“Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.”
(1924 Anayasası, 88. Madde).
Geçtiğimiz hafta AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk Tabipleri Birliği'nin ve Türkiye Barolar Birliği'nin başındaki “Türk” ve “Türkiye” ifadelerinin kaldırılması gerektiğini söyledi. Bilindiği gibi daha önce Ziraat Bankası başta olmak üzere bazı kamu kurum ve kuruluşlarının başındaki “TC” ifadeleri ve “Türk'üm” diye başlayan “Andımız” kaldırılmış, açılım sürecinde Atatürk'ün “Ne mutlu Türk'üm diyene” sözüne adeta savaş açılmış, akil insanlar, “Türk kimliği bölücüdür, ulus devlet başımıza beladır” biçiminde açıklamalar yapmıştı.
Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok! Siyasal İslamcı iktidarın “Türk” ve “Türkiye” kavramlarından ve Atatürk'ün kurduğu Türk Ulus Devleti'nden rahatsız olduğu çok açık… Ben, Yeni Osmanlıcılık hayali çerçevesinde bu kavramları özellikle tartışmaya açtıklarını düşünüyorum. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “Türk Milleti” yerine “millet” veya daha çok “tek millet” vurgusunu, hatta Lozan eleştirilerini de bu çerçevede değerlendiriyorum.
Her şeyden önce siyasal İslamcıların “millet” kavramını, 18. Yüzyıl'da Fransız Devrimi'yle ortaya çıkıp dünyaya yayılan “nasyonalizm” (ulus) anlamında değil, Osmanlı'daki kullanımıyla “dini cemaat” veya “ümmet” anlamında kullandıklarını iyi bilmek gerekir. Nitekim bir zamanlar Erdoğan'ın da üyesi olduğu “Milli Türk Talebe Birliği”ndeki ve “Milli Görüş”teki “milli” kavramı, “bir inanca bir dine bağlı topluluk” anlamında kullanılmıştır. Yani “milli görüş”le kastedilen aslında “dini görüş”tür.
Osmanlı'daki kullanımıyla “millet”, kendini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören padişahın kullardır. (Reaya/teba.) Fransız Devrimi'yle ortaya çıkan “millet” ise kayıtsız şartsız egemenliğine sahip özgür ve eşit bireylerdir. (Yurttaş.)
OSMANLI'DA MİLLET OLMAK
Söylenmiş, yazılmış, düzenlenmiş anlamına gelen “millet” sözcüğü, İslam tarihinde “kutsal kitaba inanarak bir araya gelmiş insanların oluşturduğu topluluğu” ifade eder. (Bernard Lewis, İslamın Siyasal Söylemi, s.57).
Osmanlı'da “millet” kavramı “din” ve “şeriat”la eş anlamlı olarak kullanılmıştı ve tamamen dini bir aidiyet anlamına geliyordu.
Osmanlı'yı oluşturan unsurların “etnisiteleri” bakımından değil de “dinleri” ve “mezhepleri” bakımından sınıflandırılıp yönetilmesine ise “Millet Sistemi” denilirdi. Millet Sistemi'nde halk Müslüman milleti, Rum milleti, Ermeni milleti, Yahudi milleti olarak sınıflandırılırdı. Müslüman milleti, “Millet-i Hâkime”, Ermeni milleti ise “Millet-i Sadıka” olarak adlandırılırdı. Bu sistem gereği Osmanlı'da her millet (cemaat) kendi dinlerinin hükümlerine ve kiliselerine bağlı olarak yönetilirdi.
MİLLET SİSTEMİ
Osmanlı Millet Sistemi'nin belli başlı özellikleri şunlardı:
1. Sistemin en tepesinde kendini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören “padişah/halife” vardı.
2. Milletin asli unsuru Sünni Müslümanlardı. Yönetim onlardaydı. Müslüman olanların Müslüman olmayanlara karşı gözle görülür bir üstünlüğü vardı.
3. Müslümanlar dini görevlerini aksatmamalıydı. İslamiyet, herhangi bir zorlama ve baskıya izin vermediği halde, padişah, halife sıfatıyla, müminlere beş vakit namazlarını cemaatle kılmalarını, ramazanda oruç tutmalarını Bu emirleri dinlemeyenler cezalandırılırdı. Giyim kuşam konusunda sık sık iradeler çıkarılırdı. Evlerin şekilleri, renkleri ve büyüklükleri özel olarak belirlenirdi. Örneğin III. Selim, Müslüman evlerinin siyah ve laciverte boyanmasını; II. Mahmut ise kadınların açık renk ferace giymelerini, erkeklerin başlarına şal sarmalarını yasaklamıştı. (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.8, s. 199).
4. Gayrimüslimler, din ve vicdan özgürlüğüne Kendi kiliselerine tabiydiler.
5. Milletlerin arasındaki “farklılıkların korunması” ve “vurgulanması” esas alınmıştı. Bu amaçla özellikle gayrimüslimlere yönelik yasaklar vardı. Bu yasaklardan bazıları şöyleydi:a) Devlet yönetimine katılamazlardı.
b) Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin ise mavi olacaktı. Aynı şekilde Yahudi evleri mavi, Hristiyan evleri de siyaha boyanacaktı.c) IV.Murat döneminde ata binmeleri, hamamda nalınsız gezmeleri, başlarına çıngırak takmaları, sokakta kaldırımdan gitmeleri bile yasaklanmıştı. (Karal, age, s. 199).
6. Birey değil cemaat olmak önemliydi. Devlet bireyleri değil, cemaatleri muhatap alırdı.
7. Gayrimüslimlerin zimmî statüsünde hakları ve görevleri vardı. Öncelikle gayrimüslimler himaye altındaydılar. Buna karşılık tarımda “haraç” ve baş vergisi “cizye” öderlerdi. Ayrıca uzun bir dönem askerlikten muaftılar. Böylece Müslümanlar cepheden cepheye ölüme koşarken gayrimüslimler çalışıp gelişmeye fırsat bulabilmişti.
8. Gayrimüslimler Müslüman olabilirdi. Ancak Müslüman olduktan sonra tekrar kendi dinine ve mezhebine dönenler idam edilirdi. Ayrıca bir Hristiyan mezhebinden diğerine geçmek de yasaktı.
SİSTEMİN ÇÖZÜLÜŞÜ
Avrupa'daki Reform, Rönesans, Aydınlanma Dönemi ve Fransız Devrimi gibi yeni gelişmeler;
eşitlik, adalet, özgürlük ilkeleri ve özellikle milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla Osmanlı Millet Sistemi sarsılmaya başladı. III. Selim'in olağanüstü elçi olarak Viyana'ya gönderdiği Ebubekir Ratıp Efendi, hazırladığı “Nemçe Sefaretnamesi”nde Avrupa devletlerinde vergi veren ve kurallara uyan halka, kralın bile hiçbir şey yapamayacağını belirterek şöyle diyor: “Halk, hangi kumaşı isterse giyer ve ne isterse söyler, yer ve içer ve gider ve gezer ve biner ve iner ve bir başkasının ona karışmaya hakkı yoktur.” (Karal, age, s. 201). Batı'daki gelişmeler –16. Yüzyıl'dan beri matbaaya sahip olan– Osmanlı'daki gayrimüslim milletleri derinden etkiledi. 19. Yüzyıl'da Yunanistan'ın bağımsız olmasıyla Osmanlı Millet Sistemi ilk darbeyi yedi. (1829). Gelişmeler, Osmanlı'yı da değişime mecbur etti. II. Mahmut döneminden itibaren gayrimüslim tebaanın, din ve mezhep farklarına göre, kıyafetlerinin ve evlerinin renk ve biçimlerini belirleyen kurallar ortadan kaldırıldı. Bakanlıklar ve değişik meclisler kuruldu. Osmanlı hem dağılmayı, parçalanmayı önlemek hem de Batı'nın desteğini almak için 1839'da Tanzimat Fermanı'nı, 1856'da Islahat Fermanı'nı yayımladı. Tanzimat Fermanı ile “herkes kanun önünde eşittir” denilerek padişahın yetkileri sınırlandırıldı. Islahat Fermanı ile de Müslüman ve Hristiyan milletler arasında hukuki eşitlik sağlandı. Toplumda ruhban dışı laik unsurların etkisi arttı. Batı'dan din dışı kanunlar tercüme edildi. Böylece Millet Sistemi'nin özünü oluşturan dinsel hukuk (şeriat) dışında, gelişen çağa ve değişen hayata uygun olarak kısmen çağdaş hukuk benimsendi.
19. Yüzyıl'da milliyetçiliğin etkisiyle Osmanlı'daki gayrimüslim milletler, önce özerk sonra bağımsız olup Osmanlı'dan ayrıldılar. I. Dünya Savaşı'nda, halifenin cihat fetvasına rağmen, Müslüman Arapların da Osmanlı'dan ayrılmasıyla Millet Sistemi çöktü. Artık “din” ve “ümmet” düşüncesi birleştirici özelliğini kaybetmişti. Artık tahtlar devriliyor, imparatorluklar yıkılıyor, milli devletler, cumhuriyetler kuruluyordu.
1920 yılına geldiğimizde, Osmanlı'nın kurulduğu Anadolu toprakları işgal edilmişti. Artık Osmanlı'yı devam ettirmek olanaksızdı. Ayrıca vatanı işgal edilen Türkiye halkı padişaha/halifeye rağmen silaha sarılıp direnişe geçti. Atatürk, TBMM'yi açarak milli birliği ve milli temsili sağladı. Millet böylece kendi kaderini kendi eline aldı.
Çağ, artık dinsel monarşiler, krallar, padişahlar çağı değil, milli egemenlikler, cumhuriyetler çağıydı. Dolayısıyla Atatürk'ün, Osmanlı dinsel monarşisi yerine laik bir ulus devlet, bir cumhuriyet kurması tarihin diyalektiğine tamamen uygundu.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken dine, mezhebe veya ırka/soya/kan bağına dayalı bir millet tanımı yerine aidiyet duygusunu esas alan ve vatandaşlık bilincine dayanan bir millet tanımı yaptı. Nitekim 1924 Anayasası'nın 88. Maddesi'nde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” denildi. Bu madde hazırlanırken Meclis'te hararetli tartışmalar oldu. Millete, “Türk mü, Türkiyeli mi diyelim?” tartışması bile yapıldı. Sonuçta, Celal Nuri Bey'in ifadesiyle “Türkiyeli hiçbir manaya gelmiyor” denilerek Türkiye Cumhuriyeti halkına etnik köken, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin “Türk Milleti” denilmesine karar verildi. (Tartışmalar için bkz. Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, Yüzyılın Lideri, s. 312-313).
Atatürk, 1930'da liselerde okutulması için yazdığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türk Milleti'ni, “Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” diye tanımladı.
Atatürk, 1930 yılında, faşizm çağının başlarında, milleti oluşturan unsurları şöyle sıralıyordu:
1.Zengin bir hatıra mirası
2.Beraber yaşamak konusunda samimi ortak arzu ve istekler
3.Sahip olunan mirasın korunmasında iradeleri ortak olan insanlardan oluşan cemiyet…
Atatürk milletin var olması kadar varlığını devam ettirebilmesinin de “ortaklıklara” bağlı olduğunu düşünüyordu. Geçmişte ve gelecekteki bu ortaklıkları da şöyle sıralıyordu:
1.Geçmişte ortak zafer ve keder mirası
2.Gelecekte uygulanacak aynı program
3.Beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak…
Atatürk milletlerin “özgürlük” hakkının olduğunu düşünüyordu. Özgürlük hakkını, “ferdi ve ortak özgürlük” diye ikiye ayırıp yaşama, çalışma, düşünce, vicdan; kısacası milletin her türlü özgürlüğünün güvence altında olması gerektiğini belirtiyordu.
Atatürk, İslam ülkelerinin millet olamamalarını, “özgür olmamalarına” bağlıyordu.
Atatürk, Türk Ulus Devleti'yle, ümmetten millet, kuldan birey yarattı. Cumhuriyetle birlikte padişahın kulları, özgür ve eşit bireyler haline geldi.
Görülen o ki, bugün siyasal İslamcı iktidar, Yeni Osmanlıcılık hayali doğrultusunda milletten ümmet, bireyden kul yaratmak istiyor. Ancak nehirler tersine akmaz, akıtılamaz.
Emperyalist Batı, Sevr Antlaşması'yla azınlık haklarını daha da genişleterek çok hukukluluğu ve kapitülasyon hukukunu devam ettirmek istiyordu.
Lozan'da dinlere, mezheplere, kapitülasyonlara göre belirlenmiş çok hukukluluğu reddettik. Konsolosluk ve cemaat mahkemelerine son verdik. Batı'nın, Türkiye'de azınlıkları koruyacak bir kurum isteğini de reddettik. Patrikhane'nin siyasal yetkilerine son verdik. Dinsel hukuk yerine laik hukuku kabul ettik. Hukuk birliğini sağlayarak Müslüman-gayrimüslim tüm Türkiye halkını tek hukuka (çağdaş hukuka) tabi kıldık.
Aslında dinlere, mezheplere dayanan Millet Sistemi resmen Lozan Antlaşması'yla sona erdi. Laik Türk Ulus Devleti'nin temeli Lozan'da atıldı.
Demem o ki, laik Türk Ulus Devleti'ni Yeni Osmanlı'ya dönüştürmek isteyenlerin Lozan'a saldırmaları çok doğaldır. Çünkü dinlere, mezheplere dayanan “millet” ve “hukuk” anlayışının önündeki en büyük engel Lozan Antlaşması'dır. Lozan, sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin tapusudur.
(1924 Anayasası, 88. Madde).
Geçtiğimiz hafta AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk Tabipleri Birliği'nin ve Türkiye Barolar Birliği'nin başındaki “Türk” ve “Türkiye” ifadelerinin kaldırılması gerektiğini söyledi. Bilindiği gibi daha önce Ziraat Bankası başta olmak üzere bazı kamu kurum ve kuruluşlarının başındaki “TC” ifadeleri ve “Türk'üm” diye başlayan “Andımız” kaldırılmış, açılım sürecinde Atatürk'ün “Ne mutlu Türk'üm diyene” sözüne adeta savaş açılmış, akil insanlar, “Türk kimliği bölücüdür, ulus devlet başımıza beladır” biçiminde açıklamalar yapmıştı.
Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok! Siyasal İslamcı iktidarın “Türk” ve “Türkiye” kavramlarından ve Atatürk'ün kurduğu Türk Ulus Devleti'nden rahatsız olduğu çok açık… Ben, Yeni Osmanlıcılık hayali çerçevesinde bu kavramları özellikle tartışmaya açtıklarını düşünüyorum. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “Türk Milleti” yerine “millet” veya daha çok “tek millet” vurgusunu, hatta Lozan eleştirilerini de bu çerçevede değerlendiriyorum.
Her şeyden önce siyasal İslamcıların “millet” kavramını, 18. Yüzyıl'da Fransız Devrimi'yle ortaya çıkıp dünyaya yayılan “nasyonalizm” (ulus) anlamında değil, Osmanlı'daki kullanımıyla “dini cemaat” veya “ümmet” anlamında kullandıklarını iyi bilmek gerekir. Nitekim bir zamanlar Erdoğan'ın da üyesi olduğu “Milli Türk Talebe Birliği”ndeki ve “Milli Görüş”teki “milli” kavramı, “bir inanca bir dine bağlı topluluk” anlamında kullanılmıştır. Yani “milli görüş”le kastedilen aslında “dini görüş”tür.
Osmanlı'daki kullanımıyla “millet”, kendini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören padişahın kullardır. (Reaya/teba.) Fransız Devrimi'yle ortaya çıkan “millet” ise kayıtsız şartsız egemenliğine sahip özgür ve eşit bireylerdir. (Yurttaş.)
OSMANLI'DA MİLLET OLMAK
Söylenmiş, yazılmış, düzenlenmiş anlamına gelen “millet” sözcüğü, İslam tarihinde “kutsal kitaba inanarak bir araya gelmiş insanların oluşturduğu topluluğu” ifade eder. (Bernard Lewis, İslamın Siyasal Söylemi, s.57).
Osmanlı'da “millet” kavramı “din” ve “şeriat”la eş anlamlı olarak kullanılmıştı ve tamamen dini bir aidiyet anlamına geliyordu.
Osmanlı'yı oluşturan unsurların “etnisiteleri” bakımından değil de “dinleri” ve “mezhepleri” bakımından sınıflandırılıp yönetilmesine ise “Millet Sistemi” denilirdi. Millet Sistemi'nde halk Müslüman milleti, Rum milleti, Ermeni milleti, Yahudi milleti olarak sınıflandırılırdı. Müslüman milleti, “Millet-i Hâkime”, Ermeni milleti ise “Millet-i Sadıka” olarak adlandırılırdı. Bu sistem gereği Osmanlı'da her millet (cemaat) kendi dinlerinin hükümlerine ve kiliselerine bağlı olarak yönetilirdi.
MİLLET SİSTEMİ
Osmanlı Millet Sistemi'nin belli başlı özellikleri şunlardı:
1. Sistemin en tepesinde kendini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören “padişah/halife” vardı.
2. Milletin asli unsuru Sünni Müslümanlardı. Yönetim onlardaydı. Müslüman olanların Müslüman olmayanlara karşı gözle görülür bir üstünlüğü vardı.
3. Müslümanlar dini görevlerini aksatmamalıydı. İslamiyet, herhangi bir zorlama ve baskıya izin vermediği halde, padişah, halife sıfatıyla, müminlere beş vakit namazlarını cemaatle kılmalarını, ramazanda oruç tutmalarını Bu emirleri dinlemeyenler cezalandırılırdı. Giyim kuşam konusunda sık sık iradeler çıkarılırdı. Evlerin şekilleri, renkleri ve büyüklükleri özel olarak belirlenirdi. Örneğin III. Selim, Müslüman evlerinin siyah ve laciverte boyanmasını; II. Mahmut ise kadınların açık renk ferace giymelerini, erkeklerin başlarına şal sarmalarını yasaklamıştı. (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.8, s. 199).
4. Gayrimüslimler, din ve vicdan özgürlüğüne Kendi kiliselerine tabiydiler.
5. Milletlerin arasındaki “farklılıkların korunması” ve “vurgulanması” esas alınmıştı. Bu amaçla özellikle gayrimüslimlere yönelik yasaklar vardı. Bu yasaklardan bazıları şöyleydi:a) Devlet yönetimine katılamazlardı.
b) Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin ise mavi olacaktı. Aynı şekilde Yahudi evleri mavi, Hristiyan evleri de siyaha boyanacaktı.c) IV.Murat döneminde ata binmeleri, hamamda nalınsız gezmeleri, başlarına çıngırak takmaları, sokakta kaldırımdan gitmeleri bile yasaklanmıştı. (Karal, age, s. 199).
6. Birey değil cemaat olmak önemliydi. Devlet bireyleri değil, cemaatleri muhatap alırdı.
7. Gayrimüslimlerin zimmî statüsünde hakları ve görevleri vardı. Öncelikle gayrimüslimler himaye altındaydılar. Buna karşılık tarımda “haraç” ve baş vergisi “cizye” öderlerdi. Ayrıca uzun bir dönem askerlikten muaftılar. Böylece Müslümanlar cepheden cepheye ölüme koşarken gayrimüslimler çalışıp gelişmeye fırsat bulabilmişti.
8. Gayrimüslimler Müslüman olabilirdi. Ancak Müslüman olduktan sonra tekrar kendi dinine ve mezhebine dönenler idam edilirdi. Ayrıca bir Hristiyan mezhebinden diğerine geçmek de yasaktı.
SİSTEMİN ÇÖZÜLÜŞÜ
Avrupa'daki Reform, Rönesans, Aydınlanma Dönemi ve Fransız Devrimi gibi yeni gelişmeler;
eşitlik, adalet, özgürlük ilkeleri ve özellikle milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla Osmanlı Millet Sistemi sarsılmaya başladı. III. Selim'in olağanüstü elçi olarak Viyana'ya gönderdiği Ebubekir Ratıp Efendi, hazırladığı “Nemçe Sefaretnamesi”nde Avrupa devletlerinde vergi veren ve kurallara uyan halka, kralın bile hiçbir şey yapamayacağını belirterek şöyle diyor: “Halk, hangi kumaşı isterse giyer ve ne isterse söyler, yer ve içer ve gider ve gezer ve biner ve iner ve bir başkasının ona karışmaya hakkı yoktur.” (Karal, age, s. 201). Batı'daki gelişmeler –16. Yüzyıl'dan beri matbaaya sahip olan– Osmanlı'daki gayrimüslim milletleri derinden etkiledi. 19. Yüzyıl'da Yunanistan'ın bağımsız olmasıyla Osmanlı Millet Sistemi ilk darbeyi yedi. (1829). Gelişmeler, Osmanlı'yı da değişime mecbur etti. II. Mahmut döneminden itibaren gayrimüslim tebaanın, din ve mezhep farklarına göre, kıyafetlerinin ve evlerinin renk ve biçimlerini belirleyen kurallar ortadan kaldırıldı. Bakanlıklar ve değişik meclisler kuruldu. Osmanlı hem dağılmayı, parçalanmayı önlemek hem de Batı'nın desteğini almak için 1839'da Tanzimat Fermanı'nı, 1856'da Islahat Fermanı'nı yayımladı. Tanzimat Fermanı ile “herkes kanun önünde eşittir” denilerek padişahın yetkileri sınırlandırıldı. Islahat Fermanı ile de Müslüman ve Hristiyan milletler arasında hukuki eşitlik sağlandı. Toplumda ruhban dışı laik unsurların etkisi arttı. Batı'dan din dışı kanunlar tercüme edildi. Böylece Millet Sistemi'nin özünü oluşturan dinsel hukuk (şeriat) dışında, gelişen çağa ve değişen hayata uygun olarak kısmen çağdaş hukuk benimsendi.
19. Yüzyıl'da milliyetçiliğin etkisiyle Osmanlı'daki gayrimüslim milletler, önce özerk sonra bağımsız olup Osmanlı'dan ayrıldılar. I. Dünya Savaşı'nda, halifenin cihat fetvasına rağmen, Müslüman Arapların da Osmanlı'dan ayrılmasıyla Millet Sistemi çöktü. Artık “din” ve “ümmet” düşüncesi birleştirici özelliğini kaybetmişti. Artık tahtlar devriliyor, imparatorluklar yıkılıyor, milli devletler, cumhuriyetler kuruluyordu.
Türk Ulus Devleti
Siz bakmayın bizim yobaz-liboş tayfasının sayıklamalarına! Türk Ulus Devleti, Atatürk'ün kişisel bir dayatması değil, gelişen ve değişen çağın, yaşanan tarihsel sürecin zorunlu bir sonucudur. Şöyle ki: 19. Yüzyıl'dan itibaren gayrimüslim milletler Osmanlı'dan ayrıldılar. 20. Yüzyıl'ın başlarında Balkanlar, Arap Yarımadası ve Ortadoğu kaybedildi. Türkler Anadolu'ya göç etti. 1923'teki mübadele sonrasında Anadolu'daki Türklerin sayısı daha da arttı. Osmanlı'dan ayrılan Yunanlar, Bulgarlar, Araplar vb. kendi milli devletlerini kurdu. Osmanlı parçalanırken Türklerin devletsiz kalması düşünülemezdi. Nitekim Türkler, üstelik bir bağımsızlık savaşının ardından, Atatürk'ün önderliğinde kendi milli devletlerini; Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdular.1920 yılına geldiğimizde, Osmanlı'nın kurulduğu Anadolu toprakları işgal edilmişti. Artık Osmanlı'yı devam ettirmek olanaksızdı. Ayrıca vatanı işgal edilen Türkiye halkı padişaha/halifeye rağmen silaha sarılıp direnişe geçti. Atatürk, TBMM'yi açarak milli birliği ve milli temsili sağladı. Millet böylece kendi kaderini kendi eline aldı.
Çağ, artık dinsel monarşiler, krallar, padişahlar çağı değil, milli egemenlikler, cumhuriyetler çağıydı. Dolayısıyla Atatürk'ün, Osmanlı dinsel monarşisi yerine laik bir ulus devlet, bir cumhuriyet kurması tarihin diyalektiğine tamamen uygundu.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken dine, mezhebe veya ırka/soya/kan bağına dayalı bir millet tanımı yerine aidiyet duygusunu esas alan ve vatandaşlık bilincine dayanan bir millet tanımı yaptı. Nitekim 1924 Anayasası'nın 88. Maddesi'nde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” denildi. Bu madde hazırlanırken Meclis'te hararetli tartışmalar oldu. Millete, “Türk mü, Türkiyeli mi diyelim?” tartışması bile yapıldı. Sonuçta, Celal Nuri Bey'in ifadesiyle “Türkiyeli hiçbir manaya gelmiyor” denilerek Türkiye Cumhuriyeti halkına etnik köken, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin “Türk Milleti” denilmesine karar verildi. (Tartışmalar için bkz. Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, Yüzyılın Lideri, s. 312-313).
Atatürk, 1930'da liselerde okutulması için yazdığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türk Milleti'ni, “Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” diye tanımladı.
Atatürk, 1930 yılında, faşizm çağının başlarında, milleti oluşturan unsurları şöyle sıralıyordu:
1.Zengin bir hatıra mirası
2.Beraber yaşamak konusunda samimi ortak arzu ve istekler
3.Sahip olunan mirasın korunmasında iradeleri ortak olan insanlardan oluşan cemiyet…
Atatürk milletin var olması kadar varlığını devam ettirebilmesinin de “ortaklıklara” bağlı olduğunu düşünüyordu. Geçmişte ve gelecekteki bu ortaklıkları da şöyle sıralıyordu:
1.Geçmişte ortak zafer ve keder mirası
2.Gelecekte uygulanacak aynı program
3.Beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak…
Atatürk milletlerin “özgürlük” hakkının olduğunu düşünüyordu. Özgürlük hakkını, “ferdi ve ortak özgürlük” diye ikiye ayırıp yaşama, çalışma, düşünce, vicdan; kısacası milletin her türlü özgürlüğünün güvence altında olması gerektiğini belirtiyordu.
Atatürk, İslam ülkelerinin millet olamamalarını, “özgür olmamalarına” bağlıyordu.
Atatürk, Türk Ulus Devleti'yle, ümmetten millet, kuldan birey yarattı. Cumhuriyetle birlikte padişahın kulları, özgür ve eşit bireyler haline geldi.
Görülen o ki, bugün siyasal İslamcı iktidar, Yeni Osmanlıcılık hayali doğrultusunda milletten ümmet, bireyden kul yaratmak istiyor. Ancak nehirler tersine akmaz, akıtılamaz.
Lozan ve Laik Ulus Devlet
Emperyalist Avrupa, 19. Yüzyıl'dan itibaren, Osmanlı Millet Sistemi'ni bahane ederek–gayrimüslimleri koruma gerekçesiyle- Osmanlı'nın iç işlerine karışıyordu. Osmanlı Millet Sistemi, çok hukukluluğu zorunlu kılıyor ve kapitülasyon hukukuna zemin hazırlıyordu. Bu nedenle Osmanlı'da yabancılar, kendi konsolosluk mahkemelerinde, cemaatler ise cemaat mahkemelerinde kendi hukuklarına göre yargılanıyordu.Emperyalist Batı, Sevr Antlaşması'yla azınlık haklarını daha da genişleterek çok hukukluluğu ve kapitülasyon hukukunu devam ettirmek istiyordu.
Lozan'da dinlere, mezheplere, kapitülasyonlara göre belirlenmiş çok hukukluluğu reddettik. Konsolosluk ve cemaat mahkemelerine son verdik. Batı'nın, Türkiye'de azınlıkları koruyacak bir kurum isteğini de reddettik. Patrikhane'nin siyasal yetkilerine son verdik. Dinsel hukuk yerine laik hukuku kabul ettik. Hukuk birliğini sağlayarak Müslüman-gayrimüslim tüm Türkiye halkını tek hukuka (çağdaş hukuka) tabi kıldık.
Aslında dinlere, mezheplere dayanan Millet Sistemi resmen Lozan Antlaşması'yla sona erdi. Laik Türk Ulus Devleti'nin temeli Lozan'da atıldı.
Demem o ki, laik Türk Ulus Devleti'ni Yeni Osmanlı'ya dönüştürmek isteyenlerin Lozan'a saldırmaları çok doğaldır. Çünkü dinlere, mezheplere dayanan “millet” ve “hukuk” anlayışının önündeki en büyük engel Lozan Antlaşması'dır. Lozan, sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin tapusudur.