İSTANBUL- Resmi belgelerde “4 Numaralı Rüsûmât Vapuru” adıyla kayıtlı olan gemimiz, dünya denizcilik tarihinde batırıldıktan sonra çıkarılarak yeniden savaşan tek savaş gemisidir. Bu yüzden halk arasında “Ölüp dirilen gemi” olarak da anılır.
Rüsûmât vapurunun bu hazin dolu inanılmaz kahramanlık serüvenine başlamadan önce, Kurtuluş Savaşı öncesi Osmanlı donanmasının genel durumu hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum.
Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Limni Adası Mondros Limanı’nda demirli olan İngiliz Agamemnon zırhlısında, İtilaf devletleriyle Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. O esnada İngiliz Akdeniz Filosu 22 savaş gemisiyle İzmir Limanı’ndaydı. Mütareke gereğince, bütün savaş gemilerinin müttefiklere teslim edilmesine ve onların gösterecekleri limanlarda enterne edilmesine onay verildi. Boğazlar ve Marmara Denizi’nin yönetimi müttefiklerin eline geçti.
İngiliz Akdeniz Filosu, kısa sürede müttefik donanmasına dönüşerek 13 Kasım 1918’de 55 parça gemiyle bu sefer İstanbul’daydı. Bu donanma, Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu’dan İstanbul’a geldiği aynı gün boğazda “Kartal İstimbotu” ile seyir halinde iken, “Geldikleri gibi giderler” dediği müttefik düşman donanmasıydı.
Mustafa Kemal Atatürk, Kartal İstimbotu’ndan verdiği “Kurtuluş” mesajının gereği olarak ilk adımını, 19 Mayıs 1919’da “Bandırma Vapuru”yla Samsun’a çıkarak attı.
O tarihte Osmanlı Devleti kendi kıyılarını koruyacak bir donanmaya sahip değildi. Karadeniz parsellenmişti. Fransızlar Batı Karadeniz’i (Ereğli ve Zonguldak), İngilizler ise Doğu Karadeniz’i (Samsun ve Trabzon) kontrol ediyordu. Yunanistan da Türk askeri deniz nakliyatını kesmek ve Pontus çetelerini besleyip Anadolu’da anarşik bir durum yaratmak için Karadeniz’de bulunuyordu. Ve bunların hamiliğini üstlenen Amerika Birleşik Devletleri de (ABD) savaş gemileriyle Marmara ve Karadeniz’deydi…
23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kurulması sonrası deniz politikamızı üretmek, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenme sürecinde deniz ikmal yollarını oluşturmak ve yapılacak nakliyatın planlı ve düzenli olarak yürütülmesini sağlamak maksadıyla 10 Temmuz 1920 tarihinde Ankara’da “Umûr-ı Bahriye Müdürlüğü” (Deniz İşleri Müdürlüğü) kuruldu.
SİLAHLI KUVVETLERE BÜYÜK SINIRLAMALAR GETİRİLMİŞTİR
Ne yazık ki o dönem, Balkan Savaşındaki genel karargâhtan miras kaldığı biçimde, Deniz Kuvvetleri, kara birliğinin bir taburu gibi taşıma hizmetlerinde kullanılacak bir araç sayılıyordu! Harekât açısından Genelkurmay Başkanlığı’na, idari açıdan da Milli Müdafaa Vekâleti’ne (Milli Savunma Bakanlığı) bağlanan bu kuruluşa öncelikle Karadeniz’deki deniz nakliyatını tesis ve idame etme görevi verildi. Ayrıca mevcut deniz teşkilleri de bu Müdürlüğe bağlandı. TBMM hükümeti tüm deniz işlerini bu teşkilat aracılığıyla yürütüyordu.
Ancak, Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf devletleri arasında 10 Ağustos 1920’de imzalan Sevr Antlaşması, uğranılan yenilgiyi onaylıyor, silahlı kuvvetlere büyük sınırlamalar getiriyordu. Mondros Mütarekesi’nin ilkeleri çerçevesinde Osmanlı savaş gemileri İtilaf devletlerine teslim edilecekti. Yine de, “Müttefik Deniz İşleri Komisyonu” Osmanlı yöneticilerine yeterli bir kıyı karakol imkânı sağlamak için 77 mm’likten büyük çaplı olmamak kaydıyla en fazla iki top taşıyacak belli sayıda gemiye (6 gambot,6 torpidobot) izin veriyordu. Geri kalan bütün gemiler söküme gidecekti. Sonuçta, toplam 4 bin ton tutarında gemiye ve 600 mürettebata izin vardı.
İstanbul ve çevresindeki ambarlardan Anadolu’ya sevk edilen malzemenin yanı sıra özellikle Rusya’dan ve Almanya’dan silah ve askerî malzeme tedariki önem taşıyordu. Kurtuluş Savaşı’nda Batı (Garp) Cephesi’nin deniz cephesinden ikmal edilmesine çok ihtiyaç vardı. Müttefik donanmasının Anadolu kıyılarını abluka altına alması, kontrol sahalarının ve ana ulaştırma hatlarının durumu göz önüne aldığında Karadeniz “stratejik deniz nakliyatı” için uygun bir konuma geliyordu. Karadeniz’deki mücadelenin sonucu, karadaki meydan muharebesinin geleceğini tayin edecekti.
Rus Bolşevik Hükümeti ile yapılan görüşmeler neticesinde 24 Ağustos 1920 tarihinde Sovyet Yardım Antlaşması imzalandı. Almanya’dan gizli ve özel yollarla getirilen ve Rusya’dan sağlanan silah ve cephaneler Eylül 1920’den itibaren Anadolu donanmasıyla Karadeniz kıyılarına nakledilmeye başlandı. Milli mücadelenin Karadeniz’deki deniz cephesinde artan yoğun faaliyetler nedeniyle Umûr-ı Bahriye Müdürlüğü’nün adı 1 Mart 1921’de, “Bahriye Dairesi Reisliği” olarak değiştirildi. Bu dairenin başına da deniz harekâtından sorumlu Kara Kuvvetlerinden bir Kurmay Albay atandı! Karadeniz’deki tüm deniz askeri nakliyatın sorumluluğu bu bağlamda kurulan “Trabzon Nakliyatı Bahriye Komutanlığı”na verildi.
Stratejik değeri çok yüksek olan bu deniz nakliyatı, Karadeniz’de, Akçakoca’dan Hopa’ya kadar uzanan 32 adet “Liman Reisliği” ve 1921 yılı ve sonrasında teşkil edilen 9 adet “Gözetleme İstasyonları-Yardımcı Nakliyat İstasyonları” ile koordineli olarak yürütülüyordu.
Kurtuluş Savaşı sırasında Türk deniz harekâtı, iyi örgütlenmiş kara gözetleme istasyonlarına dayandırıldı. Karadeniz’e çıkan düşman gemileri çok iyi izleniyor, hareketleri değerlendiriliyor, liman reisliklerine gerekli bilgiler sağlanarak taşımacılık yapan gemilerin güvenliği sağlanıyordu.
Yunan, ihtiyaç duyduğu nakliyatı kocaman ticaret gemileriyle ve hiçbir askeri tehlike içinde kalmadan yaparken, Türkler deniz nakliyatını Yunan ve Yunan taraflısı İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin yaptığı çok sıkı “savaş kaçağı nakliyat kontrolü” altında, sayları 25 civarında olan irili ufaklı teknelerle (Gambot, Şilep, Romörkör, Vapur, Motor ve Yelkenli) yapıyordu. Bu tekneler ise İstanbul’dan kaçırılan ve denizde yakalayıp el koyulan teknelerden oluşuyordu.
Yani icra edilen deniz nakliyatı, düşman gemilerinin rahat rahat gezdiği ve nakliyatımıza büyük bir tehlike teşkil ettiği bir deniz harekât alanında icra ediliyordu. Bundan ötürü, cinsleri ne olursa olsun, 600 millik bir mesafede Türk deniz vasıtalarının yaptığı bu görev ilk önce harekât, sonra nakliyattı.
Bu strateji doğrultusunda Karadeniz’de gizli olarak icra edilecek deniz nakliyatı, İstanbul’dan Karedeniz Ereğlisi ve İnebolu’ya, Novroseski-Tuapse-Batum’dan Trabzon’a ve Trabzon’dan da Samsun ve İnebolu’ya doğru uzanıyordu.
Rüsûmât vapuru işte bu birkaç değerli tekneden sadece biriydi.
TAHRİP EDİLEREK BATIRILAN TEK GEMİ
Anadolu donanmasının en eski, çağdışı kalmış gemilerinden biri olan Rüsûmât vapuru Kuvâ-yi Milliye ruhuyla Türk denizcilerinin elinde destanlar yazarak dünya denizcilik tarihinde kolay kolay rastlanılmayacak olaylara imza atmayı başardı. Ancak, tahrip edilerek batırılan tek gemi o olacaktı…
Kaynak: "Ölüp dirilen gemi"nin bilinmeyen öyküsü http://www.turkiyeturizm.com/olup-dirilen-geminin-bilinmeyen-oykusu-59196h.htm