugüne kadar, yani altı-yedi yüzyıldır, Hristiyan Avrupa’nın devamlı taarruzlarına uğramışlardır. Türkler, harp ve şiddetle dayanarak değil, asayiş ve emniyete, hürriyet ve adalete susamış Yakındoğu milletlerinin arzu ve ihtiyaçlarına dayanarak bu devleti, Osmanlı Devleti’ni kurmuşlardı. Avrupa’nın güneydoğusunda kudretli bir İslam saltanatının kurulduğunu gören merkezi ve Batı Avrupa Hristiyanları, birçok haçlı orduları toplayarak, o saltanata karşı üst üste hücumlarda bulundular.
Efendiler,
Bilseniz gerektir ki, Osmanlılarla Haçlıların çarpışmaları, daha büyük ölçekte, daha eski zamanlardan beri süregelen İslam-Hıristiyan kavgasının, sonraki bir tabirle hilal ve haç kavgasının bir safhasından ibarettir. İslam’ın ta Saadet Devri’nde Doğu Roma’ya tabi olan Suriye’ye yayılmasıyla, İslam-Hıristiyan muharebeleri başlamıştı. İşte o günden bugüne kadar, bu muharebeler hemen fasılasız devam etmektedir.
Tarih kitapları, 40 sene süren Med Muharebelerinden, 60 sene süren Pön Muharebelerinden, 100 sene süren İngiliz-Fransız harbinden bahsederler ve çoğumuz, Frenklere tabi olarak insanlık tarihinin en uzun süren harbi, bu “100 sene muharebesi” olduğunu zannederiz. Halbuki insanlık tarihinin en uzun süren harbi hâlâ devam eden İslam-Hıristiyanlık muharebesidir; bu, efendiler, bir “1000 sene muharebesi”dir. Hıristiyanlık, Arabistan’da bir İslam peygamberinin ortaya çıkıp, vaktiyle kendi idaresi altında bulunan araziye hâkim, vaktiyle kendi akidelerine iman etmiş ahaliye mürşit olmasını bir türlü affetmedi. İslam’ı imhaya karar verdi ve o günden bugüne kadar bu maksadına ulaşmak için uğraşıp duruyor. Lakin Allah’ın yaktığı çerağ, insan nefesiyle hiç söndürülebilir mi? Bizzat Allahu Teala buyuruyor ki, söndürülemez.
Efendiler, bu bin sene muharebesinin beşinci asırdan yedinci asra kadar devam eden iki asırlık bir devresi “Haçlı Muharebeleri” namını alır; yine bu bin sene muharebesinin  son üç dört asırlık safhasına, “Doğu Meselesi” denilir. Bana kalırsa, bunun bütününü bir nam ile zikretmek, hepsine birden “Haçlı Muharebeleri” demek ve daha kısa, kestirme ve doğru olur; çünkü 1000 seneden beri hep aynı mesele halledilmekte, aynı dava güdülmekte, aynı gaye takip edilmektedir: İslam dinini kaldırmak, Müslümanları imha etmek!
Haçlı Seferleri, mektep kitaplarımızda öğrendiğimiz gibi öyle sekizinci seferle son bulmuş değildir; hayır! Endülüs Emevileri’ni İberya Yarımadasından, Osmanlı Türklerini Balkan ve Anadolu yarımadalarından kovmak isteyen Hristiyanlar, hep haç namına hareket ediyorlardı ve bütün harplerini Haçlı Seferleri sayıyorlardı; ve hâlâ da öyle sayarlar. Son Cihan Cengi’nde ve o cengin öncü muharebesi hükmünde olan Balkan Harbi’nde, yine o cengin artçı muhaberesi demek olan bugünkü Anadolu ve Arabistan muharebelerinde görmedik mi ki, düşmanlarımız kendilerine hep eski haçlıların renk ve kisvesini veriyorlardı: Rus çarları askerlerini Konstantin’in mukaddes şehrine saldırırken, Bulgar Çarı Ferdinand Balkanlar’dan Çarigar’a inerken, General Allenby çölden gelip Kudüs-i Şerîf’e girerken, nihayet Bazileus Konstantin Anadolu’ya asker sevk ederken, hep kendilerini haçlı reisleri sayarlar, haçlılar kıyafetinde resimlerini, o ruhta beyannamelerini etrafa dağıtırlar. İşte bunun için diyorum ki, Haçlı Muharebeleri 13. asırda son bulmuş değildir, bugün, 20. asırda da devam ediyor: Selahaddin Eyyubi üçüncü Haçlı Muharebelerinde İslam ordularının nasıl büyük bir kahramanı sayılıyorsa, Mustafa Kemal de bilmem kaçıncı Haçlı muharebesinde Müslümanların öyle büyük bir kahramanı sayılacaktır. Ve hiç şüphe etmiyorum ki, hakkın hamisi, zulmün yok edicisi olan ilahi adalet, o seferde olduğu gibi bu seferde de Müslümanların büyün gayesini temin edecektir.
Efendiler, hayret verici ve düşündürücü tarihi tesadüflerdendir: Rum Selçukîlerinin memleketleri, yani Anadolu çiğnenmiş, tahrip olunmuş, Suriye ve Filistin istila edilip Haçlılar Kudüs’e dahil olmuş olduğu bir sırada, üçüncü Haçlı Seferi’nde çoğunluğu Türklerden meydana gelen İslam emirleri ve sultanları toplanarak, büyük fedakârlıklar gösterip var kuvvetlerini sarf eyleyerek Haçlı istilacıları İslam memleketlerinden kovmaya ve çıkarmaya ve Haçlı harplarının bu en dehşetli devrinde İslam’ın kılıcını yine muzaffer etmeye uğraşırken, Resulullah’ın pak neslinden geldiklerini ve İslam âleminde o Resul’ün halifesi olduklarını iddia eden iki kişi, Bağdat’ta oturan Abbasi halifesi ile Mısır’da yaşayan Fatımi halifesi bu mukaddes ve ulvi maksat uğrunda hiçbir himmet, hiçbir gayret sarf etmiyor ve göstermiyorlardı! Fakat itiraf etmeliyiz: Onlar hiç olmazsa, Haçlılarla ittifak ederek, Haçlıların akçesiyle Kılıçarslanlar’a, Selahaddin Eyyubiler’e karşı “Hicaz Süvari Fırkaları’nın, Halife Orduları’ını tanzimine de koşmuyorlardı.
Efendiler,  bilirsiniz ki, İslam âleminde, ta Abbasiler’in ilk hilafet devresinden itibaren Muhammed dininin en yılmaz savunucusu, en yıkılmaz kalesi Türk olmuştur. İşte bunun içindir ki, Haçlılar en azgın hücumlarını, en şeytani siyasetlerini hep Türkler’e ve hilafetin Osmanlılara geçtiği zamandan sonra da hep Osmanlı Türkleri’ne yöneltmiştir: Hıristiyanlar, İslam nurunu söndürmek  için Türk gücünü ezmek, Türk kılıcını kırmak istediler. Lakin efendiler, Türkler’in, bu ilahi kavmin ezilmesi de o kadar tabii imkân haricindedir. Yok, başaramayacaklar! Türk bu sefer de İslami Doğu’yu müdafaa edecek, ataletlere, hıyanetlere, ihanetlere rağmen başarıyla müdafaa edecek ve bu müdafaa sayesinde yalnız İslami Doğu değil, bütün Doğu, bütün mağdur memleketler, Batı’nın mezaliminden kurtulacak! Belki Batı kendisi bile bir avuç zalimin elinden kurtulacak!
***
Efendiler,
Bin yıllık doğu meselesi, belirli zamanlarda öne çıkan ayırıcı vasıflarına göre üç devreye ayrılabilir; bu devreler tarih sırasıyla dini, siyasi ve iktisadidir. Devrelerin vasıfları bazen birbirinin içine girer: Mesela ayrıcı vasıfları iktisadi olan son devrede siyasi ve dini etkenler kaybolmuş değildir.
Vaktin darlığından dolayı, doğu meselesinin ilk iki devrinden, dini ve siyasi devirlerinden bahsedecek değilim; yalnız son devrine, yani doğu meselesinin iktisadi devrine ait bazı değerlendirmeler arz etmekle yetineceğim.
Doğu meselesi 19. asır ortalarından başlayarak üçüncü devresine, yani iktisadiyatın diğer etkenlere hâkim olduğu devreye dahil olmuştur. Zaten bu sıra bütün dünyanın insani muamelelerinde iktisadiyatın diğer etkenlere üstün geldiği daha açık görünür: İnsanlık tarihinin bu faslında, en medeni sayılan birkaç milletin, İngiliz, İngiliz azmanı Amerikan, Fransız, Alman, İtalyan ve Rus milletlerinin içinde türemiş bir sınıfın, büyük sermaye sahiplerinin, şimdi moda olan bir tabirle kapitalistlerin bütün dünya işlerine hükümran oldukları tezahür eder. Büyük sermayedarları yani fabrika, banka, maden ocağı, şimendifer, vapur vb. sahipleri, bütün dünyayı sermayenin, kapitalin tahakküm ve tagallübü altına almaya uğraşırlar. Bu tarihi devreyi diğer tarihi devirlerden ayırt eden belirgin vasıf, büyük sermayenin oynadığı büyük roldür. bu devirde hükümetler, hükümdarlar, ordular, serdarlar hep büyük sermayenin hademesi menzilesine inmişlerdir. Miktarları gittikçe eksilen, fakat sermayeleri gittikçe artan belli miktar sermayedarlar kendi vatandaşlarının çoğunluğunu, şahsi refah ve saadetlerine, israf ve sefahatlerine hizmet eden ameleye dönüşmüşlerdir. Lakin yalnız kendi vatandaşlarına tagallüp ve tahakküm de safih hayatlarını temine kâfi gelmediğinden bunlar medeniyetçe daha az gelişmiş memleketler ahalisini, yani Avrupa dışındaki dünya kıtaları sakinlerini kendilerine tamamen kul ve köle yapmak isterler ve bunun için dünyaya musallat olurlar. Yerkürenin bütün servet kaynaklarını ellerine geçirmeye, bütün insanları hayvan gibi yalnız işleyebilecek kadar besleyip kendi fayda ve hesaplarına çalıştırmaya, yine moda bir tabirle eksploiter etmeye (sömürmeye), istismar etmeye, işletmeye uğraşırlar. İşte bu maksatlara ve bu maksatların tatbikatına bugün emperyalizm namı veriliyor. Demek oluyor ki, Avrupa’nın kapitalistleri ve onların hizmetkâr ve memurlarından ibaret Avrupa hükümetleri ve Avrupa orduları, bütün dünyanın servetini emmek, bütün dünya ahalisini kendi uğurlarında çalıştırmak için cihangirlik-emperyalizm siyaseti takip etmektedirler.
Şunu da unutmayın ki, kapitalistler çok akıllı, çok kurnaz ve çok pratik adamlardır: İstismar edecekleri memleketler ahalisinden kendilerine yardakçı bulmanın işi hayli kolaylaştıracağını pekâlâ takdir edeler. Bunun için kâh fikri iknalarla fakat çoğunlukla maddi tesirlerle, toprağından altın, halkından can alacakları memleketin ahalisinden bazılarını kendilerine kazanırlar, kendilerine şuurlu veya şuursuz tellallar, acenteler tedarik ederler. Bu zavallılar, bilerek veya bilmeyerek, Avrupa kapitalistlerinin mükellef sofralarında yere düşen kırıntılara tamah ederek onlara hizmetçilik, çığırtkanlık ederler.
Dünyanın her tarafında takip olunan bu siyaset, henüz izah ettiğim manasıyla emperyalizm siyaseti, 19. asır ortalarından itibaren doğu meselesinde de tatbik olunmuştur. O vakitten beri, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan ve Rus kapitalistleri ve dolayısıyla hükümetleri, İslami Doğu’da bütün iktisadi kaynakları, yani gerek toprak üstünde, gerek toprak altında bulunan bütün tabii serveti ellerine geçirmeye, Müslüman ahaliyi de o servetlerin üretiminde kullanılır hayvanlar haline indirmeye uğraşmaktadırlar.
Efendiler, bilirsiniz ki, İslami Doğu’da her şey boldur. Tabii yeraltı servetinin birçoğuna henüz insan eli dokunmamıştır. Doğu Anadolu’nun, Kürdistan ve Irak’ın, Güney Kafkasya ile Kuzey İran’ın toprakları altında büyük sanayi için fevkalade kıymetli akaryakıt, katı yakıt, petrol, gazyağları, maden kömürleri var. Genel olarak Osmanlı ve İran memleketlerinde yün, yapağı, tiftik, pamuk, keten gibi fabrikalar gıdası pek çok çıkar. Maden ocaklarında, fabrikalarda az ücretle iş görebilecek kanaatkâr, sabırlı, mütevekkil, tabiiyet ve mahkûmiyete, itaat ve hürmete alışkın, hakkından bîhaber, cahil, iddiasız -oh, ne âlâ!- sağlam ve gürbüz insanlar da, bilinen tabiriyle canlı maddeler de az değildir.
Bu memleketlerin de servet kaynaklarını tamamen zapt etmek, bu memleketlerin halkını da esir ve hayvan kabilinden amele yapmak. İşte efendiler, 19. ve 20. asırlarda Doğu meselesinin gayesi!
Gayeye ulaşmak için sermayedarların, kapitalistlerin kullandıkları en kuvvetli alet, sermaye, kapital olmuştur.
Bilirsiniz ki, 19. asrın ortalarından itibaren Avrupa sermayedarları Osmanlı hükümetinin sarraflığını üstlendiler. Osmanlı hükümetine borçlanmanın tadını tattırdılar. Osmanlı hükümetine borçla muhteşem yaşamak kolaylığını öğrettiler. Böylece, sermaye, kapital, Osmanlı İmparatorluğu’na girmeye başladı. Bu, Osmanlı tarihinde çok önemli bir olgudur. Bununla beraber milletin bir kısmı, yüksek denilen sınıflarından başlayarak, Avrupa medeniyetinin fikri ve bedeni zevklerine alışıyordu: Avrupa fikirleri, Avrupa âdetleri, Avrupa giysileri, Avrupa kitapları, Avrupa kanunları, Avrupa işi saraylar, köşkler, sahilhaneler, mobilyalar, Avrupai tiyatrolar, kafeşantanlar, daha ne bileyim neler, İstanbul’dan saray ve vekiller dairelerinden her tarafa yayılıyordu. Bu, efendiler, bilinen Tanzimat devridir. Avrupa sermayesinin Osmanlı İmparatorluğu’na girişiyle, Tanzimat-ı Hayriye’ye süratle başlanmış oldu. Netin ve derin fikirlerine hayran olduğum Cevdet Paşa merhum, bu devrin içyüzünü, bilhassa iktisadi zembereklerini ne iyi tasvir eder ve açıklar.
Zaten efendiler, büyük küçük her sermayedar, kapana tutacağı fert veya millet hakkında hep aynı usulü takip eder; kapana yem asar, yani ferde veya millete ödünç para verir, borçlandırır. Pekâlâ bilirsiniz ki, oğlunu evlendirmek için, yahut tarlasını alabilmek için, kasabada Agop  Ağa’ya borçlanmış köylü Mehmet Ağa bir daha o borcundan kurtulup refah bulamaz; evi, barkı, tarlası, hepsi nihayet Agop Ağa’nın mülkü olur gider. Agop Ağa ta işin başından Mehmet’i bin tatlı sözle devamlı borçlanmaya teşvik eder. Bu küçücük misali büyütünüz: Çar zamanında Kırım ve Kafkasya’da toprağın yerliler elinden Rus bankalarına, Cezayir ve Tunus’ta Fransız bankalarına nasıl geçtiğini anlarsınız. Biraz daha büyütünüz: Avrupa büyük bankası sermayesinin, Osmanlı Bankası namını taşıyan İngiliz-Fransız bankası, Crédit Lyonnais, Deutsche Bank, Banca di Roma vb. vasıtalarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl zapt ve yağma ettiklerini anlarsınız.
Osmanlı hükümetini borçlandırarak maksatlarının ancak bir kısmını elde eden Avrupa sermayedarları, maksatlarına tamamen nail olmak, yani Osmanlı İmparatorluğu’nu açıktan açığa istismar eylemek için Tanzimatçı paşalardan devamlı olarak imtiyazlar koparırlar; sırf kendi menfaatlerini gözeterek, yani devletin ve milletin menfaatlerine hemen hiç kulak asmayarak, demiryolları döşer, rıhtımlar inşa eder, bankalar açarlar, madenler işletirler, sulama işleriyle uğraşırlar; ve iyi kötü, fakat kötüsü iyisinden fazla pek çok mamul maddelerle şehirlerimizin çarşı ve pazarlarını doldurarak yerli sanatları öldürürler. İşte bu vakaların cümlesi, Avrupa sermayesinin, kapitalin Osmanlı İmparatorluğu’na doğrudan doğruya ve muzafferane akını demektir.
Bütün bu vakalar karşısında bu memleketi idare edenler, bu memleketin idarecileri ve aydınları nasıl düşünüyor ve ne gibi tedbirler alıyorlardı? Frenk kitaplarının muhteviyatını, Frenk fikirlerini inceleyip eleştirmeksizin, okuyan, esasında ziyade görünüşüne ve dışyüzüne kapılıveren Tanzimatçı aydınlarımız, Tanzimatçı iktisatçılarımız da Avrupa sermayesinin Türkiye’ye girmesini kutluyorlardı.
Efendiler, Türkiye’de iktisat ilminin -eskiden dedikleri gibi milletlerin servet ilminin- âlim ve muallimleri, Osmanlı iktisatçılarının ilk tabakası, Ermeni vatandaşlarımızdı, Sakız Ohannes Efendi’ler, Portakal Mikail Paşa’lar bu yeni ilme dair Frenk kitaplarını tercüme ederler ve Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’de en mümtaz gençlerimize milletlerin servet ilmini öğretirlerdi. Bu hocalara göre siyasi iktisadın yalnız bir ekollü, liberal iktisatçılar ekolü, Manchester ekolü haktı; yalnız bu ekolün akideleri doğruydu, ilimdi. Bu ekole göre sanayi ve ticarette rekabet serbest olmalı, memleketler arasında gümrük sınırları kalkmalıdır, hiçbir millet kendi sanayi ve ticaretinin himayesine kalkışmamalıdır. Bu ekol, iktisadi faaliyeti en yüksek dereceye gelmiş, büyük sermaye ve büyük sanayi itibariyle mevcut milletlerin en üstüne çıkmış ve bu suretle kendileriyle sanayi ve ticarette rekabet imkânı artık kalmamış memleketlerin, İngiltere’nin ve hatta Fransa’nın iktisatçıları Manchester ekolünü tutmakta haklıydı. Fakat sermaye ve sanayii, iktisadi müesseseleri henüz ortaçağdan kalma Osmanlı iktisatçıları da İngiliz ve Fransızlar gibi düşünmekte haklı mıydılar? Gerçi Osmanlı İmparatorluğu’nun dahili iktisadiyatında gayrimüslim unsurlar, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Müslüman unsurlardan daha yüksek bir mevki işgal ediyorlardı ve Avrupa iktisat âlemiyle münasebetleri daha fazlaydı. Bu bakımdan, Ohannes ve Portakal paşaların liberal iktisat ekolüne girişleri, bu ekolün ilmin hası olmasından değil, belki mensup oldukları cemaatin menfaatine uygun gelmesindendir, denilebilir; lakin ikinci tabaka iktisatçılarımız -ki Ermeni paşaların tedris halkasından yetişme Türk beyleridir- işte bunların üstadın eseriyle tamamen yetinmeleri bilmem nasıl izah olunabilir? Ohannes ve Portakal paşaların talebeleri de tıpkı hocaları gibi siyasi iktisatta yegâne doğru yolun Manchester ekolü olduğuna inanmışlardı; “Türkiye’yi kurtaracak yegâne ilaç, sanayi ve ticarette hürriyettir ve neticede Avrupa sermayesidir” derlerdi. Bu halde, Osmanlı iktisatçılarının eğitimleri mahiyeti itibariyle neye varıyordu? Avrupa sermayesinin Osmanlı İmparatorluğu’nu istilasını kolaylaştırmaya, bu konuda propagandacılığa. Değil mi? Tanzimat’ın büyük ricali sayılan Reşid, Âli ve Fuad paşalar da, onlardan sonra hükümet dümenini eline alıp idare eden diğer paşaların çoğunluğu da siyasi teoriyle, hele iktisadi teoriyle hemen hiç meşgul olmamış, tecrübe ve tatbikat sahasında yaşamış ve büyümüş adamlardı; bunlar dağınık okuduklarını, tesadüfen gördüklerini, şuradan buradan ve bilhassa Frenklerden öğrendiklerini, kendi akıl ve zekâ endazeleriyle ölçüp biçerek, şahsi menfaatleri hissesini de asla unutmayarak, tedrici bir surette hükümet idare eylerlerdi. Bu idarecilerin çoğu, büyük ve vahim neticeleri hemen akabinde göze çarpmadığı halde, küçük ve görünürdeki faydaları derhal beliren Avrupa sermayesine dayalı idare tarzından çok hoşlanırdı. İktisatçılarımızın fikir ve değerlendirmeleri de bu pratik adımları etkilemekten geri kalmamış olsa gerektir.
Efendiler, devlet ricali arasında bu yanlış yola ilk itiraz eden, benim bildiğime göre, vezirlerin âlimlerinden Cevdet Paşa merhum olmuştur. İktisatçılar içinden de liberal iktisat ekolünün mutlak bir surette ilim olmayıp, birçok iktisat ekolünden birisi olduğunu ilk ilan eyleyen de, benim bildiğime göre, Akyiğitzade Musa Bey’dir. Birisi rahmeti rahmana kavuşmuş, diğeri pek mütevazı bir hayatla henüz yaşayan bu iki zatın isimleri rahmet ve hürmetle yâd olunmalıdır. Fakat kalabalığın gürültüsü arasında bu bir iki kişinin sesi kaybolup gitmiştir.