20200131

📰 Teori Dergisi: 🇹🇷 Kemalist Devrimin tarihsel ve sınıfsal karakteri

🖱💻 Teori şubat sayısı çıktı!

Kemalist Devrimin tarihsel ve sınıfsal karakteri

✔️ Kemalist Devrim'in niteliği
✔️ Kemalist Devrimin karakteri üzerine değinmeler
✔️ Kemalizmin sınıfsal karakteri çalıştayı
✔️ Atatürk'ün tarım politikası
✔️ Kemalizm ve sol
✔️ Ve daha fazlası...

Teori Dergisi @TeoriDergi


📚📖 “Doğu Akdeniz’in Paylaşım Mücadelesi ve Türkiye”

Dz.K.K.Kurmay Başkanı Tümamiral Dr. Cihat Yaycı’nın “Doğu Akdeniz’in Paylaşım Mücadelesi ve Türkiye” isimli yeni kitabı çıktı. 

🎞 Sümerler'in Türk kökenli bir dil kullandığı gerçeği

🖼 Yazlık (Livera) Köy'ün Cami Kapısı Maçka/Trabzon

450 Yıl önce Rönesans Avrupası'nda Türk'üm Diyen Hollanda

Geçen yıl yüz yaşına giren dünyaca tanınmış tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık kendisiyle yapılan bir söyleşide akademik araştırmalarını sürdürmekte olduğunu belirtirken, “Neşredilmek üzere bekleyen 6-7 kitap editörlere gönderilmiştir. Benim elimden çıkmıştır. Fakat itiraf etmeliyim ki bu yaştan sonra pek çalışamıyorum” demişti.1 Yüzüncü yaşgünü kutlamasında; “72 kitabım var, bunların çoğu-nu 80 yaşımdan sonra yazdım2”  diyen Prof. Dr. Halil İnalcık bu söyleşiden yaklaşık 1 yıl sonra, 25 Temmuz 2016 günü yaşama gözlerini yumdu...
...
....

Son kitaplarından Rönesans Avrupasına yazdığı önsözde bu savını bir kez daha yinelerken: “15. ve 16. yüzyıllar Avrupa’sı, Ortadoğu’nun büyük politik-ekonomik gücü Osmanlı’yı hesaba katmadan anlaşılamaz. Aynı zamanda Osman-lı, Fransa ile ittifak sayesinde, politik bakımdan fiilen Avrupa Devletler Sistemi’nin vazgeçilmez aktif bir üyesi olmuştur. Batı’da yazılan tarihlerde, Osmanlıların modern Avrupa’nın siyasi ve ekonomik doğuşundaki derin etkisi, ancak son yıllarda gündeme gelmiştir.” diyordu. 
...
...


🖼 Halı ve halı satıcıları özellikle Oryantalist ressamların ilham kaynalarindan biridir

🎞 Yunanlı vekilin 🇹🇷Türk bayrağını yırtma skandalı

🇹🇷'Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü...'🧿



🎞🇹🇷 ''Büyük milletler hiçbir milletin bayrağını yırtmaz.''



 




Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan Türk bayrağını yırtan Yunan milletvekiline soruşturma!
Avrupa Parlamentosu'nda yaşanan skandala karşı Türkiye, hukuki süreci işletecek. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Türk bayrağını yırtan Yunan milletvekili hakkında resen soruşturma başlattı.

31.01.2020

Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan Türk bayrağını yırtan Yunan milletvekiline soruşturma!

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Türk bayrağını yırtan Yunanistanlı milletvekili için harekete geçti. 

Başsavcılık, Avrupa Parlamentosu üyesi Yunan vekil Ioannis Lagos hakkında resen soruşturma başlattı. 

Başsavcılıktan yapılan açıklamada, Brüksel'deki AP Genel Kurulu'nun toplantısında Türk bayrağını yırtılmasının suç olduğu vurgulandı. 

Açıklamada, Lagos hakkında Türk Ceza Kanunu'nun 300. maddesine göre "devletin egemenlik alametlerini aşağılama" suçundan resen soruşturma yürütüleceği kaydedildi.

ulusal.com.tr





Avrupa Çiftçilerden Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne mektup



AVRUPALI ÇİFTÇİLERDEN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NE MEKTUP

Buğdayın ana vatanı olan Anadolu topraklarında, 445 farklı tipte buğday olduğu saptandığında dünya şaşkına dönmüştü. 1930’larda yapılan bir çalışmada, 256 yeni buğday çeşidi daha ortaya çıkarıldı. Bilim adamları, Türkiye’deki çiftçilerin elinde bulunan buğday çeşitlerinin, bitki ıslahçıları için bir hazine olduğunu belirterek zengin gen kaynağına dikkat çekiyorlar. Bu tohumların kesinlikle korunup geleceğe taşınması gerektiğini söylüyorlar.

Tohum Yasaklamak

AKP’nin oluşturduğu 59. Hükümet 2006 yılında çıkardığı Tohum Yasası’yla, yerli tohum satışını yasakladı. 2006’da, yasak getiren hükümet, 2018’de bu kez yalnızca sertifikalı hibrit tohumları eken üreticinin destekleneceğini açıkladı.1 Çeşitliliği ve doğal gücü dünyaca ünlü Anadolu tohumu, bu benzersiz zenginlik, ülkeyi yönetenler tarafından yok olmaya mahkum ediliyordu. Oysa, bu eşsiz varlığın korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması gerekiyordu.

Buğdayın ana vatanı olan Anadolu topraklarında, 445 farklı tipte buğday olduğu2 saptandığında dünya şaşkına dönmüştü. 1930’larda yapılan bir çalışmada, 256 yeni buğday çeşidi daha ortaya çıkarıldı. Bilim adamları, Türkiye’deki çiftçilerin elinde bulunan buğday çeşitlerinin, bitki ıslahçıları için bir hazine olduğunu belirterek zengin gen kaynağına dikkat çekiyorlar. Bu tohumların kesinlikle korunup geleceğe taşınması gerektiğini söylüyorlar.3

2006 yılında ata emaneti olan tohumların satışını ‘standartlara uymuyor’ diye yasakladılar. Adım adım yabancı tohum tekellerinin güdümündeki kısır (hibrit) tohumlar Anadolu toprağına yayıldı.

Avrupa’dan Gelen Mektup

Avrupalı Çiftçiler Koordinasyonu adlı örgüt, Tohumculuk Yasa Tasarısını meclisten geçirilmemesi için TBMM’ye bir mektup gönderdi. Bu mektubunda, “Biz Avrupalı küçük çiftçiler, benzer yasalardan çok çektik, hâlâ da çekiyoruz” diyerek, milletvekillerine adeta yalvarıyorlardı. “Tarım her geçen gün çok uluslu şirketlere bağımlı hale geliyor, biyoçeşitlilik yok oluyor, Türkiyeye ihtiyacımız var; elinizden geleni yapın” diyorlardı.4
Karşılaştıkları sonuçları şöyle sıralıyorlardı:
* Tarımsal üretimimiz, her geçen gün çok uluslu şirketlere, onların tohumlarına ve tarım ilaçlarına daha fazla bağımlı hale geliyor.
* Avrupa Birliği’nin tercih ettiği yoğunlaşmış tarım modeli bizi çok ağır sorunlarla yüz yüze getiriyor, topraklarımızı harap ediyor, petrol kaynaklı gübreler ve tarım ilaçlarıyla sularımızı kirletiyor, sürekli olarak daha fazla yenilenemez maddeleri tüketiyoruz.
* Avrupa Birliği, milyonlarca küçük tarım işletmesinin ve ancak onlarla birlikte gelişebilen bütün bir biyolojik çeşitliliğin yok oluşuna izin verdi. Binlerce bitki çeşidi yitirilmiş ve onlarla birlikte yüzlerce hayvan ırkı tarihe karışmış oldu. Siz aynı hatayı yapmayın!

“Türkiye Bizim İçin Gurur Kaynağıdır”

Avrupalı çiftçiler, “Bir Akdeniz ülkesinin hâlâ bu kadar geniş bir tarımsal nüfusu barındırabiliyor ve sizinki gibi zengin çeşitliliğe sahip bir tarımsal üretimi sürdürebiliyor olması, bizim için bir gurur kaynağıdır” dedikten sonra, Meclis’i şunları yapmaya çağırdı:
* Bütün çiftçiler kendi tohumlarını ve başka çiftçilerin tohumlarını ekme haklarını sürdürsün.
* Varolan biyoçeşitlilik güvencede olmalı, böylelikle Türkiye’de çok olan küçük çiftçiler bundan yararlanabilir. Biliyoruz ki Türkiye uzun tarım tarihi ile devasa bir biyolojik çeşitlilik deposudur. Bu korunması gereken bir hazinedir.
* Küçük çiftçiye hiçbir mali veya idari kısıtlama getirilmemelidir.
* Tarım ürünleriniz, Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizmalardan (GDO) kaynaklanan her türlü bulaşmadan korunmalı.
* Türkiye’nin kendi nüfusunu besleyen ve hatta ihraç edebilmesini sağlayan küçük çiftçi kuşaklarının çabalarının tam değeri korunmalı.
* Ülkenizde yerel tohumlarını kullanan, geleneksel ve yerel çeşitleri korumak için çalışan bütün çiftçilere yardım edilmeli.
Çiftçiler, “Avrupa'nın bütün küçük çiftçileri için ve düşük kaliteli standardize edilmiş ürünlere boğulmuş tüketicileri için ümit yolu açacak bir Türkiye’ye ihtiyacımız var. Elinizden geleni yapmanızı rica ediyoruz. Geniş küçük çiftçi nüfusu ve biyoçeşitliliğindeki zenginliğiyle Türkiye, bu çiftçilere yardım etmek, tarımsal mirasını korumak ve güvenliğini sağlamak için elinden geleni yapmak zorundadır” dediler.

Çiftçi Sendikaları: Haklarımızı Gasp Edemezsiniz

Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu da, yasa tasarısıyla tohum ve tarım haklarının gasp edildiğini, bundan yaklaşık 20 milyon kişinin etkileneceğini belirtti; hakları anımsattı: Şunları söylüyorlardı: “Köylü kadınların, erkeklerin ve onların ailelerinin,
* Yetiştirmek istedikleri bitki çeşitlerini belirleme hakları vardır.
* İktisadi, ekolojik ve kültürel açıdan tehlike arz eden bitki çeşitlerini reddetme hakkı vardır.
* Yapmak istedikleri çiftçiliğin şekil ve istemine karar verme hakkı vardır.
* Tarımdaki yerel bilgilerini koruma ve geliştirme hakkı vardır.
* Tarım tesislerini kullanma hakkı vardır.
* Kendi ürünlerini, çeşitlerini, miktarını, niteliğini ve yetiştirme şeklini demokratik bir şekilde bireysel veya kolektif olarak seçme hakkı vardır.
* Kendi teknolojileri veya insan sağlığını ve çevreyi koruma esasına dayalı olarak kendi seçtikleri teknolojiyle çiftçilik ve yetiştiricilik yapma hakkı vardır.
* Kendi yerel çeşitlerini yetiştirme ve geliştirme hakları vardır”.

DİPNOTLAR

1       https://www.kamupersoneli.net/m/ekonomi/yerli-tohum-uretimini-kim-neden-yasakladi-h56721.html
2       http://awsassets.wwftr.panda.org/downloads/turkiye_nin_buday_atlas_web.pdf
3       https://www.kamupersoneli.net/ekonomi/yerli-tohum-uretimini-kim-neden-yasakladi-h56721.html
4       http://m.bianet.org/bianet/tarim/86771-avrupali-ciftciler-de-tohum-yasasina-karsi

Alıntı: https://kuramsalaktarim.blogspot.com

İstanbul'da Beykoz'un bir mahallesi (köyü) Akbaba köyü

20200130

📖 🗣💬 'İçimizdeki Şeytan.' - Sabahattin Ali




''İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı (alışkanlığı) var.''
✍️Sabahattin Ali


📚📖 'İçimizdeki Şeytan' 

Sabahattin Ali’nin en sevilen Romanlarından biri olan 'İçimizdeki Şeytan' 

Özet:

Ömer arkadaşlarının isteklerini geri çeviremeyen iradesiz bir tiptir. Ayrıca kendini kontrol etmeyi bilmez ve her suçu içindeki şeytana havale eder. Macide ise Ömer’in tam aksi özelliklere sahip birisidir ve bu iki kişi birbirlerini tanımadan evlenirler. Bir de bunlara geçim sıkıntısı eklenince olaylar iyice karışır.

İşte bu özelliklere sahip Ömerler her zaman hayatta kaybetmeye mahkumdurlar, buna eşleri de dahil.

Ömer şişmanca, açık kumral saçlı, beyaz yüzlü ve yakışıklıca bir delikanlıdır. Nihat ise ufak tefek, zayıf ve soluk yüzlü bir delikanlıdır.

Üniversite öğrencisi iki arkadaş, Ömer’le Nihat, Kadıköy – Köprü vapuruna binmişlerdir. İkisi aralarında tartışırken vapur iskeleye yanaşmıştır, bile.

Yolcular yavaş yavaş inerlerken, Ömer’in gözleri birkaç sıra ötedeki kanepede oturan bir kıza takılır. Yanına gidip, konuşmak için ayağa kalkar. Tam bu sırada bir kadının kendisine seslendiğini işitir. Bu kadın akrabası Emine hanımdır. Ömer’i yanındaki kızla (Macide) tanıştırır ve evine davet eder. Ömer bu tesadüfe oldukça sevinir. Bu sırada olayın kötü bir tarafa meyledeceğini sanan Nihat ortadan kaybolur ve Ömer’i izler.

Macide altı aydır Emine teyzesinin yanında ikamet etmektedir. Müziğe karşı olan istidadından dolayı teyzesi onu Balıkesir’den alıp İstanbul’a getirir. Oldukça zeki ve güzel olan Macide İstanbul’da konservatuara devam eder.

Şiir: Ay yıldızlı bayrak - Hasan Ali Yücel

20200129

Afyon'u Afyon ağzıyla anlatırken bir kültür yolculuğu








✍️ Şiir: ''Deniz olunmalı oğlum...'' - Nazım Hikmet

🎞 Yağan ilk kar Adana, Tufanbeyli

📚📖 Kitap: 'Kayıp Aydınlanma' - S. Frederick Starr

ORTA ASYA’NIN DÜŞÜNCE, KÜLTÜR VESİYASİ TARİHİNE BAMBAŞKA BİR BAKIŞ…
“Kayıp Aydınlanma göz kamaştırıcı bir biçimde, asırlar boyunca dünya medeniyetinin kıyısında değil tam merkezinde olan Orta Asya dünyasını bizim için yeniden canlandırıyor. Nereye bakacağını gayet iyi bilen ve geniş tarih alanındaki yetkinliği sorgulanamaz olan Frederick Starr uzun yıllar kaynak olarak kullanılacak önemli bir kitap yazmış bulunuyor.
Francis Fukuyama

Görsellerle zenginleştirilmiş bu sürükleyici kitap Orta Asya’nın orta çağdaki karanlıkta kalmış olan Aydınlanma Çağı’nı tarihi sıralamaya sadık kalarak ama kuru bir anlatımdan çıkartarak ortaya koyuyor. 

Dönemin en büyük zihinlerinin maceralı hayatları, büyüleyici başarıları ve modern dünyanın oluşumunu nasıl hazırladıklarını açık bir dille anlatan eser, olup biteni sebep-sonuç dairesi içinde okura sunarak zihinlerdeki sorulara cevap veriyor. Kitaba konu olan neredeyse tüm isimlerin Arapça yazmış olmasından ötürü Arap oldukları yönündeki yanılgıyı bertaraf eden kitap bugün Kazakistan’dan Afganistan’a ve Sincan’a kadar uzanan Orta Asya’da Türkî ve İranî halkların nasıl büyük medeniyetler inşa ettiklerini gözler önüne seriyor.

Kayıp Aydınlanma 800 ilâ 1200 seneleri arasında en büyük ve gelişmiş kentlere, en zarif sanata ve hemen her alanda en ileri bilgi ve teknolojiye sahip olan Orta Asya’nın dünya ticaretini ve ekonomisini nasıl yönlendirdiğini anlatıyor. Orta Asyalılar gökbilimi, matematik, jeoloji, tıp, kimya, musiki, sosyal bilimler, felsefe ve ilahiyat başta olmak üzere hemen her alanda başarı elde etmişlerdi.

 Cebire ismini veren, hayal edilemeyecek bir isabetlilik ile dünyanın çevresini hesaplayan, daha sonra Avrupa’da tıbbın temelini oluşturacak eserler veren ve dünya üzerindeki en muhteşem şiirlerin birçoğunu yazan Orta Asyalılardı. Hatta Birûni keşfinden beş asır önce Amerika kıtasının varlığını öngörmüştü. Tarihte aynı mekân ve zamanda bu kadar çok bilim adamının bir arada olduğu başka bir dönem pek yoktur. Yazdıkları Thomas Aquinas’ın döneminden bilimsel devrime kadar Avrupa’yı derinden etkilemişti. Aynı şekilde Asya’nın büyük bir kısmı ile Hindistan’da da büyük bir tesir bırakmıştı.

“Kayıp Aydınlanma” tarihin unutulmuş bir devrinin izini sürmekte, Asya’nın Aydınlanma Çağı’nın yükselişini anlatmakta ve neden sona erdiğine ilişkin farklı teorileri değerlendirmektedir. Geniş bir kaynak ve arşiv yelpazesinden istifade edilerek yazılan kitap akıcı üslubundan dolayı herkese hitap etmektedir.  

Alıntı/ Kaynak: http://kronikkitap.com/kitap/kayip-aydinlanma/


20200128

✍️ Laiklik, çağdaş ve bilimsel eğitimin güvencesidir - Filiz Şahin

Laiklik, çağdaş ve bilimsel eğitimin güvencesidir 
Filiz Şahin

İnsan doğası gereği öğrenme, bilme ve bildiğini öğretmeye meraklıdır. Aristoteles’in yerinde ifadesiyle insan, doğası gereği merak eder; doğası gereği bilmek ister. Başka canlılarda da bir merak varsa da bu belli belirsiz, sistemsiz, amaçsız ve sonuçsuzdur. Oysa insan öğrenme ve bilme merakını amaçlı, planlı, sistemli ve sonuç alıcı bir düzen içinde gidermeye programlanmıştır. Genel olarak düşünce tarihi, özel anlamıyla felsefe tarihi insanın bilme güdüsünün bu güne ve hatta yarına uzanan öyküsünü aktarır.

Bu günkü adıyla Urla/İzmir’de doğan Anaxagoras (ö.468), Doğa Üzerine adlı kitabıyla Antik Yunan’da bilimsel bilimsel araştırma merakının ilk somut adımını atmıştı. Euripides, Pericles ve Arkhealos (meşhur Sokrates)’in hocası olan bu filozof’un evrene ve onun var oluşuna ilişkin ilk bilimsel bulgulara ulaşmış olmasından çok, öğrenme ve bilme merakını bilimsel bir yönteme uyarlamış olması, düşünce tarihinde önemli bir kırılmayı beraberinde getirmiştir. Anaxagoras’tan önce, doğa bir takım gizil, tanrısal ve anlaşılmaz güçler tarafından var edilen veya yönetilen bir varlık evreni olarak tasarlanıyor, hatta doğal işleyişin değil mitsel ve büyüsel güçlerin egemenliğinin eseri olduğuna inanılıyordu. Meraktan değil, inanma; öğrenme değil, inandırma esastı.

Sokrates’e kadar devam eden bu bilimsel merak süreci, Sokrates’te kesintiye uğrar. Hatta Nietzsche, “felsefenin ve bilimsel düşünmenin Sokrates tarafından öldürüldüğü” yargısına varır. Tümüyle haksız olmasa da, hiç değilse Aristoteles’te ancak yeniden dirilip sistemleşecek olan bilimsel düşünme ve yöntem sekteye uğramıştır. Aristoteles mantıktan fiziğe, dilden zoolojiye ve siyaset bilimine hemen her bilimsel alanda devrim sayılabilecek bir düşünce ve bilim anlayışını geliştirmiş; sistemleştirmiş ve hatta günümüzde bile etkisini sürdüren bilimsel düşünme yönteminin temellerini atmıştır.

Aristoteles’ten sonra felsefi ve bilimsel düşünce, öğrencileri tarafından aynı güç ve yetkinlikte sürdürülememiştir. İ.S. III. Yüzyılda en son sistemli Yunan felsefesi Yeni Plâtonculuk, en az 250 yaşına gelmiş Hıristiyanlıkla, çok daha önceden gelen, İ.Ö. 1865 yıllarında doğan Yahudilikle ve benzeri irili ufaklı dinlerle karışmaya başlamıştır. VIII. Yüzyılda da İslam’la tanışıp kaynaşan felsefe ve bilim geleneği, Yeni Plâtonculuktan itibaren XIV. Yüzyıla kadar yaklaşık 1000 yıl süren Ortaçağ’la bütünleşmiştir. Tek bir Ortaçağ değil, birden fazla Ortaçağ’dan söz etsek de, bilimsel düşünce genellikle anılan ve anılmayan dinlerin gölgesi altında kalmış; felsefeyle birlikte uzun bir kuluçka dönemine girmiştir. Bilim ve felsefeye hem gölge eden hem de iki büyük Rönesans’ın tohumlarını sinesinde saklayan Ortaçağ, XIV. Yüzyılda yerini Avrupa Rönesans’ına bırakmıştır.

Oysa ilk Rönesans, IX.-XIV. Yüzyıllar arasında İslam dünyasında gerçekleşmişti. Ancak Müslümanlar bu süreci, akıl ve bilimle sürdürmek yerine, inanç ve teslimiyetle kırılmaya uğrattılar. Oysa bu beş yüz yıllık İslam Rönesans’ı döneminde akıl, bilim ve bilimsel düşünce ile inancı uzlaştırmayı başarmışlar; günümüze ulaşan dini, felsefi ve bilimsel birikimi bu dönemde yaratmışlardı. Ancak ne çağı ne de bilimsel düşünceyi o gün bu gündür henüz yakalayabilmiş değiliz.

Türk–İslam tarihinden söz edecek değilim ama ana kırılma noktalarını belirleyerek yazıya devam edeyim.

İslam Rönesans’ının kurucusu ve bu altın döneme adını veren Türk filozofu Farabi’dir. X. Yüzyılda yaşayan Farabi’nin adını alan bu çağa “The Age of Farabism” yani Farabicilik Çağı denmiştir. Bu çağ, Abbasilerin de yıkılmasıyla, Türkler açısından VV. Yüzyıla kadar devam etmiştir. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Seyyit Nesimi, Fuzuli, Otman Baba, Kazak Abdal, Şah İsmail Hatayi hep bu önemde yaşamış önde gelen Türk sufi ve filozoflarıdır.

XIV. Yüzyılda Avrupa’ya kaptırılan Rönesans’tan sonra geriye kalan çağ dışı ve bilim dışı yıkımın karanlıklarını aydınlatmaya çalışan bu filozoflar, bir de kendi topraklarında baskı ve zulüm karanlığıyla boğuşmuşlardır. Bilim, akıl ve gönül yolunda harcadıkları bu çabaları, Osmanlı’yı ancak XVI. Yüzyıla kadar güçlü yaşatmış; XIX. Yüzyılda ise çöküşünü, nihayet yok oluşunu engellemeye yetmemiştir. O sırada Avrupa peş peşe çağdaş bilimsel devrimlere imza atmakta; aradaki uçurum giderek büyümektedir. Buna karşılık Müslümanlar her yaşadıkları çağı elden kaçırmakta; bilim ve felsefeye itibar etmemekte, bunun sonucu olarak da merak, öğrenme ve bilme hislerini yitirmektedirler.
Osmanlı çöker ve üzerinde yepyeni bir devlet kurulur: adı Türkiye Cumhuriyeti olan bu devletin fikirde ve kuruluştaki babası Mustafa Kemal Atatürk’tür. 97 yaşına basan Türkiye Cumhuriyeti’nin ölümsüz lideri Atatürk, düşünce tarihini iyi okumuştur. Çünkü Atatürk her zaman ısrarla vurguladığım gibi Türklerin en büyük filozofudur.

Ona göre din, kendi kutsal ve lekelenmez alanında kalmalı; bireysel ve toplumsal vicdanda bir ahlak duygusu olarak yaşamalı, erdemli insanlar olmamıza katkı sağlamalıdır. Ama Tanrı ya da Yalvaç adına kimse, insanlar üzerinde artık dini hükümlerden derlenen ama çoğu insanlar elinden çıkma eski fetvalarla baskı ve egemenlik kurmamalıdır. Tarih sadece bu tür girişimlerin değil, milyonlarca insanın da mezarlığı olmuştur. Yüzyıllardır büyüyen bu mezarlığı daha fazla genişletmenin anlamı yoktur. Dinsizlik budur. İnsanları din adına yönetmek ve sömürmek, Atatürk’ün dediği gibi, asıl kâfirliktir. Atatürk, felsefe ve bilime din kisvesi altında düşmanlık edenlerin dine de saygısı olmadığını çok önceden fark etmiş eşsiz bir lider, Farabi’den sonra Türk dünyasının ikinci filozofudur. Aristoteles ilk muallim, Farabi ikinci muallim, Atatürk ise üçüncü muallimdir. Çağımızın başöğretmeni de odur.

Başöğretmenimiz Atatürk, eğitim ve öğretimin ancak felsefi ve bilimsel terbiye görmüş bir merakın eseri olacağını çok iyi biliyordu. Böyle bir merak, saygın bir inanca zarar vermezdi. Nitekim öyle de oldu.

Laiklik, saygın bir inançla bilimsel düşünüşün bir arada yaşayabileceğini kanıtlayan eşsiz bir Cumhuriyet pratiğine dönüştü. Eğitim-öğretimin birleştirilmesi yani Tevhid-i Tedrisat kanunu ile laiklik pratiği eğitimde somutlaştı. Artık dinli-dinsiz, takvalı-takvasız, mezhepli-mezhepsiz kategorileri değil, eğitimli-eğitimsiz, kültürlü-kültürsüz, medeniyetli-medeniyetsiz kategorileri geçerli hale geldi. İlki, makûs talihini hala yenememiş Ortadoğulu ayrımlardır. İkincisi ise, evrensel kategorilerdir. Böylece yalnız Batı ile değil, dünya ile bütünleşme yolu açılmış oldu. Bu bilimsel ve çağdaş bir yoldu. Dünyanın gündeminden çıkan teslimiyetçi Ortadoğu ülkelerinin kendi etraflarına ördüğü karanlıklardan uzak durmak demekti. Çıkış yolu, dinin devletin işleyişine karışmamasıydı. Aslında İslam dini devlet ideolojisi ve şeriat pratiği ortaya koymamıştı. Ama dini kendi çıkarları için kullanan güç odakları, laikliği, dini istedikleri gibi kullanmalarının önünde en büyük engel olarak görüyorlardı. Laikliğin asıl anlamı, işte İslam dinini onun bunun oyuncağı olmaktan korumak; eğitim-öğretimi dinci çıkar gruplarının elinde oyuncak olmaktan kurtarıp evrensel değerlerle bütünleştirmekti. Laikliği dinsizlik görenler, kendi uydurdukları çıkar dinleri zarar görmesin diye uğraşan bilim ve hakikat düşmanı güruhtur.

Eğitim-öğretimin başlangıcı, felsefi ve bilimsel merak olduğuna göre, özgürlük temel koşuldur. Özgür olmayan kimse, eğitim-öğretim yapamaz; yararlanamaz, bunda başarılı olamaz. Aynı dinin içindeki onlarca mezhep arasında bitip tükenmek bilmeyen kör dövüşünde kimseye özgürlük tanınmaz. Özgürlük, sorumluluk üstlenmek demektir. Sorumluluk ise bireyleşmeyi gerektirir. Birey olmak için ise, cemaat ya da tarikatı reddetmek kaçınılmaz bir görevdir. Bu ise, özgürlükle olur. Özgürlük, inanma/inanmama seçenekleri arasında bulunabilmektir. İslamiyet, kalbe inmeyen hiçbir inancı kabul etmez. Çünkü inanmak en az inanmamak kadar özgürlük ister.

Laiklik sadece eğitim-öğretimin değil, çağdaşlığın da güvencesidir. Laik insan aynı zamanda çağdaş demektir. Çağının gereklerini, koşullarını, olanak ya da olanaksızlıklarını bilmeyen kişi çağdaş değildir. Çağdaş olabilmesi, özgürce bilme ve öğrenme merakına sahip olmasıyla mümkündür. Bilim ve felsefe, özgürlüğü doğurduğu gibi, özgürlük de bu değerleri yaratır. Bu değerler ise bizi çağdaş bir yaşama taşır.

Atatürk, modern çağımızın başöğretmenidir. İnançlıdır ama felsefe ve bilime önem verir. Bilimsel araştırma yöntemine bağlıdır, çünkü çağı ancak bu yolla yakalayabileceğimize inanır. O, Farabicilik Çağı’nı XX. yüzyılda yinelemiştir. Çağdaş ve bilimsel eğitimin güvencesi olarak laikliği benimseterek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren “The Age of Ataturkism” yani Atatürkçülük Çağı’nı yaratmıştır. Bu çağ, bilimsel ve felsefi öngörüsüyle, Türk dünyasının İkinci ve bitmeyecek Rönesans’ıdır.

Bu yazımı Elazığ, Malatya ve Diyarbakır depremzedelerine ithaf ediyorum.

Alıntı/Kaynak. https://veryansintv.com/felsefe-insan-ve-insanlasmak-demektir/

Elleri ile kazıyarak depremzedeleri kurtaran Suriyeli Mahmud


Elleri ile kazıyarak depremzedeleri kurtaran Suriyeli Mahmud'un ailesine kavuşması için harekete geçildi

Elazığ'daki 6.8 büyüklüğündeki depremin ardından Sürsürü Mahallesi'nde yıkılan binaya giderek Aydın çiftini kurtaran Suriyeli Mahmud'un ülkesindeki ailesine kavuşması için Türk Kızılay ekipleri çalışma başlattı.

Elazığ depreminin hemen ardından Sürsürü Mahallesi'nde yıkılan binaya koşarak Dürdane ve Zülküf Aydın'ı enkazdan çıkartan Suriyeli üniversite öğrencisi Mahmud el Osman'ın Suriye'deki ailesine kavuşması için Türk Kızılay ekipleri harekete geçti.

Cuma günü akşam saatlerinde yaşanan depremde gösterdiği çabaların ardından bugün kurtardığı depremzedelerle bir araya gelen Mahmud'a destek olmak için Türk Kızılay ekipleri çalışma başlattı.

Ailesi Suriye'de kalan Mahmud ile görüşen ekipler, gencin annesi ve kardeşleriyle buluşabilmesi için gerekli bilgileri aldı.

Mahmud el Osman da yaşadıklarına inanamadığını ifade ederek, ailesiyle kavuşma umudunun kendisini çok mutlu edip heyecanlandırdığını söyledi.

Mahmud'un depremden kurtardığı Dürdane Aydın da artık bir evlat ve kardeş gibi gördüğü Mahmud'un ailesiyle tanışmayı kendisinin de çok istediğini belirtti.

Alıntı/Kaynak: Aydınlık Gazetesi

Enkazdan 2 kişiyi kurtaran Suriyeli Mahmud'a vatandaşlık verilecek
Aydınlık Gazetesi

Erdoğan, Elazığ'daki 6.8'lik depremde 2 kişiyi elleriyle kazarak enkazdan kurtaran Suriyeli Mahmud el Osman'a ve ailesine vatandaşlık verileceğini açıkladı. Mahmud, 'Bunu yaparken ödül almayı hiç düşünmedim ama çok sevindim. Cumhurbaşkanına teşekkür ederim' dedi.

Enkazdan 2 kişiyi kurtaran Suriyeli Mahmud'a vatandaşlık verilecek 
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Elazığ'da enkazı elleriyle kazıp Dürdane Aydın ve eşi Zülküf Aydın'ı kurtaran Suriyeli üniversite öğrencisi Mahmud el Osman’a ve ailesine vatandaşlık verileceğini söyledi.

Cezayir'den Gambiya'ya geçerken uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan, şu ifadeleri kullandı:

“Mahmud tırnaklarıyla kazıyor, kardeşimizi ve eşini enkazdan çıkarıyor. Sonra evinde ziyaret ediyor. Bu iş herkesin kârı değil. Biz kardeşlik duygusuyla bugüne kadar bu mücadeleyi veriyoruz. Bu arada Fahrettin Bey, Mahmud kardeşimize vatandaşlık verilebilir mi diye soruyor şimdi. Ne demek verilebilir mi? Tabii ki verilir. Verdik gitti. Burada okuyor, Türkçe de biliyor. Ailesine de vatandaşlık veririz."

Erdoğan’ın vatandaşlık verileceğini açıkladığı Mahmud, "Ben bu şeyi yaparken ödül almayı hiç düşünmedim ama çok sevindim. Cumhurbaşkanına teşekkür ederim. Çok güzel bir duygu, çok sevindim. Güzel bir şey ama şimdiye kadar ailemle görüşmedim. Vatandaşlık müjdesini şimdi aldım ama çok iyi bir şey, teşekkür ederim. Ben bu ülkede yaşayan bir nefer olarak sadece görevimi yerine getirdim, hiç kimseden beklentim olmadan görevimi yaptım. Bir daha olsa sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde olsa yine yaparım. Bu sonuçta insanlık görevidir” dedi.

'ALGININ DEĞİŞTİĞİNE İNANIYORUM'

Yaptığı bu davranışla Suriyelilere karşı olumsuz düşünenlerin algılarını değiştirdiğini umduğunu söyleyen Mahmud, “Suriyelilere karşı algıyı değiştirecek bir şey yaptığımı umuyorum. Biz Suriyeliler olarak ne hepimiz iyiyiz ne de hepimiz kötüyüz. Bizde iyi insanlar da kötü insanlar da var. Biz hepimiz Müslümanız, kardeşiz. Bizi hiçbir şey ayıramaz” diye konuştu.

20200127

✍️ Yabancı dilimiz 🇹🇷Türkçe

Yabancı dilimiz Türkçe
Aydınlık Gazetesi

MEB tarafından öğrencilerin Türkçe okuma, dinleme, yazma ve konuşma becerilerinin ölçülmesi amacıyla gerçekleştirilen 'Dört Beceride Türkçe Dil Sınavı’nın sonuçları açıklandı. Raporda, konuşma ve dinlemede iyi olan öğrencilerin okuma ve yazma testlerinde zorlandığı belirtildi.

BirGün gazetesinden Mustafa Mert Bildircin'in haberine göre, MEB’in ilk kez düzenlediği 'Dört Beceride Türkçe Dil Sınavı', Ankara, Konya, İstanbul, Antalya, Kütahya, Samsun, Muğla, Adıyaman, Erzurum, Gaziantep, Trabzon, Bursa, Denizli, Şanlıurfa ve Aydın’da kurulan 15 dil laboratuvarında bilgisayar tabanlı gerçekleştirildi. Sınava bin 850 yedinci sınıf öğrencisi katıldı.

MEB’in dört dil becerisini değerlendiren sınavında öğrenci özellikleri ile dil becerileri arasındaki ilişki incelendi. Öğrencilere, okuma becerilerini ölçmek için 20 çoktan seçmeli soru yöneltildi.

Öğrencilerin yalnızca yüzde 0.05’i okuma alt testindeki soruların tümüne doğru yanıt verebildi. Sonuç raporuna göre, öğrencilerin okuma alt testindeki doğru yanıt ortalaması 10.63 oldu. Kız öğrenciler, 10.92 ham puan ortalaması ile 10.21 ham puan ortalamasına ulaşan erkek öğrencileri geride bıraktı.

KIZ ÖĞRENCİLER, DİNLEME BECERİLERİNDE DE ERKEK ÖĞRENCİLERİ GEÇTİ

Sınavda, ebeveynin eğitim düzeyinin öğrencinin başarısına etkisi de ele alındı. Anne ve babanın eğitim düzeyi arttıkça öğrencilerin okuma alt testindeki başarısının da arttığı belirlendi.

Buna göre, anne eğitim düzeyi ilkokul olan öğrencilerin ham puan ortalaması 9.27 olurken annesi yükseköğretim mezunu olan öğrencilerin ham puan ortalaması 12.86 olarak hesaplandı. Babası ilkokul mezunu öğrencilerin ham puan ortalaması 8.91, yükseköğretim mezunlarının çocuklarının ham puan ortalaması ise 11.94 oldu.

Öğrencilerin dinleme becerisinin ölçüldüğü alt testin sonuçları da başarısızlığı tescilledi. Buna göre, dinleme alt testine katılan öğrencilerin ham puan ortalamasının 11.70 olduğu bildirildi. Teste katılan öğrencilerin yüzde 68.95’inin ham puanı 11 ile 20 arasında kaldı. Kız öğrenciler, dinleme becerilerinde de erkek öğrencileri geçti. Kız öğrencilerin ham puan ortalaması 12, erkek öğrencilerin ise 11.37 olarak kaydedildi.

YAZMA TESTİNDE TAM PUAN YOK

Sınav kapsamında, öğrencilere, yazma becerilerinin ölçülmesi için metin ve hikaye yazmak üzere iki farklı türde görev verildi. Öğrencilerin her iki türde de alabileceği en yüksek puan 36 olarak belirlendi.

Öğrencilerin yazma alt testindeki ham puanları, 6 ile 20 puan arasında yoğunlaştı. Öğrencilerin yüzde 30.23’ü, yazma becerilerinde 11-15 arasında puan aldı. Hiçbir öğrencinin tam puana ulaşamadığı yazma testi için MEB, “Yazma alt testindeki başarı, diğer alt testlere göre kısmen düşüktür” değerlendirmesinde bulundu.

Yazma alt testinin sonuçları, okulöncesi eğitimin önemini de bir kez daha gözler önüne serdi. Okul öncesi eğitim almayan öğrencilerin yazma becerilerindeki ham puan ortalaması kayıtlara 14.81, okulöncesi eğitim alan öğrencilerin ise 17.38 olarak geçti.

KONUŞMA TESTİNDE BAŞARI YÜKSEK

Yedinci sınıf öğrencilerinin görece en başarılı olduğu alt test, konuşma becerilerinin ölçüldüğü test oldu. Kendilerine verilen konular çerçevesinde konuşmaları istenen öğrencilerin bu alt testteki ham puan ortalamasının 15 ile 36 arasında değiştiği gözlemlendi. Öğrencilerin sadece yüzde 0.86’sı konuşmaya ilişkin her iki görevde de beklenen tüm becerileri karşıladı.

✍️ Felaket, ihanet ve millet olmak - Gaffar Yakınca

Felaket, ihanet ve millet olmak
Gaffar Yakınca
Aydınlık Gazetesi, 27.1.2020

Milletin çağdaş tanımı içinde yer bulan bir kavram "duygu birliğidir." Birlikte yaşayan insanların, az çok ortaklaşmış bir geçmiş ve ortak bir gelecek hayaline sahip olmaları onları bir duygu birliğine götürür. Aslında "millet olmak, temelde bu duygu birliğinden başka bir şey değildir" desek çok da abartmış olmayız.

FELAKET VE MİLLET

Büyük felaket anları, insani duyguların da son raddeye ulaştığı zamanlardır. Korku, endişe, merhamet, öfke, üzüntü vb. insana mahsus her duygu, en uç şekilde kendini gösterebilir. Felakete uğrayanları kendileri ile kardeş görenler, bir dayanışma arzusu ile bir araya gelirler. O kritik anda insanları kenetleyen şey, kendilerini aynı toprağın ve aynı geleceğin çocuğu saymaları, bir millet olma duygusundan nasiplerini almış olmalarıdır.

Mensup olduğumuz Türk milleti, bu konuda eşine az rastlanır bir örnektir. Son üç yüz yıl içinde pek feci felaketlere maruz kalmış, hepsinden de insanlığın yüz akı bir sicil ile çıkmıştır. Belki gidenleri geri getirmek mümkün olmamıştır ama, yaşadığımız her felaketin ardından ağzımızda millet olmanın, kardeş olmanın, bir kuru ekmeğe paydaş olmanın tadı kalmıştır. Hele Cumhuriyet tarihimiz, milletimiz dışındaki mazlumların da yardımına koştuğumuz sayısız örnekle doludur. Bileğimizi bükülmez, yüreğimizi yıkılmaz yapan, bu yüksek insani karakterden başka bir şey değildir.

Yüksek insani karakter demişken, alçaklıktan da söz etmek gerekiyor. Merzifonluların güzel bir sözü var "Dost kazanmaya bak, düşmanı anan da doğurur" derler. İhanet, insan soyunun eski mesleğidir, her milletin içinden hainler çıkar. Ancak, büyük milletlerin, hainleri de bol olur. Bir millet nasıl geleceğine dair olumlu duygular etrafında kenetleniyorsa, hainler de ihanetin çevresinde toplanırlar. Beslendikleri kötülüğün tadı onları bir arada tutar, her zaman örgütlüdürler. Ve tıpkı en yüce duygular gibi, en alçakça hisler de yine böyle felaket anlarında ortaya çıkar. Devletin yanlış işlerini eleştiriyor gibi görünen aklı selim bir muhalif, bir yazar, bir televizyoncu, tiyatrocu vs. bir anda ölü bekleyen leşçil bir çıyana, zayıf anınızda dişlerini çıkaran bir vampire dönüşür.

BİR FELAKET İKİ İNSAN

Elazığ depremi vesilesi ile iki insan tipini de gördük. Bir yanda Emine Kuştepe’nin dirayetinde simgeleşen kahramanlar, diğer yanda insanlıktan nasiplerini yitirmiş ölüm tellalları. Bir yanda ‘ne yapabilirim’ kaygısı ile kıvranan milyonlarca ‘sıradan’ insan, diğer yanda "ne tür kirli bir laf etsem de dikkati üzerime çeksem" diyen sözde aydınlar, şöhret sahibi sosyal medya cazgırları.

Bu ikinci grubun muhaliflerden ve özellikle de sol mahalle içinden çıkıyor olması ibretliktir. Hatırlayın, Gölcük depreminden sonra İslamcıların bir eyleminde densiz bir provokatör tarafından "7,2 yetmedi mi" şeklinde bir pankart açılmıştı. İşte bugün benzer bir çirkinliği solcu olduğunu söyleyen bazı insanlarda görüyoruz. O gün o sözü edenlere nasıl tepki gösterdiysek bugün bizi bölmeye çalışan bu sözde aydınlara da öyle tepki göstermemiz gerekir. Depremin üzerinden daha bir dakika geçmemişken, insanlar can pazarındayken aklına ilk gelen şey "Tivit atmak" olan bir insandan ne ülkeye ne dünyaya zerre hayır gelmez. Korkunç bir felaketin tam ortasında "hükümete çakmayı" düşünen kimse, ruhen ve fikren çöptür, insanlığın safrasıdır.

FELAKETTEN BİZE KALAN

Bunun için biz, çoğunluğa, ‘kendimiz gibi olanlara’ bakacağız. Yitirdiğimiz kardeşlerimizin hatırasına hürmeten, bizde kalan insanlık öykülerine sahip çıkacağız. Muhtaçlara koşan askerimize, polisimize, UMKE ekiplerine, AFAD görevlilerine, Kızılay çalışanlarına, felaketin hemen ertesinde tüm yönetim kadrosu ile orada olan TGB’ye, acil yardım hatları kuran Ülkü Ocaklarına, Osmanlı Ocaklarına bakacağız. En önemlisi, Emine Kuştepe gibi, görevini en iyi şekilde yapan gerçek kahramanlarımıza bakacağız. Milletimizin bağrından böyle evlatlar çıktığı için gurur duyacağız. Yaralarımızı, bu en acı günün bize hatırlattığı en güzel duygu ile, millet olma duygusu ile saracağız.

Alıntı/ Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/felaket-ihanet-ve-millet-olmak-gaffar-yakinca-kose-yazilari-ocak-2020

📚 📖 'Heredot Tarihi'


"Güneş nasıl doğudan doğarsa,uygarlık da öyle doğmuş Akdeniz'in doğu kıyılarında, Halikarnas Balıkçısının sonraları, "Aydeniz Uygarlığı" diye adlandıracağı aydınlık, bizim bu topraklardan yayılmış dünyaya."
Herodotos'un Tarih kitabından, Azra Erhat'ın önsözü, 1973.



Heredot Tarihi Hakkında Ve Eserden Alıntılar

Yazıda, Herodot ‘un Herodot Tarihi adlı eserin hakkında bilgiler verilecek, Herodot ‘un Herodot Tarihi adlı eserinin özeti,  konusu, , ana fikri, kısa tahlili yapılacak; eser ve yazarı Herodot’un hayatı ,  hakkında yorumlar yapılacaktır.


“ İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın. Yunan ve olmayanların yaratığı harikalar isimsiz kalmasın. Amacım birde bunlar neden savaşırlardı, anlaşılsın.” Herodot Klio’dan alıntı.

Herodot Tarihi, Halikarnasoslu Herodot’un yazdığı dünyanın ilk seyahat, tarih ve coğrafya kitabıdır.

Herodotos, MÖ 484, Halikarnas – MÖ 425 yıllarında  MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan Yunan tarihçi ve antik yazardır. Romalı yazar Cicero’nun (MÖ 106-43), Latince pater historiae “Tarihin Babası” olarak adlandırdığı Herodot, İlk çağın  yazılı eseri olan ilk tarihçisi ve gezgini olarak tüm dünyada tanınmıştır.

Herodotos eserinde kendinden hiç söz etmemiş  onun  hayatı üzerindeki tüm bilgi ve belgeler, Suidas’ın kısa tanıma yazısı,  Bizans’lı Stephanos’un sakladığı mezar taşı yazıtı, Eusebios’un bir yazısı ve dağınık birkaç belgeden ibaret kalmıştır.[1]

Halikarnasos’ta MÖ 484 te dünyaya gelen Herodot bu yöredeki Dor’lar hâkimiyeti altında büyümüş, Yunan asıllı ailesi ile yöredeki tiranların mücadelelerine de tanık olmuştu.  Yöreye Dor’lar hâkim olduğu için her yerde İyon dili konuşuluyordu.  Halikarnasoslu soylu bir aileye mensup olan Herodot’un ailesi Halikarnasos’taki Perslere bağlı olan Halikarnas Tiranı Ligdamisle girdikleri mücadeleyi[2] kaybettikten sonra Halikarnasos’tan göçerek Sisam’a yerleşmek zorunda kalmışlardı.  Sisam’a gittikten sonra Halikarnasos tiranı ile mücadele edenlere yardım içi tekrar oraya gitti. Daha sonra ise gezilerine başladı. Batı ve Doğu Anadolu’yu dolaştıktan sonra Suriye Ürdün ve Filistin’i dolaşan Herodot,  Mısır’a oradan da İran’a kadar gitmiş;   daha sonra bütün Yunanistan’ı, Güney İtalya’yı ve Libya’yı dolaşmıştı. .

Herodot günümüzde Bodrum olarak bilinen Batı Anadolu’daki  Halikarnassos yakınlarında dünyaya gelmiştir. Yaşadığı kentin  Tiranı olan  Lygdamis tarafından şehirden  sürülmesi üzerine, gençliği o zaman bilinen dünyanın birçok yerine yaptığı gezilerle geçmiştir.

Herodot  eserini İyon dili ile kaleme almış  eserini de dokuz kitapta toplamıştır. Herodotos, Yunanlı olmayanların da uygarlığa kazandırdığı yenilikler veya icatlar herkes tarafından bilinsin diye eserini yazdığını vurgulamaktadır.  “Yunanlı olmayan gelenekleri de kendi içinde değerli ve ilginç bulan ve hatta olumlu gördüklerini övmekten geri kalmayan bir tutum sergilemiştir. Bu sebeple, ona karşı meslektaşları, hak etmediği halde, barbar dostu (philobarbaros) suçlamasında bulunmuşlardır.”[3]

Herodot’un gezilerine başlaması yurdundan sürgün edilmesi ile ortaya çıkar.  Tiran Lygdamis’e karşı  yapılan başarısız bir ayaklanmada amcası Panyasis ölmüş, kendisi de yurdundan çıkarılmış, Samos’a gitmiştir. Büyük yolculukları Samos’tan başlamış, Kyrene’ye gitmiş, Karadeniz bölgelerini dolaşmıştır. Daha sonra Pers  imparatorluğun birçok yerini, Lydia, Media, İran’ı ve Mısır’ı, Herakles direklerinin ötelerine kadar mal götürüp getiren denizci tüccarlar ülkesi Fenike’yi gezmiştir. Karadeniz’in batı kıyılarını, Ege’yi, Akdeniz’i gezmiş. İtalya’y, Tyre’, Babbylon’u, Ekbatana’yı, Ninova’yı, Susa’ya  gezip gören Herodot bu ülkelerde gezip gördüklerini eserinde toplamıştır.

İlkçağdaki  bunca yeri adet, gelenek, şehirleri ve insanları ile birlikte anlatmış olması bile serinin önemini kavramaya yetecektir.

“Gittiği yerlerde halk ağzından anlatılar topluyor; ileri gelenlerle  görüşüyor; resmi yazıları inceliyordu; Kserkses ordusu birliklerinin sayısı (Kitap VII, bölüm 184), ya da Plataia savaşlarındaki Yunan ordusu mevcudunu (Kitap IX, bölüm 28) bu belgelerden çıkartmıştı. Ülkenin gelenek ve göreneklerini ve törelerini araştırıyor, bir anıtın sırrını çözmek için yolunu değiştiriyor, araştıran, inceleyen ve anlayan uyanık bir gözle olaylara, insanlara, anlatılara bakıyor, Odysseus gibi “çok insanların sitelerini görerek ve karakterlerini tanıyarak (Odysseia I, 3) ama fazla olarak, gördüklerini tabletlerine dikkatle not ederek değerli ve çeşitli bilgiler topluyordu. Yunanistan’da da yaşadı; V. Yüzyılın gözkamaştırıcı Atina’sını tanıdı; Sophokles’le dostluk etti; Plataia savaşlarından önceki destan günlerini yaşamış olan Orkhomenos’lu Thesandros ile konuştu (Kitap IX, bölüm 16) ”.[4]

Herodot, eserinde  gördüğü yerleri, kültürleri, şehirleri medeniyetleri  ve insanları Herodot Tarihi  adı verilen eserinde anlatmıştır. Eserinin esas konusu, Persler ve Yunanlar arasında yapılan Pers savaşları olmasına rağmen eser ilk çağ uygarlıkları ve şehirleri hakkında bize bilgiler aktaran önemli bir kaynak olmuştur. (MÖ 492-449).

Uzun süre Atina’da yaşayan Herodot’un Mısır’a gidip Assuan’a kadar indiği, Mezopotamya’yı, Filistin’i, Güney Rusya’yı gördüğü, Afrika’nın kuzey kıyılarında bulunduğu sanılmaktadır. Yaşlılığında İtalya’daki Thurii adlı Yunan kolonisine çekilmiş, kendisine “Tarihin Babası” olma ününü kazandıran eserini de o adada yazmıştır. [5]

Herodot’un anlattığı  hikâyelerin pek çoğunun oradan buradan duyduğu şeyler olduğu doğrudur. Fakat Herodot’un eserini yazarken elinde kaynak bulunmayışı yüzünden başka da bir seçeneği olmadığı açıktır.  Buna rağmen Herodot’un eserinde  gezdiği bölgelerin gelenekleri, inançları, tarihleri, savaşları, mitolojileri, yedikleri, içtikleri vs konusunda detaylı bilgiler sunduğu  inkâr edilmez bir gerçektir. Antropoloji var olmadan antropolojik tespitler İçeren bilgiler sunduğu dahi kabul gören bir durumdur.

Herodot’a bir diğer lakap olarak “Yalanların Babası” adı da verilmiştir.  Ünlü Romalı yazar ve belagat hocası Claudius Aelianus (d. yak. 175 – ö. yak. 235)  “Varia Historiae (Çeşitli öyküler)” adlı eserinde Herodot’u “yalancı” olmakla nitelemiştir.  Claudius Aelianus  ve onun gibi bazı araştırmacılar “Herodot’u kaynaklarını icat etmekle, yaptığı gezileri abartmakla ve bu abartmalar ve icatların gerçek olmadığını bile bile onlara eserinde gerçekliklerine inanırmış gibi  anlatmakla itham etmişlerdir”.[6]

Fakat bu ithamların biraz fazla ağır olduğu da söylenebilir.  Herodot’un tek kaynağı, yer yer alıntılar yapmış olduğu Homeros’tur. Homeros dışında kaynağı olmayan yazarın anlatanları kaydetmekten başka da seçeneği yoktur.  Herodot anlattıklarını kesin olarak biliyorsa kendi ifadeleri ile eğer bilmiyorsa duyduklarını olduğu gibi yorum ve kritik yapmadan aktarmakta” , o olay veya süreç hakkında hangisinin kendi fikrine göre  daha doğru olduğunu söylemektedir.

Eserinin hemen bütünü elimizdedir. Eserinin bir yerinde   Asur hikâyeleri adlı bir eser yazdığından  söz eder (Kitap I, bölüm 106 ve 184), ama bu eser elimize geçmemiş, belki de hiç yazılmamıştır.

Herodot ‘un bu eseri asırlar sonrasında ve Helenistik dönemde İskenderiyeli bir yazar tarafından  dokuz kitaba ve dokuz bölüme ayrıştırılmıştır. İlk üç kitap Asya'da, İkinci üç kitap Avrupa, üçüncü üç kitap da Yunanistan'da geçen olayları anlatır.  İlk üç kitapta Pers ve Perslerin egemen olduğu ülkeler ağır basmakta, son üç kitapta ise Yunan Tarihi ve Yunan egemenlindeki bölgeler  ağır basar.  Bu eserinde Yunanların Thermopylae yenilgisi ile Salamis, Platea Muharebesi ve Mycale zaferleri önemli yer tutmaktadır.  

Herodot’un bu eseri tek başına bir tarih kitabı değildir. Eser aynı zamanda bir anı, bir gezi bir coğrafya kitabıdır. Herodot bu eserinde gezdiği gördüğü yerlerin coğrafik özelliklerini de anlatmış, şehirlerle ilgili bilgilere yer vermiş, görüp incelediği kavimler ve yaşadıkları şehirler hakkında duyduğu efsaneleri de yazmış, onların tarihleri, kültürleri gelenekleri hakkında görüp yaşadıklarını ve anılarını da kaleme almıştır.

[1] www.tariheyolculuk.org/2013/06/tarihin-babasi-herodot.html
[2] Büyük Larousse, Milliyet, 10. Cilt, s. 5205
[3] Muzaffer Demir, Herodotos ve Yabancı Kültürler: Mısır Örneği, DergiParkTarih İncelemeleri DergisiArşivCilt 27, Sayı 2
[4] http://www.tariheyolculuk.org/2013_09_01_archive.html

[5] https://tr.wikipedia.org/wiki/Herodot