Laiklik, çağdaş ve bilimsel eğitimin güvencesidir
Filiz Şahin
İnsan doğası gereği öğrenme, bilme ve bildiğini öğretmeye meraklıdır. Aristoteles’in yerinde ifadesiyle insan, doğası gereği merak eder; doğası gereği bilmek ister. Başka canlılarda da bir merak varsa da bu belli belirsiz, sistemsiz, amaçsız ve sonuçsuzdur. Oysa insan öğrenme ve bilme merakını amaçlı, planlı, sistemli ve sonuç alıcı bir düzen içinde gidermeye programlanmıştır. Genel olarak düşünce tarihi, özel anlamıyla felsefe tarihi insanın bilme güdüsünün bu güne ve hatta yarına uzanan öyküsünü aktarır.
Bu günkü adıyla Urla/İzmir’de doğan Anaxagoras (ö.468), Doğa Üzerine adlı kitabıyla Antik Yunan’da bilimsel bilimsel araştırma merakının ilk somut adımını atmıştı. Euripides, Pericles ve Arkhealos (meşhur Sokrates)’in hocası olan bu filozof’un evrene ve onun var oluşuna ilişkin ilk bilimsel bulgulara ulaşmış olmasından çok, öğrenme ve bilme merakını bilimsel bir yönteme uyarlamış olması, düşünce tarihinde önemli bir kırılmayı beraberinde getirmiştir. Anaxagoras’tan önce, doğa bir takım gizil, tanrısal ve anlaşılmaz güçler tarafından var edilen veya yönetilen bir varlık evreni olarak tasarlanıyor, hatta doğal işleyişin değil mitsel ve büyüsel güçlerin egemenliğinin eseri olduğuna inanılıyordu. Meraktan değil, inanma; öğrenme değil, inandırma esastı.
Sokrates’e kadar devam eden bu bilimsel merak süreci, Sokrates’te kesintiye uğrar. Hatta Nietzsche, “felsefenin ve bilimsel düşünmenin Sokrates tarafından öldürüldüğü” yargısına varır. Tümüyle haksız olmasa da, hiç değilse Aristoteles’te ancak yeniden dirilip sistemleşecek olan bilimsel düşünme ve yöntem sekteye uğramıştır. Aristoteles mantıktan fiziğe, dilden zoolojiye ve siyaset bilimine hemen her bilimsel alanda devrim sayılabilecek bir düşünce ve bilim anlayışını geliştirmiş; sistemleştirmiş ve hatta günümüzde bile etkisini sürdüren bilimsel düşünme yönteminin temellerini atmıştır.
Aristoteles’ten sonra felsefi ve bilimsel düşünce, öğrencileri tarafından aynı güç ve yetkinlikte sürdürülememiştir. İ.S. III. Yüzyılda en son sistemli Yunan felsefesi Yeni Plâtonculuk, en az 250 yaşına gelmiş Hıristiyanlıkla, çok daha önceden gelen, İ.Ö. 1865 yıllarında doğan Yahudilikle ve benzeri irili ufaklı dinlerle karışmaya başlamıştır. VIII. Yüzyılda da İslam’la tanışıp kaynaşan felsefe ve bilim geleneği, Yeni Plâtonculuktan itibaren XIV. Yüzyıla kadar yaklaşık 1000 yıl süren Ortaçağ’la bütünleşmiştir. Tek bir Ortaçağ değil, birden fazla Ortaçağ’dan söz etsek de, bilimsel düşünce genellikle anılan ve anılmayan dinlerin gölgesi altında kalmış; felsefeyle birlikte uzun bir kuluçka dönemine girmiştir. Bilim ve felsefeye hem gölge eden hem de iki büyük Rönesans’ın tohumlarını sinesinde saklayan Ortaçağ, XIV. Yüzyılda yerini Avrupa Rönesans’ına bırakmıştır.
Oysa ilk Rönesans, IX.-XIV. Yüzyıllar arasında İslam dünyasında gerçekleşmişti. Ancak Müslümanlar bu süreci, akıl ve bilimle sürdürmek yerine, inanç ve teslimiyetle kırılmaya uğrattılar. Oysa bu beş yüz yıllık İslam Rönesans’ı döneminde akıl, bilim ve bilimsel düşünce ile inancı uzlaştırmayı başarmışlar; günümüze ulaşan dini, felsefi ve bilimsel birikimi bu dönemde yaratmışlardı. Ancak ne çağı ne de bilimsel düşünceyi o gün bu gündür henüz yakalayabilmiş değiliz.
Türk–İslam tarihinden söz edecek değilim ama ana kırılma noktalarını belirleyerek yazıya devam edeyim.
İslam Rönesans’ının kurucusu ve bu altın döneme adını veren Türk filozofu Farabi’dir. X. Yüzyılda yaşayan Farabi’nin adını alan bu çağa “The Age of Farabism” yani Farabicilik Çağı denmiştir. Bu çağ, Abbasilerin de yıkılmasıyla, Türkler açısından VV. Yüzyıla kadar devam etmiştir. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Seyyit Nesimi, Fuzuli, Otman Baba, Kazak Abdal, Şah İsmail Hatayi hep bu önemde yaşamış önde gelen Türk sufi ve filozoflarıdır.
XIV. Yüzyılda Avrupa’ya kaptırılan Rönesans’tan sonra geriye kalan çağ dışı ve bilim dışı yıkımın karanlıklarını aydınlatmaya çalışan bu filozoflar, bir de kendi topraklarında baskı ve zulüm karanlığıyla boğuşmuşlardır. Bilim, akıl ve gönül yolunda harcadıkları bu çabaları, Osmanlı’yı ancak XVI. Yüzyıla kadar güçlü yaşatmış; XIX. Yüzyılda ise çöküşünü, nihayet yok oluşunu engellemeye yetmemiştir. O sırada Avrupa peş peşe çağdaş bilimsel devrimlere imza atmakta; aradaki uçurum giderek büyümektedir. Buna karşılık Müslümanlar her yaşadıkları çağı elden kaçırmakta; bilim ve felsefeye itibar etmemekte, bunun sonucu olarak da merak, öğrenme ve bilme hislerini yitirmektedirler.
Osmanlı çöker ve üzerinde yepyeni bir devlet kurulur: adı Türkiye Cumhuriyeti olan bu devletin fikirde ve kuruluştaki babası Mustafa Kemal Atatürk’tür. 97 yaşına basan Türkiye Cumhuriyeti’nin ölümsüz lideri Atatürk, düşünce tarihini iyi okumuştur. Çünkü Atatürk her zaman ısrarla vurguladığım gibi Türklerin en büyük filozofudur.
Ona göre din, kendi kutsal ve lekelenmez alanında kalmalı; bireysel ve toplumsal vicdanda bir ahlak duygusu olarak yaşamalı, erdemli insanlar olmamıza katkı sağlamalıdır. Ama Tanrı ya da Yalvaç adına kimse, insanlar üzerinde artık dini hükümlerden derlenen ama çoğu insanlar elinden çıkma eski fetvalarla baskı ve egemenlik kurmamalıdır. Tarih sadece bu tür girişimlerin değil, milyonlarca insanın da mezarlığı olmuştur. Yüzyıllardır büyüyen bu mezarlığı daha fazla genişletmenin anlamı yoktur. Dinsizlik budur. İnsanları din adına yönetmek ve sömürmek, Atatürk’ün dediği gibi, asıl kâfirliktir. Atatürk, felsefe ve bilime din kisvesi altında düşmanlık edenlerin dine de saygısı olmadığını çok önceden fark etmiş eşsiz bir lider, Farabi’den sonra Türk dünyasının ikinci filozofudur. Aristoteles ilk muallim, Farabi ikinci muallim, Atatürk ise üçüncü muallimdir. Çağımızın başöğretmeni de odur.
Başöğretmenimiz Atatürk, eğitim ve öğretimin ancak felsefi ve bilimsel terbiye görmüş bir merakın eseri olacağını çok iyi biliyordu. Böyle bir merak, saygın bir inanca zarar vermezdi. Nitekim öyle de oldu.
Laiklik, saygın bir inançla bilimsel düşünüşün bir arada yaşayabileceğini kanıtlayan eşsiz bir Cumhuriyet pratiğine dönüştü. Eğitim-öğretimin birleştirilmesi yani Tevhid-i Tedrisat kanunu ile laiklik pratiği eğitimde somutlaştı. Artık dinli-dinsiz, takvalı-takvasız, mezhepli-mezhepsiz kategorileri değil, eğitimli-eğitimsiz, kültürlü-kültürsüz, medeniyetli-medeniyetsiz kategorileri geçerli hale geldi. İlki, makûs talihini hala yenememiş Ortadoğulu ayrımlardır. İkincisi ise, evrensel kategorilerdir. Böylece yalnız Batı ile değil, dünya ile bütünleşme yolu açılmış oldu. Bu bilimsel ve çağdaş bir yoldu. Dünyanın gündeminden çıkan teslimiyetçi Ortadoğu ülkelerinin kendi etraflarına ördüğü karanlıklardan uzak durmak demekti. Çıkış yolu, dinin devletin işleyişine karışmamasıydı. Aslında İslam dini devlet ideolojisi ve şeriat pratiği ortaya koymamıştı. Ama dini kendi çıkarları için kullanan güç odakları, laikliği, dini istedikleri gibi kullanmalarının önünde en büyük engel olarak görüyorlardı. Laikliğin asıl anlamı, işte İslam dinini onun bunun oyuncağı olmaktan korumak; eğitim-öğretimi dinci çıkar gruplarının elinde oyuncak olmaktan kurtarıp evrensel değerlerle bütünleştirmekti. Laikliği dinsizlik görenler, kendi uydurdukları çıkar dinleri zarar görmesin diye uğraşan bilim ve hakikat düşmanı güruhtur.
Eğitim-öğretimin başlangıcı, felsefi ve bilimsel merak olduğuna göre, özgürlük temel koşuldur. Özgür olmayan kimse, eğitim-öğretim yapamaz; yararlanamaz, bunda başarılı olamaz. Aynı dinin içindeki onlarca mezhep arasında bitip tükenmek bilmeyen kör dövüşünde kimseye özgürlük tanınmaz. Özgürlük, sorumluluk üstlenmek demektir. Sorumluluk ise bireyleşmeyi gerektirir. Birey olmak için ise, cemaat ya da tarikatı reddetmek kaçınılmaz bir görevdir. Bu ise, özgürlükle olur. Özgürlük, inanma/inanmama seçenekleri arasında bulunabilmektir. İslamiyet, kalbe inmeyen hiçbir inancı kabul etmez. Çünkü inanmak en az inanmamak kadar özgürlük ister.
Laiklik sadece eğitim-öğretimin değil, çağdaşlığın da güvencesidir. Laik insan aynı zamanda çağdaş demektir. Çağının gereklerini, koşullarını, olanak ya da olanaksızlıklarını bilmeyen kişi çağdaş değildir. Çağdaş olabilmesi, özgürce bilme ve öğrenme merakına sahip olmasıyla mümkündür. Bilim ve felsefe, özgürlüğü doğurduğu gibi, özgürlük de bu değerleri yaratır. Bu değerler ise bizi çağdaş bir yaşama taşır.
Atatürk, modern çağımızın başöğretmenidir. İnançlıdır ama felsefe ve bilime önem verir. Bilimsel araştırma yöntemine bağlıdır, çünkü çağı ancak bu yolla yakalayabileceğimize inanır. O, Farabicilik Çağı’nı XX. yüzyılda yinelemiştir. Çağdaş ve bilimsel eğitimin güvencesi olarak laikliği benimseterek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren “The Age of Ataturkism” yani Atatürkçülük Çağı’nı yaratmıştır. Bu çağ, bilimsel ve felsefi öngörüsüyle, Türk dünyasının İkinci ve bitmeyecek Rönesans’ıdır.
Bu yazımı Elazığ, Malatya ve Diyarbakır depremzedelerine ithaf ediyorum.
Alıntı/Kaynak. https://veryansintv.com/felsefe-insan-ve-insanlasmak-demektir/